NUR RİSALELERİNİZ “MÜSTAKİL TASN İFAT” DEĞİLDİR
NUR RİSALELERİNİZ “MÜSTAKİL TASN İFAT” DEĞİLDİR
Bu satırları yaşadığınız havayı koklayamamış, vefatınızdan bir yıl sonra doğduğu için atmosferdeki ıtrınızı kapmamış bir bahtsız yazıyor. Bunlar, hayatınızdaki harikalara - yaklaşık – 45 yıldır hayran, ama hayranlığın üst sınırı “idrak ve izan”a erişmek için çabalayan bir kalemin fani izleri. Ayrıca araştırma neticesinde görüyor ki değil hayatınızı yazmak, onu eksiksiz bilmekten bile aciz. Çünkü yazılan tarihçenizde sayfalardan şahsınızla ilgili çok bahsi çıkarttırıp “İman Mektebi”yle bağlantılı metinleri öne çıkartılmasını istemeniz, tüm gayenizin zatınızı “göstermek” değil silinmeye, zayıflatılmaya çalışılan iman hakikatlarını yeniden, yeniden, yeniden ve güçlendirerek diriltmek olduğunu ayan beyan ispattadır.
Bu çalışma için Anadolu’nun batı illerinden birine yaptığım yolculukta hafızama kesik hatlarla notlar düştüm. Çiziktirme sayılabilecek bu satırların yaşadığınız hayat yanında karakalem ve hatları silik çizgilerden beter bir tasavvur olabileceğini hissederek de korktum;
“Vemâ medahtü Muhammeden bimakâlâtî
Lâkin medahtü makâlâtî bi Muhammedün”
beyanını hatırlayınca ferahladım ve sürurla doldum, bu mısralar Nebiler Nebisi (ASM) hakkında söylenmişti ve “ Ben makalelerimle Muhammed ( asm )’ı methedemedim, ama O’nu (asm) övmek makalelerimi güzelleştirip yüceltti.” mealindeydi. İfade sahibi takipçisi olduğunuz ve “üstadlarımdan” dediğiniz İmamı Rabbani’ydi. Diğer “üstad”ınız ise Mevlana Celaleddini Rumi’ydi elbet. ( Mesnevi-i Nuriye, Mukaddeme)
Bu mısralardı zihnime güç, yüreğime cesaret aşılayan ve ötelerin ötesinde verilecek mahkeme için büyük emniyet hissi veren. Hani, “ Âlimler Nebi’lerin (tebliğ açısından) varisleridirler.” şeklinde hadislerden çıkarılan hüküm var ya, bu kıyası o ifadeye yaslanarak yapmakta hatalıysam Allah’tan affımı dilerim.
Sizin külliyatlara bile sığmayan fikir, hizmet, mücadele ve rehberliğinizi dile getirmek, biliyorum ki beni çok çok aşar. Sizi asıl izah edecek olan Nur risaleleriniz ve Nur külliyatınız olacaktır. Yepyeni nesiller sizi anlamak uğrunda ellerinden geleni yapacaklardır; berzah âleminde kalp rahatlığı içinde olunuz.
“Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası,” diye başladınız bir gün; “Ümmet-i Muhammediye”nin içine düştüğü itikadî hatanın temel saikini izah buyurdunuz.
“ Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı dinîyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki yüzde doksandır -bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsiri mâhiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilâfiye ise yüzde on nispetindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altun ise öteki birer elmas sütundur...” ( Sünuhat, Asar-ı Bed’iye)
İşte bunu fehmetmeyip altın hükmündeki içtihatla alakalı meseleleri “elmas sütun”larla değiştirmek gönülde, Müslümanı dinini yaşamakta zora sokup, özellikle ahlakî ve sosyal emirleri hayata geçiremeyerek Batılılardan teknik bakımdan geriye düşürmüştür. Bunu tersine çevirmenin yolu da “cehalet”i ortadan kaldırıcı bir tahsil seferberliği başlatmaktır.
“ Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.” der. “ Bu üç düşmana karşı marifet, sanat ve ittifakla cihad edeceğiz.” şeklinde devam eder. ( Asar-ı Bed’iyye, Münazarat)
"Allah’ın ipine hep birlikte sım sıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın." (Âl-i İmran Sûresi, 3:103.) İlahi buyruğu da bize ittifakı emretmiyor mu?
“Acaba” diye devam eder Üstat, “doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc edip tâbi kılmak caiz midir? Cumhûru, bürhandan ziyade, mehazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.” (age)
Mantıkça açıktır ki zihin, gerekli olandan tebeî bir yolla lâzıma gider. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise tabiî olmayan bir durumdur.
“ Meselâ, hükmün me’hazı (kaynağı) olan şeriat kitapları melzum ( gerekli olmuş olan) gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır (gereğidir). Muharrik-i vicdan olan kudsiyet (vicdanın harekete geçmesini sağlayan semavi oluş ise), lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden ( sadece içtihat neticesi açıklayıcı eserlere yöneldiğinden), hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren ( bazen) tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet ( katılık) peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm (sağır) kalmazdı.” (age)
Demek ki İslami kitaplar birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lazımken zamanın geçmesiyle “mukallitler yüzünden” paslanıp hakikata perde olmuşlardır. Maalesef bu kitaplar, Kuran’a tefsir olmak lazımken, bağımsız birer eser hükmüne geçmişlerdir.
“Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câzibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:
1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.
2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.
3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va’zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neşet eder.
Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyaç nispetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.” (age)
Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenab-ı Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizi gördünüz. Bir medresede, “huzur-u saadette” bulunuyordunuz. Cenab-ı Peygamber Size Kurân’dan ders vereceklerdi. Kurân’ı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Kur’ân’a ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada, şu kıyamın,ümmeti irşad için olduğunu hatırladınız.
“Bilâhare,” şeklinde ifade buyurdunuz; “ bu rüyayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: ‘Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütünb cihanda ihraz edecektir.’ " (Sünuhat, Kur’an’ın Hâkimiyet-i Mutlakası, s. 48)
Mehmet Nuri Bingöl
Ekleme
Tarihi: 15 Eylül 2021 - Çarşamba
NUR RİSALELERİNİZ “MÜSTAKİL TASN İFAT” DEĞİLDİR
NUR RİSALELERİNİZ “MÜSTAKİL TASN İFAT” DEĞİLDİR
Bu satırları yaşadığınız havayı koklayamamış, vefatınızdan bir yıl sonra doğduğu için atmosferdeki ıtrınızı kapmamış bir bahtsız yazıyor. Bunlar, hayatınızdaki harikalara - yaklaşık – 45 yıldır hayran, ama hayranlığın üst sınırı “idrak ve izan”a erişmek için çabalayan bir kalemin fani izleri. Ayrıca araştırma neticesinde görüyor ki değil hayatınızı yazmak, onu eksiksiz bilmekten bile aciz. Çünkü yazılan tarihçenizde sayfalardan şahsınızla ilgili çok bahsi çıkarttırıp “İman Mektebi”yle bağlantılı metinleri öne çıkartılmasını istemeniz, tüm gayenizin zatınızı “göstermek” değil silinmeye, zayıflatılmaya çalışılan iman hakikatlarını yeniden, yeniden, yeniden ve güçlendirerek diriltmek olduğunu ayan beyan ispattadır.
Bu çalışma için Anadolu’nun batı illerinden birine yaptığım yolculukta hafızama kesik hatlarla notlar düştüm. Çiziktirme sayılabilecek bu satırların yaşadığınız hayat yanında karakalem ve hatları silik çizgilerden beter bir tasavvur olabileceğini hissederek de korktum;
“Vemâ medahtü Muhammeden bimakâlâtî
Lâkin medahtü makâlâtî bi Muhammedün”
beyanını hatırlayınca ferahladım ve sürurla doldum, bu mısralar Nebiler Nebisi (ASM) hakkında söylenmişti ve “ Ben makalelerimle Muhammed ( asm )’ı methedemedim, ama O’nu (asm) övmek makalelerimi güzelleştirip yüceltti.” mealindeydi. İfade sahibi takipçisi olduğunuz ve “üstadlarımdan” dediğiniz İmamı Rabbani’ydi. Diğer “üstad”ınız ise Mevlana Celaleddini Rumi’ydi elbet. ( Mesnevi-i Nuriye, Mukaddeme)
Bu mısralardı zihnime güç, yüreğime cesaret aşılayan ve ötelerin ötesinde verilecek mahkeme için büyük emniyet hissi veren. Hani, “ Âlimler Nebi’lerin (tebliğ açısından) varisleridirler.” şeklinde hadislerden çıkarılan hüküm var ya, bu kıyası o ifadeye yaslanarak yapmakta hatalıysam Allah’tan affımı dilerim.
Sizin külliyatlara bile sığmayan fikir, hizmet, mücadele ve rehberliğinizi dile getirmek, biliyorum ki beni çok çok aşar. Sizi asıl izah edecek olan Nur risaleleriniz ve Nur külliyatınız olacaktır. Yepyeni nesiller sizi anlamak uğrunda ellerinden geleni yapacaklardır; berzah âleminde kalp rahatlığı içinde olunuz.
“Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası,” diye başladınız bir gün; “Ümmet-i Muhammediye”nin içine düştüğü itikadî hatanın temel saikini izah buyurdunuz.
“ Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı dinîyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki yüzde doksandır -bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsiri mâhiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilâfiye ise yüzde on nispetindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altun ise öteki birer elmas sütundur...” ( Sünuhat, Asar-ı Bed’iye)
İşte bunu fehmetmeyip altın hükmündeki içtihatla alakalı meseleleri “elmas sütun”larla değiştirmek gönülde, Müslümanı dinini yaşamakta zora sokup, özellikle ahlakî ve sosyal emirleri hayata geçiremeyerek Batılılardan teknik bakımdan geriye düşürmüştür. Bunu tersine çevirmenin yolu da “cehalet”i ortadan kaldırıcı bir tahsil seferberliği başlatmaktır.
“ Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.” der. “ Bu üç düşmana karşı marifet, sanat ve ittifakla cihad edeceğiz.” şeklinde devam eder. ( Asar-ı Bed’iyye, Münazarat)
"Allah’ın ipine hep birlikte sım sıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın." (Âl-i İmran Sûresi, 3:103.) İlahi buyruğu da bize ittifakı emretmiyor mu?
“Acaba” diye devam eder Üstat, “doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc edip tâbi kılmak caiz midir? Cumhûru, bürhandan ziyade, mehazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.” (age)
Mantıkça açıktır ki zihin, gerekli olandan tebeî bir yolla lâzıma gider. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise tabiî olmayan bir durumdur.
“ Meselâ, hükmün me’hazı (kaynağı) olan şeriat kitapları melzum ( gerekli olmuş olan) gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır (gereğidir). Muharrik-i vicdan olan kudsiyet (vicdanın harekete geçmesini sağlayan semavi oluş ise), lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden ( sadece içtihat neticesi açıklayıcı eserlere yöneldiğinden), hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren ( bazen) tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet ( katılık) peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm (sağır) kalmazdı.” (age)
Demek ki İslami kitaplar birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lazımken zamanın geçmesiyle “mukallitler yüzünden” paslanıp hakikata perde olmuşlardır. Maalesef bu kitaplar, Kuran’a tefsir olmak lazımken, bağımsız birer eser hükmüne geçmişlerdir.
“Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câzibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:
1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.
2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.
3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va’zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neşet eder.
Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyaç nispetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.” (age)
Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenab-ı Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizi gördünüz. Bir medresede, “huzur-u saadette” bulunuyordunuz. Cenab-ı Peygamber Size Kurân’dan ders vereceklerdi. Kurân’ı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Kur’ân’a ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada, şu kıyamın,ümmeti irşad için olduğunu hatırladınız.
“Bilâhare,” şeklinde ifade buyurdunuz; “ bu rüyayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: ‘Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütünb cihanda ihraz edecektir.’ " (Sünuhat, Kur’an’ın Hâkimiyet-i Mutlakası, s. 48)
Mehmet Nuri Bingöl
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.