Üniversite ve kamu kurumlarında Bediüzzaman Said Nursi hakkında adı konulmamış bir ambargo vardır. Hatta bazı kurumlar Bediüzzaman Said Nursi yerine isim benzerliğinden dolayı “Şeyh Said” ve “Said Molla” gibi kişileri öne çıkararak kavram kargaşasına yol açmaktadırlar.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış, doğru yol ve istikametten hiç ayrılmamış, harp gazisi ve madalya sahibi Bediüzzaman’ı tanımamak kadar büyük bir gaflet olur mu?
O halde eserlerini çok okuyan bir kişi olarak Bediüzzaman hakkında özellikle gençlik döneminin bilinmesi için çalışmalar yapmak gereklidir. Bu kısa ve mütevazi çalışma daha sonra yapılacak eserler için bir çeşit ön hazırlık da olabilir. Zira bu zat büyük bir İslam âlimi olduğu gibi Osmanlı Devleti ve Türkiye cumhuriyeti tarihinde önemli rollere sahip olmuştur.
Demek ki bize bu zatı unutturmuşlar. O halde Bediüzzaman’ı hiç olmaz ise gençlik dönemini bir makale hacmi ile tanımaya çalışalım. Zira bundan bahsetmemek yazarlar için dahi suçtur, ayıptır…
Elbette sadece gençlik bölümünün yer aldığı bu yazı; onu hakkıyla anlamaya yetmez. Daha yakından tanımak için eserlerine müracaat etmek gereklidir. Şimdilik gençlik devrini anlamaya çalışalım.
Bediüzzaman’ın Öğrencilik ve Medrese Hocalığı Dönemi
Bediüzzaman klasik bir medrese eğitimi almış ve Van’da Horhor medresesinde hocalık yapmıştır. Bu döneme ait kendisinin çok ilginç hususiyetleri vardır.
Örneğin öğrencilik yıllarında dahi kesinlikle hiç kimseden hediye olarak para almıyordu. Sonuçta da hiçbir maddî mülkiyeti evi, barkı, konağı yoktu. Hayatında kimsesiz ve sürgünde geçen bir tarzı vardı.
Defalarca hapislerde kalmış çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşamıştı. Yine de kimseden para ve karşılıksız hediye almadığı, hatta onu çok seven talebelerini dahi kırdığı fakat hediye almadığı görülmüştür.
Hiçbir âlime, hocaya sual sormazdı. Ancak sorulanlara cevap verirdi. Bu hususta şöyle derdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim." Yani “hoca olduğu halde bir soruyu bilemedi” diye kimseyi zor durumda bırakmak istemezdi.
Yanında bulunan talebelerini de aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men ederdi. Onları da yalnız Allah rızası için çalıştırırdı. Hatta çoğu zaman talebelerini kendi iaşe ederdi.
Çok kısa zamanda kitap okur ve hafızasına alırdı. Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında birçok ilim sahibi kişiyi ilzam etmiş yani susturmuştu. İşte pek genç yaşta olduğu halde bu hallerinden dolayı ve deniz gibi bir ilme malikiyetinden dolayı ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lâkabını vermiştir.
Bediüzzaman, Van'da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve düşüncelerle yeni ilmi ve ders usullerini göstermeye başlamıştı. Dini hakikatleri asrın fehmine ve tarzına uygun en yeni izahlarla ispat etmek suretiyle talebelerini yetiştirirdi.
Van'da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını araştırarak kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Birgün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevasını elde ederdi.
Bediüzzaman’ın İstanbul’a Gelişi
Bediüzzaman Said Nursi, Doğuda bir üniversite kurulması maksadı ile 1907 yılında İstanbul’a gelmişti. Medresetüz Zehra adını verdiği bu eğitim kurumu için gayret ediyordu. Bu maksatla Van Valisi Tahir Paşa’nın mektubu ile birlikte Padişah 2. Abdülhamid’e müracaat etmişti.
“Şarkı ayağa kaldıracak dindir” diyerek manevi değerlerin önemine işaret ediyor bu maksatla eğitim kurumlarının açılması için büyük çaba sarf ediyordu. İnşa edilmesini arzu ettiği üniversitede fen ilimleri ile beraber din ilimlerinin de beraber okutulmasını gerekli görüyordu.
Fakat Padişahın çevresinde bulunan bazı zatlar, Bediüzzaman’ın Abdülhamid ile görüşmesine müsaade etmeyip dilekçesini de işleme sokmadılar. Bu görüşme arzusunu haddini aşmak olarak gören devlet erkânı önce Bediüzzaman’ı hapse atar daha sonra da “hapisteki insanlara siyasi dersler verebilir” endişesi ile daha zararsız bir yer olarak gördükleri tımarhaneye gönderirler. Doktorun sağlam şeklindeki raporu ile serbest kalan Bediüzzaman, bu sefer de başka yöntemler kullanılarak etkisizleştirilmeye çalışılır.
Üniversite teklifinden vazgeçsin diye kendisine maaş teklif edilir ve Doğudaki eğitimle ilgili dilekçesinin ilerde görüşüleceği söylenir. Hatta ısrarcı olmaması için bizzat Zaptiye Nazırı Şefik Paşa ricacı olur. Aralarındaki konuşma şu şekilde geçer:
Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da bu maaşı yirmi-otuz lira yapacak” der. Bediüzzaman cevap verir: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-i sükûttur”
Zaptiye Nazırı: “Neticesi vahimdir”
Bediüzzaman: “Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz”
Zaptiye Nazırı: “Senin dilekçen ve nesr-ı maarif olan maksadın Meclis-i Vükelâ’da derdest-i tezekkürdür” (Yani Mecliste görüşülmek üzere sıraya alınmıştır)
Bediüzzaman: “Acaba maarifi (eğitimi) tehir (geciktirip), maaşı tacil (acele) edersiniz, ne kaide iledir? Menfaat-i şahsiyemi menfaat-i umumiye-i millete tercih ediyorsunuz”.
İşte Medresetüz Zehra girişimi maalesef bu şekilde engellenmişti. Bunun üzerine Bediüzzaman, Fatih Camiinin hemen yanında bulunan Şekercihan da bir medreseye yerleşir. Kaldığı odasının üzerine şu levhayı asar: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; soru sorulmaz”.
Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur alimler gurup gurup Şerkercihan’a gelerek sualler soruyor ve hepsinin de cevaplarını doğru bir şekilde alıyorlardı. İşte Müslümanlar arasında çok az sayıda bulunan “Bediüzzaman” ismi, kendisinin bu özelliğinden dolayı verilmiştir.
Bediüzzaman’ın maksadı gösteriş yapmak ve kendisini büyük göstermek değildi. Çünkü herkes çok iyi biliyordu ki enaniyet ve kendini beğenmekten, riyakârlık diyerek; nefret ederdi. Onun gayesi, o tarihlerde çok küçümsenen Şarki Anadolu’daki ilim ve irfan derecesini göstermek ve üniversite açılmasına teşvik etmekti.
Günümüzde bu tarihi Şekercihan’ın hemen yanında “Şekercihan Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği” adı altında hayatını Bediüzzaman’ın eserlerini neşretmek adına kurulmuş bir sivil toplum örgütü bulunmaktadır. Devletten hiçbir maddi destek almadan yıllarca iman ve Kuran eğitimi vermeye devam etmektedir.
Bediüzzaman’ın kimseye karşı minnet etmemesi ve doğru bildiklerini her ortamda dile getirmesi, sırtını belirli makam ve mevkiye dayamış olanları rahatsız etmiştir. Bu nedenle kendilerine pek benzemeyen Bediüzzaman’ı yanlış anlamışlardır. Hâlbuki Abdülhamid Han’ın yapmış olduğu icraatları kendisine yapılan saygısızca tutumlara rağmen daima övmüş olan Bediüzzaman’a günümüzde dahi hala hücum edilebilmektedir.
Medresetü'z-Zehra Projesi
Vefatından önceki son dersinde dahi en büyük gaye ve düşüncesinden bir tanesi, Mısır'daki Câmiü'l-Ezher'e mukabil Bitlis, Diyarbakır ve Van'da "Medresetü'z-Zehra" isminde bir darülfünun yani üniversite meydana getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu her devirde tasarlayıp uygulamaya çalışmıştır. II: Abdülhamid, Sultan Reşat ve hatta Cumhuriyet döneminde bu amaç için büyük gayret sarf etmiştir.
İstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa, "Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?" demişti. O da İstanbul'a gelir gelmez ulemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul'daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını doğru ve sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Doğu Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa Molla Said, kesinlikle kendini beğenmişliği sevmezdi. Her türlü gösterişten uzak olarak hareket ederdi.
İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harika idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, ihlaslı idi. Tasannu, riyakârlık ve minnet altında bırakmaktan hoşlanmazdı. İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz”.
İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.
Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît'ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben"Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?" der.
Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman'dan şüphe duymadığı ilmini ve zekâsını tecrübe etmek değil, belki, geleceğe ait fikirlerini öğrenmekti. Cevabında "Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak." Demişti. Bu cevaba karşı Şeyh Bahît, "Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır" demiştir.
Bediüzzaman, Doğu’nun perişan halini görüp anlamıştır ki dünyadaki saadet üniversitelerle olacak. Tâ ki din alimleri fenlerle ünsiyet peyda etsin, alışsın. Ve o saik ile İstanbul’a gelmiştir. Padişah II. Abdülhamid’e müracaat etmiş fakat müracaatı yerine maaş ve ihsan-ı şahane verilmiştir. Bediüzzaman bunu kabul etmeyip reddedince hapse ve tımarhaneye atılmıştır. Zira ihsanı şahaneyi yani Padişah’ın özel hediyesini kabul etmemek tarihte eşine rastlanmayan bir durumdu.
İslâm ülkelerinin merkezi ve rabıtası olan hilâfet makamını korumak maksadıyla Sultan Abdülhamid Han Hazretlerine nasihat etmeye çalışmıştır. Demiştir ki: "Münhasif Yıldızı (sarayını) darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü'l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle!"
“Medresetüz Zehra” isimli bir seminerde bazı yanlış anlamalar vardır. Bu nedenle hayatının en önemli gayelerinden biri olan bu konuda bazı hususlara değinmek gereklidir.
Öncelikle rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun kamuoyuna açıkladığı fakat çok yanlış anlaşılıp anlamsız noktalara uzanan bir konuya değinmek gerekiyor. Bu konuda belgeleri ile açıklama yapan Araştırmacı ve Akademisyen Müfid Yüksel’e teşekkür etmek bir borçtur.
O husus şudur: Sultan Reşat Han, Bediüzzaman’ın Medresetüz Zehra Projesi için 19 bin altınlık bir tahsisat ayırmış ve bu tahsisatın ilk kısmını Van Valiliğine göndermiştir. Bediüzzaman’da Van’ın Edremit kazasında Medresetüz Zehra’nın temelini atmıştır. Fakat Birinci Dünya Savaşının çıkması ile birlikte bu çok önemli proje ilerleyememiş ve öylece kalmıştır.
Kadir Mısıroğlu ise bu konuda bazı kişilerin sözlerini yanlış olarak dile getirmiştir. Bediüzzaman hakkındaki bu iddiada “Sultan Reşad’ın Van Üniversitesi için tahsis ettiği 40.000 Reşad altınına el koyup hayatını o altınlarla idame etmesi” gibi bir iddiada bulunmuştur. Hâlbuki çadır devletinde bile kabul edilmesi mümkün olmayan böyle bir hususun Osmanlı Devletinde yapılması, akıl ve mantığa aykırıdır.
İşte Yüksel, bu yanlışlığı belgeleri ile ispat ederek tahsisatın ilk kısmı ile ilgili belgeleri devlet arşivlerinden çıkararak araştırmacıların bilgisine sunmuştur. Bu nedenle haksız ve yersiz iddialara belgelerle ikna edici bir cevap verilmiştir.
Medresetü'z-Zehra Eğitim Sistemi
Öncelikle “Darüt Talim” yani ilk mektep ile darülfünun olan Medresetüz Zehra’yı aynı kefeye koymamak gereklidir. Anadil eğitimi ile ilgili olarak ilk mektepte okutulmasını istediği hususlar bambaşka konulardır. Bu iki konuyu ayırmadan ifade etmek hatalıdır, yanlıştır.
İkinci husus; Medresetüz Zehra, dil okulu (filoloji) ile ilahiyat karışımı bir modeldir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın dile getirdiği hususlar bambaşkadır. Eğitim ile ilgili olarak Münazarat isimli eserinde Bediüzzaman, Arapça ve Türkçe’yi zorunlu görmektedir. Bununla ilgili ifadesi; “lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak” şeklindedir.
Bediüzzaman şöyle der: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder” İşte daha başka manalara gelecek bir eğitim tarzını sunmak özellikle de dil eğitimini öne çıkarmak asli amaçtan uzaklaşmayı ifade etmektedir.
Üçüncü husus; medrese eğitimindeki kişisel eğitim konusunda farklı bir anlayışı dile getirmektedir. Medrese usulünde eleştirilmiş olan şahıs merkezli eğitim günümüzde neredeyse hiç uygulanmamaktadır. Hâlbuki Bediüzzaman “âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi, halka ve daireye tebdil etmek” zorunluluğunu dile getirmiştir. Yani tek bir hocadan ders almak veya şahıslara bağlı eğitim yerine; amfi ve sınıflardan oluşan halka şeklindeki dersliklerde eğitimi istemektedir.
Dördüncü olarak; YÖK sistemi gibi devlet otoritesinden bağımsız bir yüksekokul önerilmektedir. Bu ise birçok açıdan mahzurludur. Örneğin emek verip diploma alan öğrencilere “denklik” problemi getirdiği için kabul edilmesi çok zordur. Tam tersine Bediüzzaman; “Bir mahreç bulmak (Günümüzde Profesör ünvanına denk gelen bir kadro) ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-i resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç kılmak, akîm bırakmamaktır. Dâru’l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezc etmektir. Ta ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun” demektedir.
Yani Medresetüz Zehra’dan mezun olanlar öğretmen okullarında muallimlik yapabildiği gibi kamu ve özel şirketlerde emsali yüksekokullar gibi denklik ve eğitim standartları açısından zorunluluk gerektiren şartların yerine getirilmesini istemektedir. Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşleri gayet açık ve nettir.
31 Mart Vakası ve Sultan Reşat Dönemi
Bediüzzaman'ın İstanbul'da hayatı, siyaset yoluyla İslâmiyet’e hizmet etmek şeklindedir. Siyasî hayata karışması, İslâmiyet’e hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı yöneticilere "Siz dini incittiniz, Gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır" diye muhalefet etmekten çekinmezdi.
Hürriyetten sonra arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetini kurmuş cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamıştır. Hattâ Bediüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cemiyete dâhil olmuştu.
Hürriyeti yanlış göstermemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor etmişti. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve ikna edici idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmiş milli uyanış için gerekli adımları atmıştı.
Bediüzzaman Said Nursî'nin Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutku emsalsizdir. “Hürriyete hitâp” başlığı ile “Ey vatan evladı! Hürriyeti kötü düşünmeyin ve yanlış kullanmayın” diyerek özgürlüğün elimizden kaçmamasını istemiştir. Hürriyeti de Kuran hükümlerine, şeriatın adabına uymakla mümkün olacağını ifade etmiş güzel ahlak sayesinde gelişip güçleneceğini söylemiştir.
İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik'te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına, "Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti" diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertipli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensup olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso'nun Bediüzzaman'ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş'um gayesine âlet etmek idi.
31 Mart Hadisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hadisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?" Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!"
Bediüzzaman'ın sıkıyönetim mahkemesindeki bu müdafaası iki defa kitap olarak neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken hem beraat etmiş hem de yüzlerce masum insanı kurtarmıştır. Mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidâlarıyla ilerlemiştir.
Hürriyetin başlangıcında doğu aşiretlerine telgraf çekerek "Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz." Demiş, her yerden bu telgrafın cevabı, müspet ve güzel olarak gelmiştir. Doğu illerini tenbih ederek gafil bırakmamıştır. Tâ yeni bir istibdat ve baskı rejimi onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım dememiştir.
Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum âlimlere ve öğrencilere defalarca nutuklarla şeriatı ve meşrutiyetin anlamını hakiki münasebetini izah etmiştir. Tahakküm ve baskının şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan etmiştir. “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” hadisinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin diyerek hürriyet ve özgürlüklerin yeşermesine çalışmıştır.
İstanbul'da yirmi bine yakın Kürt’ü, hamal ve gafil ve safdil oldukları için siyasetçilerin aldatmasından korkarak toplantı yerlerini ve kahvelerini gezmiş anlayacakları şekilde meşrutiyeti onlara telkin etmiştir. İstibdatın, zulüm ve tahakküm olduğunu meşrutiyetin ise adalet ve şeriat olduğunu söylemiştir. “Eğer Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” diyerek asıl düşmanımızın cehalet, zaruret, ihtilâf olduğunu ikna ederek anlatmıştır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edilebileceğini ve terakkiye sevk eden hakikî kardeş olarak Türkleri gördüğünü ifade etmiştir.
Husumette yani düşmanlıkta fenalık olduğunu, “husumete vaktimizin olmadığını söylemiştir. İşte o hamalların, Avusturya'ya karşı boykotları Avrupa'ya karşı ekonomik savaş açmaya sebebiyet vermiştir.
Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı (hâşâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüş idi. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışlamıştır. Lâkin yine korkmuş başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvveti varsa Ayasofya Camiinde meb'usana hitaben feryat etmiş demiştir ki: “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola” Meşrutiyet nizamının ehlisünnetin dört mezhebine uygun olduğunu dâvâ etmiştir.
Gazetelerde ikazlar yaparak gazetecileri uyarmıştır. Demiştir ki: “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli”.
Defalarca isyan ve kalkışmayı önlemiştir. Korkarak halkın siyasete karışarak asayişi ihlâl etmesine karşı uygun lisan ile heyecanı teskin etmiştir. Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetişmiş bir derece heyecanı durdurmayı başarmıştır.
İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla bir cemiyet teşekkül edilince korkarak bu mübarek ismin altında bazılarının suiistimallerini önlemeye çalışmıştır. “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez” diyerek fenalıkları önlemiştir.
Sultan Selim' Han’a biat ettiğini söyleyerek “ittihad-ı İslâm” fikrini kabul etmiştir.
Askerlerin siyasete karıştığını görüp engel olmaya çalışmıştır. Bir gazetede yazarak: “Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir” diyerek askerlerin siyasetten uzaklaştırmıştır.
Mart'ın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi görmüş ve halkı anarşistlikten kurtaran “şeriat” lafzını yalnız görmüştür. Anlamıştır ki iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecekti. Fakat yine de isyanı bir derece bastırmıştır. Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gitmiş gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirmiştir. Nasihatleri tesir etmiştir ki, şöyle demiştir: "Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslam’a zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercümerç olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz şeriat dersiniz, hâlbuki şeriate muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriat ile, Kur'ân ile, hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır. Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zabitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik, münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektepli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz. Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir”.
Bediüzzaman, Sultan Reşat padişah olunca da eski tavrını sürdürmüştür. Bu hususla ilgili olarak ilginç bir olayı arz edeyim:
Saray’da bir tören düzenlenmişti. Dönemin padişahı Sultan Reşat, törene zamanın diğer âlimleriyle birlikte Bediüzzaman’ı da davet etmişti.
Bediüzzaman, bu davete, yerel kıyafetiyle katılmak istemişti. Ayağında çizmesi, belinde kuşağı ve hançeri, başında da ucunu omuzlarına kadar sarkıttığı sarığı vardı.
Mabeyn makamı yani padişahın özel kalemi; hiç olmazsa bu tören süresince diğer âlim ve hocalar gibi cübbe giymesini rica etmiş bu ısrarlar üzerine, bir cübbe giyerek Saray’a öyle gitmişti.
Şeyhülislâm, âlimler, bakanlar, yüksek rütbeli komutanlar ve üst düzey memurlar “saçak” öpeceklerdi. Padişahın oturduğu tahtın yan tarafından ipekten yapılmış bir kumaş sarkıtılmıştı. Saçak öpme merasimi başladığında, kimi bu saçağı, kimi padişahın eteğini öpüyor, kimi de baş eğip gerisin geri çekiliyordu.
Sıra Bediüzzaman’a gelmişti. Bediüzzaman yerinden çıkmış, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar geldikten sonra eli göğsünde “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm vermiş ve Sultan Reşat’ın önünden geçerek gitmişti.
Padişah şaşırmıştı. Çünkü böyle bir tavır; eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Yanındaki paşaya sorar: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sandı? Niçin böyle selâm etti?”
Paşa eli önünde bağlı bir halde: “Efendim, bu zâtın lakabı Bediüzzaman, ismi Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir.”
Sultan Reşat kısa bir süre düşündü. Durumu kavramıştı. Zaten âlimlere büyük saygısı ve sevgisi olan biriydi. Böyle bir âlim ise onun daha çok ilgisini çekmiş, takdirini kazanmıştı. Herkesin duyabileceği bir şekilde şunları söylemişti: “Ben şimdiye kadar ilmin izzetini koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle olmalıdır.”
Bu olaydan sonra Bediüzzaman’la Sultan Reşat samimi iki dost oldu. Hatta Kosava’ya ziyaret için aynı trende yolculuk ettiler. Hatta Medresetüz Zehra projesi için belirli bir tahsisat da ayrıldı. Fakat Birinci Dünya savaşı başlayınca proje temeli atılmasına rağmen yarım kaldı.
Bu yazıyı yazmaktan maksat; Bediüzzaman’ı devlete düşman olarak göstermeye çalışan bazı tarihçilerin kanaatlerini düzeltmek, devlet ve millet için çalışan Bediüzzaman’ı daha iyi tanımaktır.
Bediüzzaman’ı Askerlik Görevi ve Gönüllü Alay Komutanlığı
Bediüzzaman Said Nursi’nin Gönüllü Alay komutanı olarak savaşlara iştirak etmiş ve başarılarından dolayı şeref madalyası sahibi olmuştur.
Kendisi çok mütevazı olduğundan savaş başarılarından bahsedilmesini istemezdi. “Ben kendimi beğenmiyorum beni beğenenleri dahi beğenmiyorum” diyerek şahsını nazara alan övgülerden hiç hoşlanmadığını, gayet iyi biliyoruz.
Fakat bu durum, tarihçilerin kendisi hakkında yazılar yazmasına mani değildir. Özellikle Genelkurmay Başkanlığının askeri arşivlerinde Nursi hakkında çok sayıda belge mevcuttur. Bu belgelerin çok az bir kısmı neşredilmiş okuyucuların bilgisine sunulmuştur.
Tarihçe-i Hayat isimli kitabının giriş kısmında şu bilgiler yer almaktadır:
“Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla, Erzurum’un Pasinler’in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri… yazıyordum”
Ruslar, Van ve Muş tarafını istila edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada Bitlis Valisi Memduh Bey ile Komutan Ali Çetinkaya, Bediüzzaman’a : “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; geri çekilmeye mecburuz” demiştir. Bediüzzaman ise “Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları çoluk çocuk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört beş gün mukavemete mecburuz” diyerek savaşmıştır.
Bediüzzaman, 300 gönüllü ile geceleyin Nurşin tarafına, düşman eline geçme ihtimali bulunan topları kurtarmaya gitmiştir. Bediüzzaman’ın kumanda ettiği askerler, bütün topları kurtararak Bitlis’e getirir ve burada Ruslara büyük kayıp verdirir. Ruslar, savaşta buradan daha ileriye geçememişlerdir.
Savaş esnasında cephede Bediüzzaman, askerlere cesaret vermek için siperlere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Dört mermi yarası almasına rağmen askerlerin cesareti kırılmasın diye geri çekilmezdi. Diğer komutanlar; Aman geri çekilsin diye uyardığı halde “Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek” diyerek şehit olma arzusu ile savaşmaya devam etmiştir.
Bitlis’te savaşırken düşmanın üç siper hattını geçerek ilerlemeye muvaffak olmuştur. Fakat ağır bir şekilde yaralanmış hatta ayağı da kırılmıştır. Bu halde 33 saat kendisini gizleyebilmiş ise de sonunda Ruslara esir düşmüştür.
İki yıl esarette kaldıktan sonra Bolşevik İhtilalinden yararlanarak esir kampından kaçmaya muvaffak olmuştur. Varşova ve Sofya üzerinden İstanbul’a gelmiş ve cesaretinden ve kahramanlıklarından dolayı savaş madalyası ile taltif edilmiştir.
Darül Hikmet’ül İslamiye Görevi
Birinci Dünya savaşına talebeleri ile katılmış savaşta büyük yararlılıklar göstermiş ve madalya sahip olmuştu. Fakat savaşta ağır yaralı olarak esir düştüğü ve Bolşevik devriminden istifade ederek esir kampından firar edip İstanbul’a geldiği için çok yorgun ve bitkin idi.
Osmanlı Devleti bu savaş gazisinden daha fazla istifade edebilmek için Osmanlı Ordusu kontenjanından en önemli ilmi akademi olan Darülhikmet’ül İslamiye‘ye aza olmasını istemişti.
Daima yalnız kalmak ve dünyada mümkün olduğunca hiçbir şeyle alâka peyda etmemeye çalışırdı. Bunun içindir ki, "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Sebebi sorulunca da, "Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir”. Ayrıca, “mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum" derdi.
Milli Mücadeleye Yardımı ve Ankara’ya Gelişi
Darül Hikmetül İslamiye’de ordu temsilcisi olarak görevlendirildikten sonra Milli mücadele yıllarında İngilizler’e karşı mücadelesinden dolayı Ankara’ya davet edilmiş buraya gelince merasimle karşılanmıştır.
Bütün bu çalışmaları Meclis ve devlet kayıtlarında mevcut olup araştırmacıların dikkatini çekmeyi beklemektedir. Fakat ne yazık ki birçok dindar insan gibi Bediüzzaman da üniversitelerin ve askerlerin hışmına uğramıştır. Aleyhinde olacak her şeyi yazmayı marifet sayan tarihçiler; ne gariptir ki onun kahramanlığından bir kerecik olsa dahi bahsetmemişlerdir.
Sonuç
Yukarıda ifade edilen hususlar çok daha fazla çoğaltılabilir. Çünkü sadece gençlik hayatından bir kesit sunulmuştur. Hayatının diğer kısmı ise hapis ve sürgünde mahkeme salonlarında geçmiştir. Fakat maksat Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımak, tanıtmak olmasından dolayı şimdilik bu kadarı ile yetinmek gerekiyor.
Zira Bediüzzaman’ı tanımanın en iyi yolu onun hayat hikayesini ve kahramanlıklarını yazmak değil şaheser eser olan Risale-i Nur Külliyatını okumakla mümkündür. Kim ki bu eserleri anlayarak okur ise zamanın mühim bir âlimi olabilir. vesselam…