SENEDE BİR GÜN HATIRLAMAKLA BABA BORCU ÖDENİR Mİ?
SENEDE BİR GÜN HATIRLAMAKLA BABA BORCU ÖDENİR Mİ?
Babaları anlatmak ve anmak elbette bir güne sığmaz. Bu hatırlamak adına da yapılmaz.
Ayrıca babalardaki Babalık sırrı ömür boyu da anlaşılmaz. Nasıl mı, bilmem ki nasıl anlatalım?
Sadece aile idaresi yönüyle ele alalım. Bakıyoruz da bu kadar gelişmişlik ve imkanlar içerisinde dert yanıyoruz.
İşte bahaneler arıyoruz, neymiş suyumuz, ekmeğimiz ve gıdamız eksik; paramız şöyle oldu, şuraya gitti buraya geldi.
Bazılarımız sırtımızı devlete dayamışız sabit bir gelirimiz var, bazılarımız esnaf, bazılarımız mütahit vb. şartlara göre ve enflasyona karşı ayarlama da yapılıyor. Bu grupların daha önceden bildikleri o gelirlere göre program ve plan yapması da mümkün, yani ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız söz konusu, buna rağmen dert yanıyoruz, endişe duyuyoruz.
Peki şimdi bir babaya bakalım hayret bir şey nasıl anlatayım ki, neresinden anlatayım ki?
Evvela kahramanlığına ve fedakarlığına bir temas edelim. Bu baba bir gün Sivas’tan köye at ile gelmektedir. Sivas ile köyün arasındaki mesafe 15 km’nin üzerindedir. Mevsim kıştır. Fırtına, tipi ve soğuk hep bir aradadır. Şimdi merkez köyü olan o köy o zaman Hafik kazasına bağlıdır.
Hafik’e de yeni bir kaymakam atanmıştır. Kaymakam karlı havada bir atın çektiği kızakla ilçesine gitmektedir. Aynı yolculukta bulunan bu köylüler de yolculuğa şahid olmuşlardır.
Kaymakamın atı da kızağı da Sivas’ın doğusundaki Seyfe Belini indikten sonra gidemez hale gelir. Köylüler köye gelirler ve derler ki Hafik’e yeni bir kaymakam gidiyordu, fakat atı ile beraber bizim gibi tipiye tutuldu. Yolda kaldı o ilçesine zor ulaşır.
Bu anlatacağım baba bunu duyar duymaz onlara soruyor; siz onu o haliyle bırakıp geldiniz mi?
Evet ne yapalım kendimizi kurtardık.
O baba onlara diyor keşke sizde donsaydınız da onu orada bırakmasaydınız.
Aynı kış şartlarında aynı köye henüz yeni gelen bu baba atına biniyor, kaymakamın o durumdan kurtulmasına yardımcı olmak üzere yola revan oluyor.
O esnada da bu baba köyde kayınpederine tembih ediyor ki, siz kaymakamı köye gelir gelmez, o donlardan kurtarmak için buzlardan temizlenmek için tedbir alınız.
Ve gece müthiş bir fırtına, ben şahsen o fırtınada yolculuk yapıp, sıkıntı yaşayanlardan biriyim, fırsat olursa bir gün o fırtınada ne yaşadığımı anlatırım inşallah.
Nihayet köyden şoseye kadar üç dört kilometre mesafeyi, yani Sivas’tan Hafik’e giden yola kadar geliyor ve babanın bindiği at kişlemeye başlıyor.
Etrafa bakma ve görme imkanı yok, öyle bir tipi ve fırtına var ki ağzınızı burnunuzu gözünüzü kapatarak gidiyorsunuz.
Neticede bu baba gözlerini açıyor bakıyor ki bir karartı var. Yaklaşıyor, yaklaşır yaklaşmaz kaymakamın sesini işitiyor.
Orada kim var? Sen Hızır mısın?
Baba cevap veriyor. Benim, yakın köyden ben Mehmet Dumlu.
Kaymakam sen deli misin? Aklını mı yedin, defol git buradan!
Bu baba; hayır elhamdulillah ben akıllıyım ve burada seni donmaya bırakamam ya beraber donarız ya beraber döneriz. Onun için buraya geldim diyor.
Kaymakam şaşırıyor, olmaz böyle bir şey diyor. Ben donuyorum, git sen kendini kurtar benden iş geçti.
Baba diyor ki; hayır şu anda henüz daha elimizde fırsat var, ben size ne söylersem siz onu yapacaksınız!
Kaymakam Allah Allah çattık diyor. Nereden bulduk bu deli adamı ve babaya:
Peki ne söylüyorsan söyle bakalım, diyor. Kahraman baba diyor ki; derhal o kızakdan aşağı in, şu karların üzerinde hareket etmeye başla!
Allah Allah diyor ne olacak? Sen biraz açıl, ataletten kurtul, kendine gel! Ben seni ata bindireceğim. Sen attan düşmeden, ona tutunursan yeter. Bu at seni gideceğin yere götürecek diyor.
Sen ne yapacaksın diyor kaymakam?
Ben de diyor bu atı kurtarmaya çalışacağım.
Bırak diyor, deli olma diyor, bu at dondu zaten, sen kendini kurtar diyor.
Ancak emir komuta artık babadadır. Kaymakam ata bindiriliyor, hatta atın eğerine de sicimle bağlanıyor, şayet dengesi bozulur düşerse hiç olmazsa attan ayrılmasın diye. Neticede at yola revan oluyor.
Bu fedakar baba, kızakdaki atı çözüyor, ileri geri hareket ettire, ettire atı yerinden oynatıyor. Hatta donmak üzere fakat soğukta zaten bir gayret içinde, kurtulma çabasında olan atı neticede çıkarıyor.
Oradan bu baba atı terkine alıyor ve başlıyor onu hareket ettirmeye, yürütmeye, yürüye yürüye köyün yolunu yarı edince; ondan sonra artık ata da biniyor ve köye geliyor.
Kaymakamı gideceği yerde buluyor ve merak içerisinde kaymakam da ikide bir bu babayı sormaktadır. Ama kendisi de hareket edemiyor, çünkü donmuştur.
Babam bakıyor ki kaymakama ilk müdahale doğru yapılmıştır.
Ne yapılmış biliyor musunuz? Kaymakam yanmış gübreye gömülmüştür. Şayet yanmış gübreye gömülmeseymiş, kaymakam o donmuş halinde, derisi vücudu kim bilir belki kangren olacaktır.
Neticede kaymakam kendine geliyor ve bu hamiyetli baba ile köye ulaşmış oluyor.
Evet bu olayı o kaymakamdan bizzat ben de üniversite imtihanlarına girerken 1969’da Ankara’da dinledim. Bu babanın anlattığını fazlası ile o da anlatmış oldu.
Neticede kaymakamla aralarında geçen olayı burada bıraktıktan sonra ben devam edeyim.
Bu baba böyle kahraman bir baba, devletten bir geliri yok, memur değil, sabit bir ücreti yok esnaf değil, köylü Mehmet ağa. Ne yapar ki?
Tarlaları eker, biçer hasat yapar, ondan ihtiyacını ayırır, fazlası olursa satar, olmazsa şükreder.
İnekleri vardır, sütleri yağları ve yoğurtlarıyla kendi ailesinin efradını, yani on çocuk babası bir çocuk küçük yaşta vefat etmiş, dokuz çocuk hayatta, onların geçimini temin etmeye çalışmıştır.
Kim bu fedakar baba fe Subhannallah… Baba olan bizlere numune-i imtisal.
Ey baba senin sabit bir gelirin yok, devlet memuru değilsin, esnaf değilsin, 12 ay gelirin yok, sen bir yıl çalışırsın, bir ay buğdaydan arpadan sattıklarından elde bişey kalırsa, onu bir yıl boyunca on nüfusla paylaşırsın.
Allah Allah sen on çocuğu nasıl büyütüp, her birini okuyabilecekleri yerlerde okutup, adam olmalarına vesile oldun.
Bu eğitimi nereden aldın? Sen bu bilgiyi görgüyü nereden elde ettin ey numune baba?
Fesubhannallah, bu anlatılanlarla bitiyor mu?
Hayır hayır bakınız:
Bir de bu babanın köyde, köy odası vardır. Köy odasına köylüler gelirler, işte olursa çay içerler. O zaman şekerle çay içmek fermana mahsustur. Ancak üzümle, dutla, kayısıyla çay içilebilir veya şeker varsa birkaç bardağa bir tane şeker ancak verilebilir bir dönemdir.
Dışardan gelenler de burada misafir edilir, onlara da yemek yapılırdı.
Bir bakarsın gece saat ikide uykunun derin yerinde, ikram sever baba, hizmet edecek çocuklarının uykudan uyandırılmasını istemiştir. Çünkü misafir odasına misafir gelmiştir. Anneden de o saatte yemek istenmektedir.
Yemek hazırla gönder!
Misafirimiz var, diye o cefakar anne o saatte, uykuda veya uyanıklık arasında babayı beklerken, kalkar ya da daha uyumamıştır, elbise ve esvapların yırtık ve söküğünü onarmaktadır. Başlar yemek yapmaya.
İşte o zaman hazırda ne yemek var?
Yumurta ya da yoğurt, peynir, bal, tere yağı, işte o zamanın tandır ekmeği ve su… O zamanın eğer varsa akşamdan kalma yemek. Onlarda koyularak sini ile çocuklar vasıtası ile misafir odasına gönderilir.
Şimdi düşünüyorum bu babayı, senin bir gelirin yok, ama böyle fedakar, bonkör, eli açık, ikram seven bir insansın.
Bunu nereden öğrendin? Bu eğitimi sana hangi okul öğretti? Hangi öğretmenlerin öğretti?
Allah Allah yani daha anlatacağım, bu baba kimin babası? Hepimizin babaları böyle değil mi?
Bir gün bu baba Isparta’ya gelmiş, oğlunun yanında misafir olmuş. Oğlu onu Isparta’da gezdiriyor ve izzet ve ikramda bulunuyor. Oğlu da o zaman üniversitede hocadır.
Bir gün bu baba oğluna diyor ki; oğlum sen acından ölürsün!
Bu cümle karşısında şaşıran oğlu babacığım diyor:
Hayrola neden bana böyle söylediniz?
Oğlum senin misafirin gelmiyor, sen acından ölürsün.
Allah Allah o zaman oğlu anlıyor ki bu baba misafire neden bu kadar çok önem veriyor?
Oğlu, bu babanın on çocuğu ile hiçbir sıkıntı çekmeden, kimseden borç almadan, hatta gerekirse sağa sola borç dağıtarak nasıl geçindirdiğini, nasıl yetiştirdiğini ancak anlayabiliyor.
Peki diyor oğlu; babacığım ne yapayım misafir geldi de ben misafir etmedim mi? Kapıdan mı döndürdüm?
Oğlum diyor, senin yerde sofran yok. Bu eve misafir gelmez, yerden sofrası kalkmayanın da evine misafiri gelir. İşte ikram seven baba, aynen böyle, yerden hiç sofrası kalkmaz.
Normal günlerde olsun, bayramlarda seyranlarda olsun, hatta bazan da köyün insanlarını çağırarak onlara yemek verme noktasında da rehberlik yaparlar, mihmandar baba.
Şimdi anlıyorum eğitim farklı bir şey, bambaşka bir şey, eğitim yaşayarak elde edilen bir şey, öğretim gibi değil, onun için bizim maalesef eğitim noktasında çok eksiklerimiz var.
Bu vesileyle babalar gününü kutluyorum ama bir günde kutlanmaz babaların bu fedakarlıkları. Onun için Allah kabul etsin her aklımıza geldikçe, her fırsat buldukça arkasından evrat ve ezkar ve dualarla destek olmaya çalışıyoruz babamıza.
Babamın bana yaptıklarının karşılığını şahsen ben hiçbir zaman ödeyemem, ya bu fedakar babanın emeği ödenebilir mi? Nur içerisinde yatsınlar.
Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu
Ekleme
Tarihi: 23 Haziran 2022 - Perşembe
SENEDE BİR GÜN HATIRLAMAKLA BABA BORCU ÖDENİR Mİ?
SENEDE BİR GÜN HATIRLAMAKLA BABA BORCU ÖDENİR Mİ?
Babaları anlatmak ve anmak elbette bir güne sığmaz. Bu hatırlamak adına da yapılmaz.
Ayrıca babalardaki Babalık sırrı ömür boyu da anlaşılmaz. Nasıl mı, bilmem ki nasıl anlatalım?
Sadece aile idaresi yönüyle ele alalım. Bakıyoruz da bu kadar gelişmişlik ve imkanlar içerisinde dert yanıyoruz.
İşte bahaneler arıyoruz, neymiş suyumuz, ekmeğimiz ve gıdamız eksik; paramız şöyle oldu, şuraya gitti buraya geldi.
Bazılarımız sırtımızı devlete dayamışız sabit bir gelirimiz var, bazılarımız esnaf, bazılarımız mütahit vb. şartlara göre ve enflasyona karşı ayarlama da yapılıyor. Bu grupların daha önceden bildikleri o gelirlere göre program ve plan yapması da mümkün, yani ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız söz konusu, buna rağmen dert yanıyoruz, endişe duyuyoruz.
Peki şimdi bir babaya bakalım hayret bir şey nasıl anlatayım ki, neresinden anlatayım ki?
Evvela kahramanlığına ve fedakarlığına bir temas edelim. Bu baba bir gün Sivas’tan köye at ile gelmektedir. Sivas ile köyün arasındaki mesafe 15 km’nin üzerindedir. Mevsim kıştır. Fırtına, tipi ve soğuk hep bir aradadır. Şimdi merkez köyü olan o köy o zaman Hafik kazasına bağlıdır.
Hafik’e de yeni bir kaymakam atanmıştır. Kaymakam karlı havada bir atın çektiği kızakla ilçesine gitmektedir. Aynı yolculukta bulunan bu köylüler de yolculuğa şahid olmuşlardır.
Kaymakamın atı da kızağı da Sivas’ın doğusundaki Seyfe Belini indikten sonra gidemez hale gelir. Köylüler köye gelirler ve derler ki Hafik’e yeni bir kaymakam gidiyordu, fakat atı ile beraber bizim gibi tipiye tutuldu. Yolda kaldı o ilçesine zor ulaşır.
Bu anlatacağım baba bunu duyar duymaz onlara soruyor; siz onu o haliyle bırakıp geldiniz mi?
Evet ne yapalım kendimizi kurtardık.
O baba onlara diyor keşke sizde donsaydınız da onu orada bırakmasaydınız.
Aynı kış şartlarında aynı köye henüz yeni gelen bu baba atına biniyor, kaymakamın o durumdan kurtulmasına yardımcı olmak üzere yola revan oluyor.
O esnada da bu baba köyde kayınpederine tembih ediyor ki, siz kaymakamı köye gelir gelmez, o donlardan kurtarmak için buzlardan temizlenmek için tedbir alınız.
Ve gece müthiş bir fırtına, ben şahsen o fırtınada yolculuk yapıp, sıkıntı yaşayanlardan biriyim, fırsat olursa bir gün o fırtınada ne yaşadığımı anlatırım inşallah.
Nihayet köyden şoseye kadar üç dört kilometre mesafeyi, yani Sivas’tan Hafik’e giden yola kadar geliyor ve babanın bindiği at kişlemeye başlıyor.
Etrafa bakma ve görme imkanı yok, öyle bir tipi ve fırtına var ki ağzınızı burnunuzu gözünüzü kapatarak gidiyorsunuz.
Neticede bu baba gözlerini açıyor bakıyor ki bir karartı var. Yaklaşıyor, yaklaşır yaklaşmaz kaymakamın sesini işitiyor.
Orada kim var? Sen Hızır mısın?
Baba cevap veriyor. Benim, yakın köyden ben Mehmet Dumlu.
Kaymakam sen deli misin? Aklını mı yedin, defol git buradan!
Bu baba; hayır elhamdulillah ben akıllıyım ve burada seni donmaya bırakamam ya beraber donarız ya beraber döneriz. Onun için buraya geldim diyor.
Kaymakam şaşırıyor, olmaz böyle bir şey diyor. Ben donuyorum, git sen kendini kurtar benden iş geçti.
Baba diyor ki; hayır şu anda henüz daha elimizde fırsat var, ben size ne söylersem siz onu yapacaksınız!
Kaymakam Allah Allah çattık diyor. Nereden bulduk bu deli adamı ve babaya:
Peki ne söylüyorsan söyle bakalım, diyor. Kahraman baba diyor ki; derhal o kızakdan aşağı in, şu karların üzerinde hareket etmeye başla!
Allah Allah diyor ne olacak? Sen biraz açıl, ataletten kurtul, kendine gel! Ben seni ata bindireceğim. Sen attan düşmeden, ona tutunursan yeter. Bu at seni gideceğin yere götürecek diyor.
Sen ne yapacaksın diyor kaymakam?
Ben de diyor bu atı kurtarmaya çalışacağım.
Bırak diyor, deli olma diyor, bu at dondu zaten, sen kendini kurtar diyor.
Ancak emir komuta artık babadadır. Kaymakam ata bindiriliyor, hatta atın eğerine de sicimle bağlanıyor, şayet dengesi bozulur düşerse hiç olmazsa attan ayrılmasın diye. Neticede at yola revan oluyor.
Bu fedakar baba, kızakdaki atı çözüyor, ileri geri hareket ettire, ettire atı yerinden oynatıyor. Hatta donmak üzere fakat soğukta zaten bir gayret içinde, kurtulma çabasında olan atı neticede çıkarıyor.
Oradan bu baba atı terkine alıyor ve başlıyor onu hareket ettirmeye, yürütmeye, yürüye yürüye köyün yolunu yarı edince; ondan sonra artık ata da biniyor ve köye geliyor.
Kaymakamı gideceği yerde buluyor ve merak içerisinde kaymakam da ikide bir bu babayı sormaktadır. Ama kendisi de hareket edemiyor, çünkü donmuştur.
Babam bakıyor ki kaymakama ilk müdahale doğru yapılmıştır.
Ne yapılmış biliyor musunuz? Kaymakam yanmış gübreye gömülmüştür. Şayet yanmış gübreye gömülmeseymiş, kaymakam o donmuş halinde, derisi vücudu kim bilir belki kangren olacaktır.
Neticede kaymakam kendine geliyor ve bu hamiyetli baba ile köye ulaşmış oluyor.
Evet bu olayı o kaymakamdan bizzat ben de üniversite imtihanlarına girerken 1969’da Ankara’da dinledim. Bu babanın anlattığını fazlası ile o da anlatmış oldu.
Neticede kaymakamla aralarında geçen olayı burada bıraktıktan sonra ben devam edeyim.
Bu baba böyle kahraman bir baba, devletten bir geliri yok, memur değil, sabit bir ücreti yok esnaf değil, köylü Mehmet ağa. Ne yapar ki?
Tarlaları eker, biçer hasat yapar, ondan ihtiyacını ayırır, fazlası olursa satar, olmazsa şükreder.
İnekleri vardır, sütleri yağları ve yoğurtlarıyla kendi ailesinin efradını, yani on çocuk babası bir çocuk küçük yaşta vefat etmiş, dokuz çocuk hayatta, onların geçimini temin etmeye çalışmıştır.
Kim bu fedakar baba fe Subhannallah… Baba olan bizlere numune-i imtisal.
Ey baba senin sabit bir gelirin yok, devlet memuru değilsin, esnaf değilsin, 12 ay gelirin yok, sen bir yıl çalışırsın, bir ay buğdaydan arpadan sattıklarından elde bişey kalırsa, onu bir yıl boyunca on nüfusla paylaşırsın.
Allah Allah sen on çocuğu nasıl büyütüp, her birini okuyabilecekleri yerlerde okutup, adam olmalarına vesile oldun.
Bu eğitimi nereden aldın? Sen bu bilgiyi görgüyü nereden elde ettin ey numune baba?
Fesubhannallah, bu anlatılanlarla bitiyor mu?
Hayır hayır bakınız:
Bir de bu babanın köyde, köy odası vardır. Köy odasına köylüler gelirler, işte olursa çay içerler. O zaman şekerle çay içmek fermana mahsustur. Ancak üzümle, dutla, kayısıyla çay içilebilir veya şeker varsa birkaç bardağa bir tane şeker ancak verilebilir bir dönemdir.
Dışardan gelenler de burada misafir edilir, onlara da yemek yapılırdı.
Bir bakarsın gece saat ikide uykunun derin yerinde, ikram sever baba, hizmet edecek çocuklarının uykudan uyandırılmasını istemiştir. Çünkü misafir odasına misafir gelmiştir. Anneden de o saatte yemek istenmektedir.
Yemek hazırla gönder!
Misafirimiz var, diye o cefakar anne o saatte, uykuda veya uyanıklık arasında babayı beklerken, kalkar ya da daha uyumamıştır, elbise ve esvapların yırtık ve söküğünü onarmaktadır. Başlar yemek yapmaya.
İşte o zaman hazırda ne yemek var?
Yumurta ya da yoğurt, peynir, bal, tere yağı, işte o zamanın tandır ekmeği ve su… O zamanın eğer varsa akşamdan kalma yemek. Onlarda koyularak sini ile çocuklar vasıtası ile misafir odasına gönderilir.
Şimdi düşünüyorum bu babayı, senin bir gelirin yok, ama böyle fedakar, bonkör, eli açık, ikram seven bir insansın.
Bunu nereden öğrendin? Bu eğitimi sana hangi okul öğretti? Hangi öğretmenlerin öğretti?
Allah Allah yani daha anlatacağım, bu baba kimin babası? Hepimizin babaları böyle değil mi?
Bir gün bu baba Isparta’ya gelmiş, oğlunun yanında misafir olmuş. Oğlu onu Isparta’da gezdiriyor ve izzet ve ikramda bulunuyor. Oğlu da o zaman üniversitede hocadır.
Bir gün bu baba oğluna diyor ki; oğlum sen acından ölürsün!
Bu cümle karşısında şaşıran oğlu babacığım diyor:
Hayrola neden bana böyle söylediniz?
Oğlum senin misafirin gelmiyor, sen acından ölürsün.
Allah Allah o zaman oğlu anlıyor ki bu baba misafire neden bu kadar çok önem veriyor?
Oğlu, bu babanın on çocuğu ile hiçbir sıkıntı çekmeden, kimseden borç almadan, hatta gerekirse sağa sola borç dağıtarak nasıl geçindirdiğini, nasıl yetiştirdiğini ancak anlayabiliyor.
Peki diyor oğlu; babacığım ne yapayım misafir geldi de ben misafir etmedim mi? Kapıdan mı döndürdüm?
Oğlum diyor, senin yerde sofran yok. Bu eve misafir gelmez, yerden sofrası kalkmayanın da evine misafiri gelir. İşte ikram seven baba, aynen böyle, yerden hiç sofrası kalkmaz.
Normal günlerde olsun, bayramlarda seyranlarda olsun, hatta bazan da köyün insanlarını çağırarak onlara yemek verme noktasında da rehberlik yaparlar, mihmandar baba.
Şimdi anlıyorum eğitim farklı bir şey, bambaşka bir şey, eğitim yaşayarak elde edilen bir şey, öğretim gibi değil, onun için bizim maalesef eğitim noktasında çok eksiklerimiz var.
Bu vesileyle babalar gününü kutluyorum ama bir günde kutlanmaz babaların bu fedakarlıkları. Onun için Allah kabul etsin her aklımıza geldikçe, her fırsat buldukça arkasından evrat ve ezkar ve dualarla destek olmaya çalışıyoruz babamıza.
Babamın bana yaptıklarının karşılığını şahsen ben hiçbir zaman ödeyemem, ya bu fedakar babanın emeği ödenebilir mi? Nur içerisinde yatsınlar.
Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.