Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (1)
Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (1)
Değerli yazar ve akademisyen Yusuf Kaplan’ı çok seven bir kişiyim. Düşüncelerini paylaşırken kimseye riyakârlık yapmayan ilkeli ve hakperest bir kişidir. Fakat çok üzüldüğüm bir konuda eleştirilerimi arz etmek istiyorum.
Bir konferansta kendisine şu soruyu sormuştum: “Hocam verdiğiniz örneklerde çoğunlukla “Nietzsche (Niçe diye okunur)” gibi yazarları örnek gösteriyor devamlı olarak bu ve benzer felsefecilerden referans veriyorsunuz. Hâlbuki ben sizden Bediüzzaman Said Nursi ve Necip Fazıl Kısakürek gibi yerli ve milli yazarlarımızdan örnek vermenizi beklerdim”.
Cevap olarak itiraz etti ve “sadece felsefecileri örnek vermediğini” ve “Bediüzzaman’dan da örnek verdiğini” söyledi. Bende sorularına cevap verirken memnuniyetimi ifade ettim.
Aradan yıllar geçti. Yusuf Kaplan’ın “Önümüzü açacak öncü kuşak için 100 kitaplık okuma listesi” diye yayınladığı ve beş aşamada okunmasını tavsiye ettiği çeşitli reklamları okudum. Heyecanla bu listeleri incelemeye başladım. Fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı inkâr edemem.
Bu listede Necip Fazıl Kısakürek’in “Çöle İnen Nur” isimli kitabını görmüş olsam da Bediüzzaman’ın muhteşem külliyatı olan Risale-i Nur eserlerinden bir tanesini dahi görememek büyük bir eksiklikti.
O halde Yusuf Kaplan hocamız gibi âlim ve değerli zatları bir kenara koyup okuma listesi hazırlayanlara şu tavsiyelerde bulunup Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat hikâyesinden bir kesit sunarak niçin bu zatı tanımak ve eserlerini niçin okumak gerektiğini anlatmaya çalışayım:
Bir okul arkadaşım da Bediüzzaman’ı tanımadığını söylüyordu. Fesübhanallah, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış, doğru yol ve istikametten hiç ayrılmamış, harp gazisi ve madalya sahibi Bediüzzaman’ı tanımamak kadar büyük bir gaflet olur mu?
Demek ki bize bu zatı unutturmuşlar. O halde Bediüzzaman’ı hiç olmaz ise gençlik dönemini bir makale hacmi ile tanımaya çalışalım. Zira bundan bahsetmemek yazarlar için dahi suçtur, ayıptır…
Elbette sadece gençlik bölümünün yer aldığı bu yazı; onu hakkıyla anlamaya yetmez. Daha yakından tanımak için eserlerine müracaat etmek gereklidir. Şimdilik gençlik devrini 32 madde ile anlamaya çalışalım:
1. Kesinlikle hiç kimseden hediye olarak para almıyordu. Sonuçta da hiçbir maddî mülkiyeti evi, barkı, konağı yoktu. Hayatında kimsesiz ve sürgünde geçen bir tarzı vardı. Defalarca hapislerde kalmış çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşamıştı. Yine de kimseden para ve karşılıksız hediye almadığı, hatta onu çok seven talebelerini dahi kırdığı fakat hediye almadığı görülmüştür.
2. Hiçbir âlime hocaya sual sormazdı. Ancak sorulanlara cevap verirdi. Bu hususta şöyle derdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim." Yani “hoca olduğu halde bir soruyu bilemedi” diye kimseyi zor durumda bırakmak istemezdi.
3. Yanında bulunan talebelerini de aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men ederdi. Onları da yalnız Allah rızası için çalıştırırdı. Hatta çoğu zaman talebelerini kendi iaşe derdi.
4. Daima yalnız kalmak ve dünyada mümkün olduğunca hiçbir şeyle alâka peyda etmemeye çalışırdı. Bunun içindir ki, "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Sebebi sorulunca da, "Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir”. Ayrıca, “mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum" derdi. Nitekim Birinci Dünya savaşına talebeleri ile katılmış savaşta büyük yararlılıklar göstermiş madalya verilmişti.
5. Savaşta ağır yaralı olarak esir düşmüş Bolşevik devriminden istifade ederek esir kampından firar edip İstanbul’a gelmiştir. Burada Osmanlı Ordusu mensubu olarak en önemli ilmi akademi olan Darülhikmet’ül İslamiye‘ye aza olmuştu.
6. Çok kısa zamanda kitap okur ve hafızasına alırdı. Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında birçok ilim sahibi kişiyi ilzam etmiş yani susturmuştu. İşte pek genç yaşta olduğu halde bu hallerinden dolayı ve deniz gibi bir ilme malikiyetinden dolayı ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lâkabını vermiştir.
7. Bediüzzaman, Van'da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve düşüncelerle yeni ilmi ve ders usullerini göstermeye başlamıştı. Dini hakikatleri asrın fehmine ve tarzına uygun en yeni izahlarla ispat etmek suretiyle talebelerini yetiştirirdi.
8. Van'da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını araştırarak kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Birgün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevasını elde ederdi.
9. O tarihlerde hatta vefatından önceki son dersinde dahi en büyük gaye ve düşüncesinden bir tanesi, Mısır'daki Câmiü'l-Ezher'e mukabil Bitlis, Diyarbakır ve Van'da "Medresetü'z-Zehra" isminde bir darülfünun yani üniversite meydana getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu her devirde tasarlayıp uygulamaya çalışmıştır. II: Abdülhamid, Sultan Reşat ve hatta Cumhuriyet döneminde bu amaç için büyük gayret sarf etmiştir.
10. İstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa, "Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?" demişti. O da İstanbul'a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul'daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını doğru ve sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Doğu Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa Molla Said, kesinlikle kendini beğenmişliği sevmezdi. Her türlü gösterişten uzak olarak hareket ederdi.
11. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, ihlaslı idi. Tasannu, riyakârlık ve minnet altında bırakmaktan hoşlanmazdı. İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz”.
12. İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı. Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît'ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar.
Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben"Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der. Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman'dan şüphe duymadığı ilmini ve zekâsını tecrübe etmek değil, belki, geleceğe ait fikirlerini öğrenmekti.
Cevabında "Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak." Demişti. Bu cevaba karşı Şeyh Bahît, "Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir.
13. Bediüzzaman'ın İstanbul'da hayatı, siyaset yoluyla İslâmiyet’e hizmet etmek şeklindedir.
Siyasî hayata karışması, İslâmiyet’e hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı yöneticilere "Siz dini incittiniz, Gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır" diye muhalefet etmekten çekinmezdi.
14. Hürriyetten sonra arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetini kurmuş cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamıştır. Hattâ Bediüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.
15. Hürriyeti yanlış göstermemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor etmişti. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve ikna edici idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmiş milli uyanış için gerekli adımları atmıştı.
16. Bediüzzaman Said Nursî'nin Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutku emsalsizdir. “Hürriyete hitâp” başlığı ile “Ey vatan evladı! Hürriyeti kötü düşünmeyin ve yanlış kullanmayın” diyerek özgürlüğün elimizden kaçmamasını istemiştir. Hürriyeti de Kuran hükümlerine, şeriatın adabına uymakla mümkün olacağını ifade etmiş güzel ahlak sayesinde gelişip güçleneceğini söylemiştir.
Yazının devamı gelecektir, vesselam…
Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (2)
17. İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik'te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, "Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti" diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensup olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso'nun Bediüzzaman'ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş'um gayesine âlet etmek idi.
18. 31 Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?" Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!"
19. Bediüzzaman'ın sıkıyönetim mahkemesindeki bu müdafaası iki defa kitap olarak neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken hem beraat etmiş hem de yüzlerce masum insanı kurtarmıştır. Mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidâlarıyla ilerlemiştir.
20. Hürriyetin başlangıcında doğu aşiretlerine telgraf çekerek "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz." Demiş, her yerden bu telgrafın cevabı, müspet ve güzel olarak gelmiştir. Doğu illerini tenbih ederek gafil bırakmamıştır. Tâ yeni bir istibdat ve baskı rejimi onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım dememiştir.
21. Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum âlimlere ve öğrencilere defalarca nutuklarla şeriatı ve meşrutiyetin anlamını hakiki münasebetini izah etmiştir. Tahakküm ve baskının şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan etmiştir. “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” hadisinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin diyerek hürriyet ve özgürlüklerin yeşermesine çalışmıştır.
22. İstanbul'da yirmi bine yakın Kürt’ü, hamal ve gafil ve safdil oldukları için siyasetçilerin aldatmasından korkarak toplantı yerlerini ve kahvelerini gezmiş anlayacakları şekilde meşrutiyeti onlara telkin etmiştir. İstibdatın, zulüm ve tahakküm olduğunu meşrutiyetin ise adalet ve şeriat olduğunu söylemiştir. “Eğer Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” diyerek asıl düşmanımızın cehalet, zaruret, ihtilâf olduğunu ikna ederek anlatmıştır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edilebileceğini ve terakkiye sevk eden hakikî kardeş olarak Türkleri gördüğünü ifade etmiştir.
23. Husumette yani düşmanlıkta fenalık olduğunu, “husumete vaktimizin olmadığını söylemiştir. İşte o hamalların, Avusturya'ya karşı boykotları Avrupa'ya karşı ekonomik savaş açmaya sebebiyet vermiştir.
24. Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı (hâşâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüş idi. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışlamıştır. Lâkin yine korkmuş başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvveti varsa Ayasofya Camiinde meb'usana hitaben feryat etmiş demiştir ki: “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola” Meşrutiyet nizamının ehlisünnetin dört mezhebine uygun olduğunu dâvâ etmiştir.
25. Gazetelerde ikazlar yaparak gazetecileri uyarmıştır. Demiştir ki: “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli”.
26. Defalarca isyan ve kalkışmayı önlemiştir. Korkarak halkın siyasete karışarak asayişi ihlâl etmesine karşı uygun lisan ile heyecanı teskin etmiştir. Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetişmiş bir derece heyecanı durdurmayı başarmıştır.
27. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül edilince korkarak bu mübarek ismin altında bazılarının suiistimallerini önlemeye çalışmıştır. “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez” diyerek fenalıkları önlemiştir.
28. Sultan Selim' Han’a biat ettiğini söyleyerek “ittihad-ı İslâm” fikrini kabul etmiştir.
29. Askerlerin siyasete karıştığını görüp engel olmaya çalışmıştır. Bir gazetede yazarak: “Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir” diyerek askerlerin siyasetten uzaklaştırmıştır.
30. Mart'ın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi görmüş ve halkı anarşistlikten kurtaran “şeriat” lafzını yalnız görmüştür. Anlamıştır ki iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecekti. Fakat yine de isyanı bir derece bastırmıştır. Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gitmiş gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirmiştir. Nasihatleri tesir etmiştir ki, şöyle demiştir: "Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslam’a zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerç olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, hâlbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriat ile, Kur'ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir”.
31. Doğu’nun perişan halini görüp anlamıştır ki dünyadaki saadet üniversitelerle olacak. Tâ ki din alimleri fenlerle ünsiyet peyda etsin, alışsın. Ve o saik ile İstanbul’a gelmiş Padişah II. Abdülhamid’e müracaat etmiş fakat müracaatı yerine maaş ve ihsan-ı şahane verilmiştir. Bediüzzaman bunu kabul etmeyip reddedince hapse ve tımarhaneye atılmıştır. Zira ihsanı şahaneyi yani Padişah’ın özel hediyesini kabul etmemek tarihte eşine rastlanmayan bir durumdu.
32. İslâm ülkelerinin merkezi ve rabıtası olan hilâfet makamını korumak maksadıyla Sultan Abdülhamid Han Hazretlerine nasihat etmeye çalışmıştır. Demiştir ki: "Münhasif Yıldızı (sarayını) darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü'l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle!"
Bu maddeler çok daha fazla çoğaltılabilir. Çünkü sadece gençlik hayatından bir kesit sunulmuştur. Hayatının diğer kısmı ise hapis ve sürgünde mahkeme salonlarında geçmiştir. Fakat maksat Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımak, tanıtmak olmasından dolayı şimdilik bu kadarı ile yetinmek gerekiyor. Zira Bediüzzaman’ı tanımanın en iyi yolu onun hayat hikayesini ve kahramanlıklarını madde madde yazmak değil şaheser eser olan Risale-i Nur Külliyatını okumakla mümkündür. Kim ki bu eserleri anlayarak okur ise zamanın mühim bir âlimi olabilir. Yusuf hocamın kulakları çınlasın, vesselam…
Dr. Vehbi Kara
Ekleme
Tarihi: 03 Ekim 2021 - Pazar
Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (1)
Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (1)
Değerli yazar ve akademisyen Yusuf Kaplan’ı çok seven bir kişiyim. Düşüncelerini paylaşırken kimseye riyakârlık yapmayan ilkeli ve hakperest bir kişidir. Fakat çok üzüldüğüm bir konuda eleştirilerimi arz etmek istiyorum.
Bir konferansta kendisine şu soruyu sormuştum: “Hocam verdiğiniz örneklerde çoğunlukla “Nietzsche (Niçe diye okunur)” gibi yazarları örnek gösteriyor devamlı olarak bu ve benzer felsefecilerden referans veriyorsunuz. Hâlbuki ben sizden Bediüzzaman Said Nursi ve Necip Fazıl Kısakürek gibi yerli ve milli yazarlarımızdan örnek vermenizi beklerdim”.
Cevap olarak itiraz etti ve “sadece felsefecileri örnek vermediğini” ve “Bediüzzaman’dan da örnek verdiğini” söyledi. Bende sorularına cevap verirken memnuniyetimi ifade ettim.
Aradan yıllar geçti. Yusuf Kaplan’ın “Önümüzü açacak öncü kuşak için 100 kitaplık okuma listesi” diye yayınladığı ve beş aşamada okunmasını tavsiye ettiği çeşitli reklamları okudum. Heyecanla bu listeleri incelemeye başladım. Fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı inkâr edemem.
Bu listede Necip Fazıl Kısakürek’in “Çöle İnen Nur” isimli kitabını görmüş olsam da Bediüzzaman’ın muhteşem külliyatı olan Risale-i Nur eserlerinden bir tanesini dahi görememek büyük bir eksiklikti.
O halde Yusuf Kaplan hocamız gibi âlim ve değerli zatları bir kenara koyup okuma listesi hazırlayanlara şu tavsiyelerde bulunup Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat hikâyesinden bir kesit sunarak niçin bu zatı tanımak ve eserlerini niçin okumak gerektiğini anlatmaya çalışayım:
Bir okul arkadaşım da Bediüzzaman’ı tanımadığını söylüyordu. Fesübhanallah, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış, doğru yol ve istikametten hiç ayrılmamış, harp gazisi ve madalya sahibi Bediüzzaman’ı tanımamak kadar büyük bir gaflet olur mu?
Demek ki bize bu zatı unutturmuşlar. O halde Bediüzzaman’ı hiç olmaz ise gençlik dönemini bir makale hacmi ile tanımaya çalışalım. Zira bundan bahsetmemek yazarlar için dahi suçtur, ayıptır…
Elbette sadece gençlik bölümünün yer aldığı bu yazı; onu hakkıyla anlamaya yetmez. Daha yakından tanımak için eserlerine müracaat etmek gereklidir. Şimdilik gençlik devrini 32 madde ile anlamaya çalışalım:
1. Kesinlikle hiç kimseden hediye olarak para almıyordu. Sonuçta da hiçbir maddî mülkiyeti evi, barkı, konağı yoktu. Hayatında kimsesiz ve sürgünde geçen bir tarzı vardı. Defalarca hapislerde kalmış çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşamıştı. Yine de kimseden para ve karşılıksız hediye almadığı, hatta onu çok seven talebelerini dahi kırdığı fakat hediye almadığı görülmüştür.
2. Hiçbir âlime hocaya sual sormazdı. Ancak sorulanlara cevap verirdi. Bu hususta şöyle derdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim." Yani “hoca olduğu halde bir soruyu bilemedi” diye kimseyi zor durumda bırakmak istemezdi.
3. Yanında bulunan talebelerini de aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men ederdi. Onları da yalnız Allah rızası için çalıştırırdı. Hatta çoğu zaman talebelerini kendi iaşe derdi.
4. Daima yalnız kalmak ve dünyada mümkün olduğunca hiçbir şeyle alâka peyda etmemeye çalışırdı. Bunun içindir ki, "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Sebebi sorulunca da, "Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir”. Ayrıca, “mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum" derdi. Nitekim Birinci Dünya savaşına talebeleri ile katılmış savaşta büyük yararlılıklar göstermiş madalya verilmişti.
5. Savaşta ağır yaralı olarak esir düşmüş Bolşevik devriminden istifade ederek esir kampından firar edip İstanbul’a gelmiştir. Burada Osmanlı Ordusu mensubu olarak en önemli ilmi akademi olan Darülhikmet’ül İslamiye‘ye aza olmuştu.
6. Çok kısa zamanda kitap okur ve hafızasına alırdı. Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında birçok ilim sahibi kişiyi ilzam etmiş yani susturmuştu. İşte pek genç yaşta olduğu halde bu hallerinden dolayı ve deniz gibi bir ilme malikiyetinden dolayı ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lâkabını vermiştir.
7. Bediüzzaman, Van'da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve düşüncelerle yeni ilmi ve ders usullerini göstermeye başlamıştı. Dini hakikatleri asrın fehmine ve tarzına uygun en yeni izahlarla ispat etmek suretiyle talebelerini yetiştirirdi.
8. Van'da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını araştırarak kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Birgün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevasını elde ederdi.
9. O tarihlerde hatta vefatından önceki son dersinde dahi en büyük gaye ve düşüncesinden bir tanesi, Mısır'daki Câmiü'l-Ezher'e mukabil Bitlis, Diyarbakır ve Van'da "Medresetü'z-Zehra" isminde bir darülfünun yani üniversite meydana getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu her devirde tasarlayıp uygulamaya çalışmıştır. II: Abdülhamid, Sultan Reşat ve hatta Cumhuriyet döneminde bu amaç için büyük gayret sarf etmiştir.
10. İstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa, "Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?" demişti. O da İstanbul'a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul'daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını doğru ve sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Doğu Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa Molla Said, kesinlikle kendini beğenmişliği sevmezdi. Her türlü gösterişten uzak olarak hareket ederdi.
11. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, ihlaslı idi. Tasannu, riyakârlık ve minnet altında bırakmaktan hoşlanmazdı. İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz”.
12. İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı. Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît'ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar.
Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben"Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der. Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman'dan şüphe duymadığı ilmini ve zekâsını tecrübe etmek değil, belki, geleceğe ait fikirlerini öğrenmekti.
Cevabında "Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak." Demişti. Bu cevaba karşı Şeyh Bahît, "Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir.
13. Bediüzzaman'ın İstanbul'da hayatı, siyaset yoluyla İslâmiyet’e hizmet etmek şeklindedir.
Siyasî hayata karışması, İslâmiyet’e hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı yöneticilere "Siz dini incittiniz, Gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır" diye muhalefet etmekten çekinmezdi.
14. Hürriyetten sonra arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetini kurmuş cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamıştır. Hattâ Bediüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.
15. Hürriyeti yanlış göstermemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor etmişti. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve ikna edici idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmiş milli uyanış için gerekli adımları atmıştı.
16. Bediüzzaman Said Nursî'nin Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutku emsalsizdir. “Hürriyete hitâp” başlığı ile “Ey vatan evladı! Hürriyeti kötü düşünmeyin ve yanlış kullanmayın” diyerek özgürlüğün elimizden kaçmamasını istemiştir. Hürriyeti de Kuran hükümlerine, şeriatın adabına uymakla mümkün olacağını ifade etmiş güzel ahlak sayesinde gelişip güçleneceğini söylemiştir.
Yazının devamı gelecektir, vesselam…
Bediüzzaman’ı Görmeyen Hoca Yusuf Kaplan (2)
17. İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik'te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, "Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti" diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensup olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso'nun Bediüzzaman'ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş'um gayesine âlet etmek idi.
18. 31 Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?" Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!"
19. Bediüzzaman'ın sıkıyönetim mahkemesindeki bu müdafaası iki defa kitap olarak neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken hem beraat etmiş hem de yüzlerce masum insanı kurtarmıştır. Mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidâlarıyla ilerlemiştir.
20. Hürriyetin başlangıcında doğu aşiretlerine telgraf çekerek "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz." Demiş, her yerden bu telgrafın cevabı, müspet ve güzel olarak gelmiştir. Doğu illerini tenbih ederek gafil bırakmamıştır. Tâ yeni bir istibdat ve baskı rejimi onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım dememiştir.
21. Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum âlimlere ve öğrencilere defalarca nutuklarla şeriatı ve meşrutiyetin anlamını hakiki münasebetini izah etmiştir. Tahakküm ve baskının şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan etmiştir. “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” hadisinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin diyerek hürriyet ve özgürlüklerin yeşermesine çalışmıştır.
22. İstanbul'da yirmi bine yakın Kürt’ü, hamal ve gafil ve safdil oldukları için siyasetçilerin aldatmasından korkarak toplantı yerlerini ve kahvelerini gezmiş anlayacakları şekilde meşrutiyeti onlara telkin etmiştir. İstibdatın, zulüm ve tahakküm olduğunu meşrutiyetin ise adalet ve şeriat olduğunu söylemiştir. “Eğer Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” diyerek asıl düşmanımızın cehalet, zaruret, ihtilâf olduğunu ikna ederek anlatmıştır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edilebileceğini ve terakkiye sevk eden hakikî kardeş olarak Türkleri gördüğünü ifade etmiştir.
23. Husumette yani düşmanlıkta fenalık olduğunu, “husumete vaktimizin olmadığını söylemiştir. İşte o hamalların, Avusturya'ya karşı boykotları Avrupa'ya karşı ekonomik savaş açmaya sebebiyet vermiştir.
24. Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı (hâşâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüş idi. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışlamıştır. Lâkin yine korkmuş başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvveti varsa Ayasofya Camiinde meb'usana hitaben feryat etmiş demiştir ki: “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola” Meşrutiyet nizamının ehlisünnetin dört mezhebine uygun olduğunu dâvâ etmiştir.
25. Gazetelerde ikazlar yaparak gazetecileri uyarmıştır. Demiştir ki: “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli”.
26. Defalarca isyan ve kalkışmayı önlemiştir. Korkarak halkın siyasete karışarak asayişi ihlâl etmesine karşı uygun lisan ile heyecanı teskin etmiştir. Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetişmiş bir derece heyecanı durdurmayı başarmıştır.
27. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül edilince korkarak bu mübarek ismin altında bazılarının suiistimallerini önlemeye çalışmıştır. “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez” diyerek fenalıkları önlemiştir.
28. Sultan Selim' Han’a biat ettiğini söyleyerek “ittihad-ı İslâm” fikrini kabul etmiştir.
29. Askerlerin siyasete karıştığını görüp engel olmaya çalışmıştır. Bir gazetede yazarak: “Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir” diyerek askerlerin siyasetten uzaklaştırmıştır.
30. Mart'ın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi görmüş ve halkı anarşistlikten kurtaran “şeriat” lafzını yalnız görmüştür. Anlamıştır ki iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecekti. Fakat yine de isyanı bir derece bastırmıştır. Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gitmiş gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirmiştir. Nasihatleri tesir etmiştir ki, şöyle demiştir: "Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslam’a zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerç olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, hâlbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriat ile, Kur'ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir”.
31. Doğu’nun perişan halini görüp anlamıştır ki dünyadaki saadet üniversitelerle olacak. Tâ ki din alimleri fenlerle ünsiyet peyda etsin, alışsın. Ve o saik ile İstanbul’a gelmiş Padişah II. Abdülhamid’e müracaat etmiş fakat müracaatı yerine maaş ve ihsan-ı şahane verilmiştir. Bediüzzaman bunu kabul etmeyip reddedince hapse ve tımarhaneye atılmıştır. Zira ihsanı şahaneyi yani Padişah’ın özel hediyesini kabul etmemek tarihte eşine rastlanmayan bir durumdu.
32. İslâm ülkelerinin merkezi ve rabıtası olan hilâfet makamını korumak maksadıyla Sultan Abdülhamid Han Hazretlerine nasihat etmeye çalışmıştır. Demiştir ki: "Münhasif Yıldızı (sarayını) darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü'l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle!"
Bu maddeler çok daha fazla çoğaltılabilir. Çünkü sadece gençlik hayatından bir kesit sunulmuştur. Hayatının diğer kısmı ise hapis ve sürgünde mahkeme salonlarında geçmiştir. Fakat maksat Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımak, tanıtmak olmasından dolayı şimdilik bu kadarı ile yetinmek gerekiyor. Zira Bediüzzaman’ı tanımanın en iyi yolu onun hayat hikayesini ve kahramanlıklarını madde madde yazmak değil şaheser eser olan Risale-i Nur Külliyatını okumakla mümkündür. Kim ki bu eserleri anlayarak okur ise zamanın mühim bir âlimi olabilir. Yusuf hocamın kulakları çınlasın, vesselam…
Dr. Vehbi Kara
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.