Cemaat ve Câmi
İdeolojilerin bir özelliği vardır. Toplum mühendisliği yapmak isterler. Ortaya koydukları dünya görüşü, bakış açısı ve ilkelere tam bağlı insan yetiştirmek isterler.
Cumhuriyet döneminde de öyle yapıldı, belirli bir ideolojiye göre insan yetiştirildi. Onuncu yıl marşı ideolojik bir metindir. “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta” mısraı meşhurdur.
Yazı kaldırılarak önceki kültürle irtibat kesildi. Dilde devrime gidildi, tarihimiz içinde tekevvün etmiş, bizim olmuş kelimelerimiz atılarak suni bir dil üretildi. Okullarda zorunlu karma eğitim ve pozitivizm propagandasına ağırlık verildi.
Anadolu insanı, başlangıçta okullara mesafeliydi. Çocuklarının inanç ve değerlerinin kaybolacağı endişesini yaşıyordu.
1923 Lozan muâhedenâmesi ile İngiltere hâmîliğinde yürünen yol 1946’ya kadar devam etti. Allah demenin ve dedirtmenin yasak olduğu materyalist, pozitivist ve Darvinist bir ideolojinin katı uygulandığı bir düzenle Elli’li yıllara gelindi.
1946’dan sonra ülkenin ekseni İngiltere’den Amerika’ya kaydı. Bu yeni eksen, sosyal psikoloji biliminin gereklerine göre hareket ediyordu.
Sosyal psikolojiye göre bir toplumu uyguladığınız eğitimle belirli bir süre içinde dönüştürememişseniz o toplumun değerlerini de bir miktar göz önünde tutmanız gerekir.
Belirli bir ideolojiye göre dönüştürülemeyen halkın inançları, değerleri ve hassasiyetleri kısmî olarak dikkate alındı.
Daralan ve bunalan dini hayata açılan İmam Hatip Okulları oksijen takviyesi etkisi gösterdi. İmam Hatip mekteplerinin halkın duygularına tercüman olduğu dönem ilk otuz yıldır.
Bu dönemde, kendinden öncesini tanımaz eğitim sistemine karşı ailelerin cemaat ihtiyacına İmam Hatipler karşılık olabilmişti.
80’li yıllarda da ihtilal yönetiminin baskılarının elverdiği oranda kısmen devam etti. 90’lı yıllarda sayıca artış ile birlikte keyfiyette azalma görüldü.
28 Şubat 1997’den 6287 sayılı kanunun kabul edildiği 11 Nisan 2012’ye kadar geçen dönem İmam Hatipler açısından 15 yıllık bir fetret dönemidir. Dönemin iktidarı zorunlu eğitimi 8 yıldan 12 yıla çıkarmayı “vererek” İmam Hatipler’i geri aldı. Geri almak için “verilen şey” de az şey değildir.
Neslinizin üretimle ve en verimli zamanlarla geçirilebilecek artı dört yılını üretimsiz, çoklu zekâ kuramına göre çoğunluğu zaman doldurmaya dayalı olarak geçirmesini sağlıyorsunuz.
Öğrenciyi “bir biçimde” okulda tutmak için kullanılan etkili zaman öldürme tekniklerinden biri de hayatta hiç faydası olmayacak bilgileri beynine yükleyip kopya tanımının bulunmadığı bir ölçme sistemiyle değerlendirmesini yapmak olsa gerekir.
Yeni Milli Eğitim Bakanı’nın MESEM projesi, bu yüzden içi doldurulması gereken bir sürü on yıl heba olduktan sonra atılmış, teselli kabilinden değerli bir adımdır.
Cumhuriyet sonrası cemaatler pozitivist, Darvinci ve Batı medeniyet-i hâzırasını tek seçenek olarak gören kendinden öncesini tanımaz eğitim sistemine karşı halkın nesli koruma reflekslerinden doğmuştur.
Mesela bir âlimimiz çıkmış, yazdıkları ve yaptıklarıyla sessiz bir direniş sergilemiş. Yazı devrimine karşı risalelerini eskimeyen harflerle yazmış. Dil devrimine karşı risalelerinin dilini Osmanlıca Türkçesi ile yazmakla karşılık vermiştir.
Osmanlı’nın bıraktığı emaneti yani önceki kültürü ve dili korumak için bunu yapmış. Pozitivizme karşı da aklî ve nakî delillerle mücadele vermiştir.
Bugün herkes bilir ki nur risaleleri okullardaki Darvinist, inkârcı eğitime karşı yazılmış îmân müdafaasıdır. Bir metin etrafında toplanmış cemaatin maksad-ı aslîsi, dindarlığın heyecanının bu hissi taşıyanların yüreğinden bu histen mahrum olanların yüreğine taşınabilmesi idi.
Bu açıdan bakıldığında cemaatin mihver fikrinin davet, tebliğ ve irşad temelinde bir metin etrafında toplanmaya istinâd ettiği söylenebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren faaliyet gösteren Kur’an eğitimi odaklı bir yapılanmayı da zikretmek gerekir. Bu yapının maksad-ı aslîsi dinin içtimâî hayatı düzenleyen metinlerde yer almadığı durumlarda değerlerini koruyan insan kaynaklarının sürdürülmesi olarak nitelenebilir.
Altı çizilmesi gereken husus, mevcut eğitim sisteminin dışında “içinde istihdamın da bulunduğu bir müessese” kurmalarıdır.
Amerika’da yürürlükteki eğitim sisteminin dışında müessese kuran Amişler ve Menonitler’i hatırlatırlar. Mavi takkeleri mütebessim yüzleri ile Türkiye’nin Menonitleri gibidirler. Tek farkları oluşturdukları kültürü dışa açmamalarıdır.
İnsanlar Amişlerin, Menonitlerin köyünü merak ediyor, hayat tarzlarını merak ediyor ve bu konu turistik bir seyahatin mevzusu olabiliyor. Söz konusu ettiğimiz iki topluluk evlilik ve âileye önem vermeleriyle ilgi çekiyor.
Diğer Hristiyan topluluklara nazaran tesettürlü kıyafetleriyle dikkat çekiyor. Kur’an hizmetini esas alan sözünü ettiğimiz yapı, bir köy kurmadı belki ama köy hayâtından kopmayarak bir örnek oluşturdu.
İnsanların çoğu köylerinden koparken onlar köylerde faaliyet göstermekten geri durmadı. 2021 nüfus istatistiklerine göre İl ve ilçede yaşayanların oranı yüzde 93 iken, köylerde yaşayanların oranı ise yüzde 7’dir.
Köylerde yaşama oranı her yıl tehlikeli biçimde azalmaktadır. Böyle giderse bu kardeşlerimiz de olmasa, köylerimizde insan kalmayacak.
Geçtiğimiz günlerde Menonitleri anlatan bir belgesel izliyordum. Programın bir yerinde sekülerliği her açıdan belli olan sunucu, Menonitlerin köyü için “burası en fazla şeriatı uygulayan ve teknolojiye izin vermeyen nadir yerlerden bir tanesi” demesin mi? Şeriatın bir Hristiyan topluluk ve dindarlık üzerinden telaffuzu dikkatimi çekti, hayret ettim.
Menonit kadınların uzun etekli ve umumiyetle tesettürlü kıyafetleri sunucunun aklına şeriatı getirmiş olmalı. Sekülerlerin şeriatı anlamadıklarını zannederdik.
Sanırım içlerinde çok iyi anlayanlar var ve belki de önemli bir kısmı anladığı halde anlamamış görünmektedir. Bir geleneği bulunan tasavvufî tarikatlar da insan merkezli hayrat müesseseleridir. Tevarüs ettikleri kültür mirası bulunmaktadır.
Ülkemizde geleneği bulunan ve kökleri yüzyıllar öncesine dayanan tarikatlar, modern dünya insanına hizmet ve vakıf kültürünü öğretmişlerdir. Hizmet ve vakıf kültürü kolay öğrenilmez. Küçükler büyüklere hizmet eder ve duâ alır.
İnsanlara hizmet edebilmek, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden bir tanesidir. Dünyada hangi dini geleneğe mensup olursa olsun birden çok cemaatin bulunmadığı herhangi bir ülke bulunmamaktadır.
Müslüman coğrafyalarda teşekkül etmiş yüzlerce cemaat, birbirleriyle insicamlı bir hayat yaşarlar ve cami cemaatinden de kopmazlarsa İslam ümmetinin gücüne güç, güzelliğine güzellik katar.
Ülkemizde belirli dönemlerde cemaatler aleyhinde yayınların yapılmasının mutat hale geldiğini söyleyebiliriz. Son yapılan yayınlar yaşanmış üzücü bir hâdise sebebiyledir.
Söz konusu üzücü hadiseyi ayrı bir yazıda ele almak isterim. Bazen geçmişe özlem ihtiyacı ile de bu yayınlar yapılabiliyor. “Kara Cuma” manşetlerine özlem duyanlar olabiliyor.
Hâlbuki bugün ülkemizde muazzam sosyal değişimler olmuştur. Cemaatler de bundan yirmi sene, otuz sene öncesindeki hallerinde değildir.
Dindarlığı dert edinenler için ister cemaatli olsun ister cemaatsiz olsun, insan kaynaklarını sürdürememe en büyük problemi teşkil etmektedir. O eski dini hassasiyetler kalmadı.
En önemlisi seküler tipte aileler ile dindar aileler artık akraba oldular. Mesela hiçbir dindar aile ve sülalede artık tesettür hâkim bir giyim tarzı değildir. Kayınvalidesinin kıyafetiyle arada uçurum var denecek farklılıkta kıyafetli gelinler, dindarlığı temsil ediyor.(!)
Bu muazzam değişim, İslam’ı sevdirme ile tebliğ etmenin birbirine karıştığı bir ‘çoklu ortam’da sanaldan gerçeğe dönüştü. İslam’ın reklamı ve imajı ile tebliğ ve temsili birbirine karıştı.
Kaygınız imajsa modernleşmenin kutsallarına dokunmadığınız sürece probleminiz olmaz, İslam’ı sevdirirsiniz. Dini sevdireyim derken İslam’ın olmazsa olmazlarını, mesela aile geleneklerindeki hâkim ton olan tesettürü kaybedenler bulunmaktadır.
Yanlış anlaşılmasın İslam gerçekten de sevilmiştir. Televizyon kanallarında İslam’ı anlatan ilahiyatçı hocalar da İslam’ı sevdirmiştir. “Sevdirilmiş İslam” modernleşmenin kutsallarına asla dokunmamıştır.
Sevdirilmiş İslam, modernleşmiş İslam değildir diyemiyorum. Seküler hayatı benimseyenler, ihtiyaç hissettikleri dini meşruiyeti kendilerine tanıyan hocaları sevmişlerdir.
Seküler hayata meşruiyet tanıyan hocalar, dini tebliğ ettiklerini zannettiler. Hâlbuki tebliğ etmediler. Tebliğ ettikleri din muhataplarının hayatını değiştirmedi, tesettürlerine, arkadaşlıklarına, içkilerine karışmadı. İslam’ın çok güzel tanıtımını, reklamını yaptılar. İslam’ı gerçekten sevdirdiler. Bu konuda onların haklarını yememek gerekir.
Ancak şu hususun altını çizmek gerekir. Yaptıkları İslam’ın başarılı bir PİAR çalışmasıdır, tebliğ çalışması değildir.
Dünyada “dini en iyi kontrol eden ülke hangisi” diye bir araştırma yapılsa Türkiye sanırım ilk üçe girer.
Devlet olarak dini kontrolde başarılıyız, dine sahip çıkmada başarılı değiliz. Dine sahip çıksaydık aile kurumumuzu güçlendirir, insan kaynaklarımızı sürdürebilirdik.
Bugün insan kaynaklarımız eriyip gitmektedir, hızla yaşlanıyoruz. Yıllık nüfus artış hızımız 2019 yılında binde 13,9 iken, 2020 yılında binde 5,5 olmuştur. Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 32,7'ye yükselmiştir.
Türkiye giderek homojen ve seküler bir toplum olma yolundadır. Toplum homojenleşmeye gidiyor, görünen köy kılavuz istemez.
Bu homojen yapıda dindarlık, toplumun baskın karakteri ve hâkim rengi değildir. Bugün tüm cemaatlerin de insan kaynaklarını sürdürme sorunu vardır.
Devletin istihdam yükünü hafifletmek için yatırım yapan her müesseseyi takdir etmek gerekir. İstihdama katkı sağlayan bir müesseseyi bu şu cemaatin öteki filan cemaatin diye kodlamak ve hemen “öteki” ilan etmek doğru değildir.
Nüfusumuz sahip olduğumuz coğrafyaya dengeli dağılmış değil. Kamu istihdamı ile özel sektör istihdamı dengeli dağılmış değil. Ortada iş olmalı ve işe göre adam bulunmalıdır, adama göre iş değil.
Erkeklerin istihdamı yeni kurulacak bir aile demektir. Kadınların istihdamı da kurulacak ailenin bütçesine katkı demektir.
Sonuçta yeni istihdamlar, yeni aileler demektir. Bu yüzden istihdam mübarek bir konudur ve dini bir boyutu bulunmaktadır.
Devletin iç güvenlik bakış açısına göre istihdamı bir araç olarak kullandığı da inkâr edilemez. Kadrolu imamların sayısının 30 bin olduğu zamanlarda imamlar daha müessir idi. İmam kadrosunun 130 bine çıkması imamları daha müessir kılmadı.
Bugün devlet açısından din, daha “kontrol edilebilir” vaziyettedir. Tüm mesleklerde hata payı var, din görevliliğinde hata payı bulunmamaktadır.
Hiç hata yapmamak, hiç görev yapmamakla eşdeğer bir tutumdur. Bundan 40 sene evvel vâizler, dînî bir söylem üretebiliyordu. Hiçbir şey üretemeseler “yılbaşı kutlamaları dinimize yakışmaz” diyerek menfi yönde değişime karşı değerleri savunan bir üslup arayışına girebiliyorlardı.
Günümüz vâizleri, üslup ve söylem oluşturamadıkları gibi heyecanlarını da kaybetmiş görünmektedir. Vâizlerin ve tüm din görevlilerinin en büyük müfettişleri görsel-işitsel basın ve sosyal medyadır.
Kurum olarak Diyanet’in en çok çekindiği “müessir müeyyide” gazete manşetleridir. Osmanlı Döneminde namazlardan sonra vaaz edilirmiş.
Namazlardan önce vaaz, Cumhuriyet sonrası başlamıştır. Günümüzde bırakın başka vakitleri Cuma namazı öncesi vaazlarında bile son on beş dakikadan önce kimseyi bulamazsınız. On beş dakikalık vaaz da manşete düşecek bir cümle kurmayayım korkusuyla geçer.
Geçtiğimiz günlerde İlahiyat Fakültesi’nden emekli olmuş 77 yaşında bir öğretim üyesi hocamızın hayatını anlatan videoyu izledim. Hoca meâlen şunları söylüyordu: “Biz Allah demenin yasak olduğu günleri yaşadık ama zaman geldi ifade hürriyetinin bolca bulunduğu günleri de gördük.
Öyle ki biraz dini ilimlerden nasibi olan, mürekkep yalamış bir ilahiyatçı cemaat kurabilir, hatta vicdânı müsaitse bunu maddi bir kazanca çevirebilirdi.”
İstismar edilmeyen bir şey mi var?
Sosyal medyada kişisel gelişim, sağlık ve kaliteli hayat konusunda etrafına insan toplayan bir sürü söz cambazı bulunmaktadır.
Bu konularda istismar var diyen var mı?
Milli Eğitim Bakanlığı “eğitim istismar ediliyor” der mi? Eğitimi istismar eden varsa müdahale eder, engel olur. Sağlık Bakanlığı “insan sağlığını bu ülkede istismar edenler var” der mi? Sağlığı istismar edenlere müdahale eder, engel olur. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bu ülkede gıdayı istismar edenler var der mi?
Topluma zarar veren gıdaları üretenlere engel olur, ne gerekiyorsa yapar. İstismarın her alanda olabileceğini anlatmaya çalışıyorum.
Biz “üç kişi olduğunuzda biriniz imam olsun” diyen (Ebû Dâvûd, Sünen, Cihâd, 80/2608) bir peygamberin ümmetiyiz.
Hz. Peygamber Erkam’ın evinde bir hareket başlatmıştır. Bir Peygamber ve ashâbı bir eve sığabildiler. Bir medeniyetin kurucu nesli bir evde yetişti. Herhangi bir cemaat Türkiye’nin sosyolojisinde var mı toplumda bir karşılığı var mı ona bakmak lazımdır.
İçinde yaşanılan toplumla birçok açıdan hayat tarzları uyuşmayan kapalı cemaatlere katılmak başlangıçta dindarlığa ivme kazandırır. Büyük bir heyecan verir.
Cemaatler, ümmet bütünlüğünün kaybolmasına katkı sunma tehlikesi taşımıyor demiyorum. Bunu önlemenin yolu cami cemaatine önem vermektir diyorum.
60’lı 70’li yıllarda İmam Hatip mektepleri o kadar canlıydı ki bir nevi cemaatlerin doldurduğu sosyal alana takâbül ediyordu. Ben şahsiyetimi, kişiliğimi, kendimi İmam Hatip’te buldum diyen az değildi.
Geldiğimiz noktada İmam Hatip nesli de cami cemaatine yeterince sahip çıkamamıştır. Asıl mesele, farklılıklarımızla beraber cami cemaati içinde bir bütünü oluşturabilmektir. Asıl mesele, farklılıklarımızla birlikte ümmet bütününü oluşturabilmektir.
Hz. Peygamber cami merkezli dini sosyalleşmeye önem verdi. Resul-i Ekrem’in belki de en büyük sünneti namazların muhakkak cemaatle kılınmasını öğretmesidir.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’ın şu çok önemli uyarısı hepimizi kapsamaktadır: “Yarın Allah’ın huzurunda Müslüman olarak çıkmaktan memnun olacak kimse namazları ezan okunan yerde kılmaya devam etsin…
Şayet cemaati terk edip namazı evinde kılanın yaptığı gibi evinizde kılarsanız Hz. Peygamber’in sünnetini terk etmiş olursunuz.
Peygamberinizin sünnetini terk ederseniz saptınız gitti demektir… Yemin ederim ki münafıklığı belli olanın dışında kimsenin cemaatten geri kalmadığını görmüşümdür. İki kişi arasında ayakları yerde sürüklenerek namaza getirilen ve ayakta durdurulan kimse olurdu.” (Müslim, Mesâcid, 257)
Biz cami cemaatine ehemmiyet verir ve orada sevinç ve elemlerimizi paylaştığımız içtimâî bir hayatı yaşarsak tüm farklılıklarımız birbirimizin yüreğine su serpecek bir çeşitliliğe ve zenginliğe dönüşecektir.
Camiye devam eden müminleri kaynaştıracak ve birbirine tahammüllü şahsiyetler yapacak olan da iyi yetişmiş, keyfiyetli imamlardır.
Biz mahalleyi ve mahalle irfânını kaybettik. Biz kendi öz medeniyetimize ve köklerimize dayanan şehirleşme usulümüzü kaybettik. Mekânlar, hayâtı ve hayâta bakışı da şekillendirmektedir.
Bizim mahalle irfânımızda elit olmak, ayrıcalıklı olmak gibi bir gâye bulunmaz. Herkes birbiriyle eşdeğerdedir. Herkes birbirinin müteselsil kefili gibidir.
Osmanlı, 50 haneyi bir mahalle kabul etmiş. İmamı da sadece namaz kıldırma görevlisi değil, mahallenin gireninden çıkanından her türlü meselesi ile meşgul olmaktan sorumlu tutmuş.
Küreselleşmeye karşı direniş mahalleden, kendi medeniyetimizden ilhamını alan şehirleşmeden ve câmi merkezli cemaatleşmeden geçer diye düşünüyorum.
Doç. Dr. Şemsettin KIRIŞ