Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş
 

İlkelere Bağlanma Sürecinde İnsanoğluna Güvenin Kaynakçası

              Dünya hayatının yegâne sorumlusu olan insanoğlu için ana yönlendirici durumunda bulunan vahiy mekanizması, adeta kilometre taşı gibi bir belirlenmişliğe kaynaklık etmektedir. Onun en güçlü ve de etkin vasfı, merkez kabulleri oluşturmasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Hatta bu uyarı mekanizmasının yaşanan hayatı kapsama babında her daim sosyoloji ve de psikoloji farkını önerdiği akılda tutulmalıdır. Hatta bu uyarı mekanizmasının, yaşanan örnekliğin etkin aktörü durumunda olan elçilerin değişimlerini de kabul ederek, adeta zamana hükmedici bir vasfı bulunmaktadır. Ve dahi Allah-insan-toplum ilişkisinin temel esasları üzerinde kurulu olan bu aşamanın, insanı muhatap ve kalite merkezine almakla son derece haklı bir kazanıma işaret ettiği ortadadır.             Yüce Allah’ın temel ilkeler bağlamında din dediği olgunun uygulama becerisini öne aldığı süreçlerin, ilk önceleri elçilerin pratikleri üzerinden hayat bulduğu bilinmektedir. Sosyolojinin anlatılan süreçlerde merkezî algı olması, yaşanan hayatın temel ilkeler üzerindeki temel algısına işaret etmesi demektir. Bu işlemin parametresi konumunda olan değerin “muhatap insandır” sloganını öne alması ise, her daim hayata tutunan mutlak kazanıma işaret edecektir. Bunun devamındaki kazanımların beşerî vasfının “toplum güven esasıdır” yaklaşımına kapı aralamasıdır diyebiliriz. Hatta insan ve toplumu bağlayıcı olan bazı kuralların bu şekil üzerinden değişmesi, vahyin zaman ve toplum açısından hayata dokunan bir uyarı mekanizması olduğuna işaret edecektir. Bazen örnek kişi ve toplumların eleştiriye tabi tutulması bile zaman ve mekânın olgusal birlikteliğine işaret etmektedir. Mamafih Yüce Allah’ın anlatımında en güçlü vasıf olan elçi-insan ve toplum üçgeni, zamanın temel ilkeleri hususundaki ortak yaklaşımı öne almasıdır. Detayların değişebildiği hususların bilinmesi hususunun bu değişimin anatomisini anlamakla eşdeğer olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Gelinen noktada ifade edilmelidir ki, bu şekliyle oluşan farkların pozitif anlayışa esas olması durumu, her insanı ve de toplumu muhatap kılan değerlerin değişmediğini daha canlı tutmaktadır.             Dinin yegâne sorumlusu olan insanoğluna “güven kazanımı” tedarik etmenin bir kaynakçası da, sadece yaşanan geçmişin öne alınmasının sakıncalarını bilmekten ibarettir diyebiliriz. Oysaki yaşanan hayatın kaynağı durumunda olan değişmez esas ve güçlü şeylerin; dün, bugün ve yarından oluşmakta olduğunu akıldan çıkarmamak gereklidir. İlâhî değerlendirmeye göre değişen şeylerin zaman ve mekân dolayımında olduğu, değişmeyen temel ilkelerin ise bağlayıcı olan ilkenin değişmezliğidir diyebiliriz. Hatta Kur’an özelinde bazı elçilerin yaşam örnekliklerinden bahsedilmemesi bile, hemen hepsinin üzerinde durduğu temel ilkelerden ders çıkarmanın devrede olduğuna işaret etmesi öne alınmaktadır. Kur’an’ın ana kazanımında devrede olan Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed örnekliği de yaşanan zamanın hem temel ilkeleri ve hem de yaşanan sınırlı zamanına açıkça değinmektedir. Kanaatimizce bu sürecin en değerli tercihinin bireysel ve sosyal pratiklerin bağlayıcı konumunda olan asıl ilkeler üzerinden hayata tutunmasıdır. Dünün örnekliklerinin bu kazanıma kapı araladığını da akıldan çıkarmamak gereklidir.             Yaşanan hayatı anlamlandıran vahiy bildirgesine göre, dün, bugün ve yarın üçgeni her daim temel esaslar üzerinde olmalıdır. İbadet dilinin kamu alanındaki evrenselliği buna en güzel örnek sayılabilir. Bireysel ve sosyolojik detayların zaman ve mekân farklılığında hayat süren insanları bağlamadığı unutulmamalıdır. Kutsal Kitap özelinde bazen dile getirilen elçi/resul/nebi/peygamber eleştirilerinin bu tercihe dönük olması da akılda tutulmalıdır. Zira örnekliğin ebedilik olmadığı tezinin de temel ilkelerden yararlanılarak anlam sahasına katılması gerekir. Kim olursa olsun %100 örnekliğin sonraki nesiller tarafından bütünüyle transfer edilmediğini unutmamak lazımdır. Yoksa dinin bugün ve yarın için değil dün için tedarik edildiğini dile getirmek zorunda kalınır. Kişi ve toplumların tümüyle örnek alınmaması ilkesinin hem zaman hem de birey ve toplum üzerinden anlaşılır kılınacağı açık edilmelidir. Bu adımın atılması demek, insan ve toplumları bağlayıcı kılan öğelerin “temel esaslar” olmasını merkeze alması anlamına gelecektir. Yaşanan hayatın bağlayıcı unsuru durumunda olan vasıfları bağlamında iyice bilinmelidir ki, geçmişin örnekliği, yaşananların inşası bağlamında atılan adımlar ile hayat bulan örneklikleri merkeze alacaktır.  İnsan ve toplumların gördüğü eziyetlerin zaman içinde diğer dindarlar için aktif olması, onların yaşadıklarının bizlere dayanma gücü vermesini tedarik edecektir. Bu anlatılanlarda kalıcı olan tutumun ilkesel duruş ve örnek tutumlar olması, yaşanan hayatın örnekliğine kapı aralamak demektir. Buna göre dün geçmiş, bugün yaşanabilir olan, yarın ise desteklenen tutumları öne almaktadır. Kalıcı ve bağlayıcı örneklerin yaşanan hayatı anlamlandıran tutumlar olması, insan ve toplum süreçlerindeki kazanımları öne almasıyla fark ettirilecektir. Haddizatında; “İslâm denilen yegâne dinin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e değin yaşanan hayatın beşer formunda belirginleşen bu ilkelerin bağlayıcılığı üzerinden hayata tutunmasını görmezden gelemeyiz.” diyebiliyorsak, değişen zamanın muhatap toplumlarda temel ilkeleri asla ve kata değiştirmediğini bilmemizi öne alacaktır. İnsanları doğrudan muhatap kılan vahiy sürecinde elçilerin insandan seçilmesi iradesi, yaratılan varlık olan insanın hemen her aşamasında temel ayrımların kapanması demektir. Buna göre, yaşanan hayatta her daim sorumlu kılınan varlığın hem kendisinin ve hem de yegâne muhatabının insan olduğu açıktır. Sorumsuz insanın kendisinden değil, örnek alınamayan varlıklardan elçi istediği gerçeği, Allah ve insan arasındaki iletişimin insan ve toplum üzerinde hayat bulmasının yine insandan seçilmesini öne almaktadır. Gelişen zamanlarda bazı insanların ana taşıyıcı konumunda olan melekleri farklılaştırarak insan iletişiminde farklı bir noktaya gelmesi buna örnek sayılmalıdır. Ayrıca Yüce Allah’a samimi bir şekilde ibadet eden insanın takva ölçeğinde değişikliğe uğraması da beşerî kazanımları öne almış demektir. Buna karşın bazı kültürel formlarda evliya denilen kişilerin takva sahibi mü’minleri değil özel yaratılışı hak eden aracı kişileri tanımladığı kabulü, zaman içinde değişen Kur’anî kavramları açıkça ortaya koymaktadır. Oysaki öğretmenlik hatta örneklik bazında seçilen elçilerin de vahiy alma dışında sıradan insan faktörleri üzerinden tanımlanması, tarihsel süreçte bazı dindarlıkları besleyen bu kazanımın dışlanmasına açık bir delildir. Unutulmamalıdır ki, yaratılan bütün insanların sıradan insan olması hükmü, aracı vasfın insan üzerinden tanımlanmasını değil, uyarıcı vasfı öne alınan insanı merkeze aldığını bilmeyi öne almasıdır. Yakinen bilinmelidir ki, hayat denilen olgu, sürece katkı sunan üç aşamada kendisini yaşama dönüştürmektedir. Buna göre yaşanan hayatın genel aşamalarından birisi olan dünün yaşanmış bazı örneklikleri, düne ait değerleri %5-10 arasındaki oranlarla bugüne taşıdığı unutulmamalıdır. Hayatın asıl unsuru olan bugün ise, sistemin zamansal yaşanabilirliğini öne aldığı için %80-85 arasındaki bir oranda hayat bulmaktadır. İki örnekliğin katkı sunacağı inşa sürecinde yaşama tutunan her ferde pencere açan yarın ise, %5 gibi bir oranda örnekliklere bağlı hayata tutunan kalıcı pencere açmaktadır. Bu aşamaların üçünde de bağlayıcı olanın ilkeler olması, örneklerin de yaşanan pratiklerin bir kısmı olduğunu bilmemize katkı sunacaktır. Aklı başında olan insanı yaşadığı süreçte hayata tutunduran şeyin ne dün ve ne de yarın olmadığı, onun için bağlayıcı olan zamanın bugünden oluştuğunu unutmamak lazımdır. Hatta bu tedarik sürecinde dünün kazanıma açık örneklikleri, bugünün yaşanabilir pratikleri, yarının ise kazanıma dair hedefleri gündeme taşıdığı akıldan çıkarılmamalıdır. İnsan ve din birlikteliği, yaratılmanın en değerli vasfıdır. Fıtrat denilen hususun buna imkân sağladığı akıldan çıkarılmamalıdır. Artık bilinmelidir ki, din olgusu, muhataplarına yaşanabilir olan şeyi örnek vermektedir. Buna dair bir örnek verilecekse, yapılan mücadelelerin antrenmanla beslendiği süreçlerin daha uzun olup karşılaşmaların daha kısa olmasına imkân sağlayan kazanımlarda kendisin gösterdiği ifade edilmelidir. O nedenle, yapılması tavsiye edilen ibadetlerin amaçtan çok araç konumunda olması, dindarlığın amaçlarının evrensel kazanımlar olmasını öne almaktadır. Yapılması gereken şeyleri örneklendiren kişilerin adeta teknik direktör konumunda olması, eğitilen kişilerin ne denli hayata tutundurduklarını merkeze almasıyla anlamlı olabilir. Yine bilinmelidir ki, elçiler ve örnekler üzerinden hayata tutunan katkı düzeylerinin sosyal yaşantıyı örneklendirdiği bilinmelidir. Hatta bu işlemin imkânlı olanı pratik tercihe dönüştürdüğü unutulmamalıdır. Ve dahi, yapılan her uyarının dünün tecrübelerinden bugünün yaşanabilir olmasına, yarının ise yaşanabilecek imkânına vurgu yapmasına kapı açmaktadır. Varılan bu noktada açıkça dile getirmeliyiz ki, eğer ki bunu bilirsek, din ve hayatın insan üzerinden ne denli yaşanabilir olduğunu daha yakından görebiliriz. Din denilen uyarı ve örnek sunum mekanizmasına göre elçilerin örnekliği, asıl muhatabın insan olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı eğitim mekanizmasında merkeze alan vahiy ise, doğal olarak insanı muhatap almaktadır. Oysaki bütünüyle vahiyle beslenmeyen dindarlıklar özelinde hayata tutunan yaklaşımlara göre etkin olan güncel liderler, öğrenici ferdilikten yaşanan hayatı domine eden din adamı komitesine taşınırlar. Oysaki bu noktada öğretici konumunda olan elçilerin örnekliklerinin %10’u geçmediği akıldan çıkarılmamalıdır. Yoksa dinde dünün yaşanmışlıkları bağlayıcı unsur hâline gelir. Böylelikle yaşanan zamanın devre dışı kaldığı açıkça görülür. Buna karşılık olarak bazı insan iradelerinin elçilerin yaşantısını değil kendi zamanlarını sürdüren kişilerin hayatlarını örnek edindiği görülebilir. Bu noktada elçilerin hemen hemen bütün davranışları tarihsel sürecin anlatısına dönüşür. Bilinmelidir ki, bu sürecin en değerli vasfı durumunda olan muhatap ve coğrafyanın güne ışık tutacak olan dindarlığın ilkesel kazanımlarını zaman ve mekâna göre somut hâle getirdiği açıkça görülmektedir. Varılan bu sonucun, ilkesel yaşantıyı öne alması gereken insan ve toplumları muhatabın dindarlığını merkeze alan itaatkâr unsura çevirdiği akıldan çıkarılmamalıdır. Dindarlıkları farklılaştıran bir unsurun da, zaman içinde dinsel kavramların içeriğinin değişmesi olgusudur. Buna göre, elçilerin dışındaki bazı kişilerin vahiy kavramını değiştirdiği bilinmektedir. Zaman içinde: “Bana vahyedildi” tarzındaki bütün ifadelerin kişisel sözlerin kutsallığına kapı araladığı unutulmamalıdır. Oysaki bağlayıcı konumunda olan vahyin sadece elçiler üzerinden insanlığa taşınan bir ilâhî bildirim olması ile kişilerin ilham dedikleri bireysel unsurların farklılığını görmezden gelemeyiz. Bunun peşi sıra, zamanla hayat bulan takva ve züht eşitlikçi yaklaşımının da böylelikle eşitlendiği yaklaşımlar sorunlu bir kapı aralamaktadır. Bu iradenin insanlığın en eski tercihi olduğunu unutmamak lazımdır. Her iki kavramı sıralayan sufizmin asıl olarak Kur’anî kullanımları devre dışı bıraktığı görülmektedir. Buna göre insanı muhatap alan takva yerine, bazı kimseleri muhatap alan ilham tercihi öne alınmıştır. Zaman içinde Peygamber ve Şeyh Efendi ilişkisi, Allah-insan ilişki modelinde öne alınan yaklaşıma dönüşmüştür. Örneklikleri gündeme alan bildirimlerin bazı kazanımlar üzerinden elçileri merkeze alması hükmü, bazı kişilerin kalıcı örnekliklerinin devreye sokulmasıyla anlayışına dönüşmüştür. Bilindiği gibi Allah ve Melek/Cebrail, ilke taşınımının insana dönük yüzüne değinmektedir. Dindarlık özelinde hayata dokunan insan-insan örnekliği de yaşanabilir olan ve yapılabilir olanı devreye almakla öne çıkacaktır. Bilinmelidir ki, insanın yaşanabilir örnekliğine kapı aralayan elçilik mesleği, yaşanabilen örneklikler bağlamında ele alınmalıdır. Vahyin elçilik algısının ismi verilen 25 örnek üzerinden dile getirildiği unutulmamalıdır. Muhatabın örnekliği, bazı seçilen kişiler üzerinden yaşanabilir kılınmasının diğer adı olan sünnet, din adına mutlak bağlayıcı bir husus değildir. Bu konuda bağlayıcı olan unsurların farz üzerinden görülmesi lazımdır. İmandan sonra hayata tutunmamıza vesile olan namazdaki bağlayıcı unsurun da bu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Elçi tercihi ve katkısı durumunda olan her şeyin bağlayıcı bir unsura evrilmediği bilinmelidir. Buna ek olarak, bağlayıcı olan şeylerin vahiy üzerinden önce elçileri merkeze aldığı da yakinen bilinmelidir. Örnekliğin katkısı durumunda olan her şeyin bir değer olduğu da unutulmamalıdır. Elçilerin seçimi de bu birikimle gerçekleşir diyebiliriz. Bilindiği kadarıyla Hz. Muhammed’in seçimi de ne kendisinin ve ne de Mekke ve Medinelilerin beklentisiyle gerçekleşmiştir. Yahudi ve Hıristiyan dindarlığının zaman içinde reddiye ve peşinden gelen düşmanlığı merkeze alması, elçilik vazifesinin kendi kavimlerinin dışına çıkmasına ve putperest toplumda hayat bulmasına verdikleri tepkiden ibarettir. Bunların bilinmesi, mutlak surette yaşanılır olan ile yaşananı ayırabilmemize kapı aralayacaktır. Zaman içinde hayata tutunan örnekliklerin yaşanan hayatı çeşitlendirip kalıcı ve de huzurlu bir mevki ve dahi noktaya taşıması anlamına gelmektedir. Bunun içinde dolaşan Müslüman zihin ve de akıl, örneklik bağlamında muhatapları incelemeye alır. Buna göre, hiçbir grup ezelden seçilmiş değildir. Hiçbir millet de özel görev için yaratılmış değildir. Elçilerin ailesi de özel bir grubu ifade etmez. Hayata dair örneklikler de iyi insan, pratik insan ve âdil olma tercihiyle hayat bulur. Hz. Peygamber’in İslâm’dan önce yüklendiği bazı vazifeler de bunun detayıdır. Bahsedilen detayın tespit edilen sonucuna göre daha sonra eşi konumunda olacak Hz. Hatice’nin ticaret sorumlusu olması bunun işletilmesidir. Unutmamak lazımdır ki, yaşanan hayatı farklı bir noktadan devreye sokan sermaye sahibi ve işletmeci yani yönetici konumunda olmak hususu, sıradan insanlar dâhil olmak üzere elçilerin yaşamlarında da bireysel tercihlerdendir. Bütün bunların yaşanan nesil için takip edilebilecek bir örneklik sunması, seçilmiş olan elçilerin insanın sosyal düzeninde son derece etkin bir unsura dönüşebildiğini haber vermektedir. İnsanın yaşanabilir değerlerinin örneklik bazında gündeme gelen elçilerin sosyolojisi, her durumda her kesimi bağlayıcı olan bir hüküm ya da ilke değildir. Bunu anlamak için verilecek örneğin, çok eşlilik seçimidir diyebiliriz. Bu aşamanın dinsel yükümlülük değil, yöresel tercih olduğu unutulmamalıdır. Buna göre çok eşliliğe karşı duran Hz. Fatıma’nın eşi durumunda olan Hz. Ali’nin bu tercihine karşı durması, hatta babasını devreye sokması bu yaklaşımın kültürel anlamda değil bireysel manada ana unsuru gibidir. Buna göre çok eşlilik sosyolojidir, tek eşlilik de hem vahyin önerisi ve hem de gelişen toplumların sosyolojisi hâline gelmiştir. Bütün bunların bağlayıcı olmayan bir sosyoloji olduğu unutulmamalıdır. Buna göre, elçilerin sosyolojisi birey ve toplumların örnekliğine dair değil, kültürel birikimlerine hitap eder.  Asıl olan dinin bağlayıcı ve yol gösteren açık ifadeleridir. Onun sosyolojik aktarımları bağlayıcı hüküm bandında ifade edilmez. Olsa olsa gündeme getirilen geçmişin daha sağlıklı anlaşılmasına katkı sunmasıdır diyebiliriz. Devlet kurma konsepti, insanlığın en değerli yönetim olgusudur. Problem olan husus, bunu yaparken Şia’nın imameti adeta zorunlu görev olarak sunmasına bağlı gelişen ezelî takdire iman edip olguyu kader olarak tanımlamaktır. Zaman içinde bahsedilen hususu sosyal yaklaşımdan alıp yazgı konusuna dönüştüren grup olan Emevîlerin devlet-itaat-kader üçlüsüne yer vermeleri, bunu ezelî takdir olgusu olarak görüp meseleyi iman meselesine çevirmelerini öne almıştır. Bunun aslı Eski Mısır, Roma, Hindu ve Türk inanışlarıdır. Yaşanan hayata temel ilkeler bağlamında katkı sunan vahyin bu kazanım ve inançlarla bir yakınlığı bulunmamaktadır. Buna itiraz eden Hz. Hasan’ın devre dışı bırakılması, Hz. Hüseyin’in ise katledilmesi devreye alınmış bir kaderci anlayıştır. Hz. Peygamber’den sonra yönetime katkı sunan dört halifenin bu yaklaşımda olmaması ise, bilinmesi gren bir olgudur. Buna göre denilmelidir ki, zaman içinde kaderin bir inanç esası hâline gelişi Kur’an’ın değil, seçimlerini yazgıyla ifade eden bazı dindar toplulukların katkısı mesabesindeki yaklaşımlarıdır. Günümüzde vahiyden çok gelenekten beslenen dindarlık, temel ilkelerini vahiyden, pratiklerini zaman ve gelenekten alan bir sosyolojiye de yakın durmaktadır. Buna uygun olarak demek lazımdır ki, sahih dindarlık, geçmişin takibi ve güne taşınması değildir. Oysaki temel değerlerin takibi, Müslüman zihnin zamanı dindarlık ölçüleriyle yaşanılır kılmasıdır. Buna göre dindarlığın merkezî sunumu olan ilkesel kabuller, zihinsel köleliği merkeze alan grup dindarlığı ölçülerini devre dışı bırakır. Denilebilir ki, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hatta Hz. Ali’nin dindarlık tercihlerinin farklı olması, bu tercihlerin fark edilmeleriyle ilgilidir. Buna göre bazı tercihler, dindarlığın değil beşerî tercihlerin statünün öne alınmasıyla devreye girer. Denildiği gibi Cemel Savaşı’ndaki katliam ve esareti gündeme getiren Hz. Ali ve Hz. Ayşe’nin mücadelesi de bunun örnekliğidir. Bilindiği üzere yapılan zina iftirasına köklü bir şekilde karşı çıkmayan kitlenin tutumu Hz. Ayşe’yi vahyin doğrulamasına kadar götürmüştür. Bazen sosyolojinin dindarlığı beslemediği, beşeri tavır almaya yönlendirdiği örneklemlerin en değerlisi budur diyebiliriz. Hz. Peygamber’in iki amcası olan Ebû Talip ve Ebû Leheb’in şirkle olan ilişkisi de aynı birikimle devreye girdiğini unutmamak lazımdır. Din ve sosyolojinin kitlesel dindarlıktaki tercihlerle muhatap olması, zamanın güçlü bir katkısı gibi durmaktadır. Haddizatında farklı toplulukların dindarlıkları, farklı sosyal birikimlerin hayat bulmasıdır. Arap dindarlığı, İran dindarlığı, Türk dindarlığı, Avrupa dindarlığı, Balkan dindarlığı vb. sosyolojinin dindarlığa etkisi sayılmalıdır. Asıl olan Müslüman zihnin ana ilkeleri tercih edip pratiği sosyal yaşama uygun bir şekilde üretmesidir. Ancak gerçekleşen olgusal durum, sosyolojinin dindarlığı yeniden yapılandırmasıdır. Türk dindarlığının İran dindarlığı ile Haricî dindarlıktan uzak bir tedrisat içermesi bunun açık delilidir. Bilinmelidir ki, ilk dindarlık ölçüleri Hz. Âdem ile başlar, Hz. Muhammed ile mükemmele ulaşır. Dindarlık pratikleri ise değişmeyle zamanı geride bırakır. Cemaat dindarlığının en büyük hatası, dünü dindarlık içine alıp yaşanabilecek dindarlık ölçeğini geçmişle tanımlamasıdır. Oysaki dindarlığın kalıcı ölçüsü, vahyin temel ilkeleridir ve günün yaşanılır olan temel ilkelerini ifade eder. Verilen örneklikler tanımlanan elçilikler ise dünün tecrübelerinin bir kısmını bugüne taşımasıdır. Devreye sokulan bu örnekliklerin iyi bilinmesi lazımdır. Yaşanan dini hayata taşıyan bu yaklaşıma göre tevhit, adalet, ibadet, Ahiret, takva, insan hakları ebedî dindarlığın elçiler üstü örnekliğidir. Dün, bugün ve yarın ölçeğinde yaşanabilir olan Müslüman zihnin grup tercihi, dünün cemaat ve kalabalıklarını bugüne ve de yarına taşımak olduğu halde, dinin tercihi ise, ilkesel kazanımların grup dindarlıklarıyla eşitlenmemesidir. Bugün için grup dindarlığının Kur’anî vahyi adeta okunmaz kılıp, ezberleme dışına çıkaramaması, kendi metinlerinin okunur kılmasının nedeni bu eğilim olduğunu göstermektedir. Ayrıca her grubun seçilmiş bir cemaat ve tarikat olgusuna yakın durması, hatta kendilerini Peygamberlere bağlaması da ilkesel tutarlılığın değil, şekilsel dindarlığın kutsallaştırılması demektir. Akletmenin bu türlü dindarlıklar özelinde sapkınlık örnekliği olması, grup ya da cemaate katılmada kişisel kazanım olan akletmenin giriş kapısının dışında bırakılmasını devreye almıştır. Neticede bu yaklaşım, öz olarak, Yüce Allah ile doğrudan ilişkisi olan veli/evliya kavramını mü’minlerden kendilerine taşıyan ekollerin sunumudur. Zamanla değişen adeta vahyin uzağına düşen Müslüman zihnin vahyi ifadelendirmeyi değil de geleneksel birikimi öne alması bunun nedenidir. Dinin muhatabı akleden insan olduğu halde, sorgulayan dindarların bu gibi gruplarda hayat bulamaması, Kur’an dindarlığı ile geleneksel ve sûfî kurum dindarlığının zaman içinde yapısal olarak değiştiğini göstermektedir. Yapılan tetkiklerin sonunda diyebiliriz ki, hakikati bulma, sınıfsal bir katkı değil, dindarlığın bir kazanımıdır. Vahiy, elçi ve örneklikler bunun yanında akıl, zekâ ve iradenin hakikati bulma evrenselliğini ortaya koymaktadır. Bilinmelidir ki, dindarlık, sınıfsal hatta ırksal bir tercih ve de birikim değildir. Bilgi ve dindarlığın ilişkisi, sunum ve muhatabın seviyesiyle olan yapısını haber verir. Dinsel mekânların grup ve cemaat mekânları haline gelmesiyle İslâm’ın anlaşılması devre dışı kalan ezberlerle öne alındığı görülmelidir. Yakinen biliniz ki, sizin gibi düşünmeyen dindarların olması, ilkesel tercih ve de örneksel sunumlara dikkat etmenizi öne alır. Bunun en güzel örneği, elçilerinin bazı tutumlarını eleştirebilen sahabe ve kendi eşlerinin tutumlarını eleştiren elçilerin eşleri olmalıdır. Haddizatında din, birey ve toplum ilişkisi bir kişinin her tercihinin örnek alınmasını devre dışı bırakan anlayışa işaret eder. Buna göre, Hz. Peygamber’in eğer ki Hz. Hatice vefat etmeseydi tek eşli öleceği örnekliğine ulaşmanın pratik bir kazanımı bulunmaktadır diyebiliriz. Eşlerin de buna itirazlarının olması, tarihsel ve de bireysel gerçeklik hatta tutumları ortaya koyar. Sözü kemale erdirirken açıkça denilmelidir ki, zaman ve mekânın yaşanabilecek dindarlığın örneklemi olması, Müslüman zihnin grup ve ilke tercihinin yer değiştirdiğine işaret eder. Asıl tercih, ilkesel donanım olmalıdır. Grup tercihi ise, kalıcı örnek olarak önerilmemiştir. Dinsel yaşantıyı gündemine alan hemen her ilke ve grubun sosyolojiyle kazanım olgusunu fark etmeye yarayabilecek bir alana geçişi gereklidir. Bunların özelinde hayat bulan geçerli dindarlık ise, ilkesel kazanımlarla hareket edip hakikati bu pencereden görebilmeyi öne alır. Üstelik din denilen olgu, zaman ve mekân itibariyle yaşanabilen bir dindarlık sürecidir. Kesin olarak ifade edilirse, sözün başında dile gelecek olan kavle göre, dünün dindarlığı dünü kutsallaştırmaz. Bunun yanında hayat bulan hemen her kazanım da örneksel değil ilkesel hedeflerdir demek durumundayız. Yoksa yaşanan tarihsel birikimlerin yaşanması gereken ilkesel birikimlere öncelendiği geleneksel dindarlıklar, hemen her daim öne geçmekle süreç ve ilkenin çatışacağı bir zaman dilimini her daim gündemine alacaktır. Bundan sakınmanın tek yolu, ilkeye verilecek önemle kaim olacaktır demek lazımdır.
Ekleme Tarihi: 21 Aralık 2022 - Çarşamba

İlkelere Bağlanma Sürecinde İnsanoğluna Güvenin Kaynakçası

 

            Dünya hayatının yegâne sorumlusu olan insanoğlu için ana yönlendirici durumunda bulunan vahiy mekanizması, adeta kilometre taşı gibi bir belirlenmişliğe kaynaklık etmektedir. Onun en güçlü ve de etkin vasfı, merkez kabulleri oluşturmasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Hatta bu uyarı mekanizmasının yaşanan hayatı kapsama babında her daim sosyoloji ve de psikoloji farkını önerdiği akılda tutulmalıdır. Hatta bu uyarı mekanizmasının, yaşanan örnekliğin etkin aktörü durumunda olan elçilerin değişimlerini de kabul ederek, adeta zamana hükmedici bir vasfı bulunmaktadır. Ve dahi Allah-insan-toplum ilişkisinin temel esasları üzerinde kurulu olan bu aşamanın, insanı muhatap ve kalite merkezine almakla son derece haklı bir kazanıma işaret ettiği ortadadır.

            Yüce Allah’ın temel ilkeler bağlamında din dediği olgunun uygulama becerisini öne aldığı süreçlerin, ilk önceleri elçilerin pratikleri üzerinden hayat bulduğu bilinmektedir. Sosyolojinin anlatılan süreçlerde merkezî algı olması, yaşanan hayatın temel ilkeler üzerindeki temel algısına işaret etmesi demektir. Bu işlemin parametresi konumunda olan değerin “muhatap insandır” sloganını öne alması ise, her daim hayata tutunan mutlak kazanıma işaret edecektir. Bunun devamındaki kazanımların beşerî vasfının “toplum güven esasıdır” yaklaşımına kapı aralamasıdır diyebiliriz. Hatta insan ve toplumu bağlayıcı olan bazı kuralların bu şekil üzerinden değişmesi, vahyin zaman ve toplum açısından hayata dokunan bir uyarı mekanizması olduğuna işaret edecektir. Bazen örnek kişi ve toplumların eleştiriye tabi tutulması bile zaman ve mekânın olgusal birlikteliğine işaret etmektedir. Mamafih Yüce Allah’ın anlatımında en güçlü vasıf olan elçi-insan ve toplum üçgeni, zamanın temel ilkeleri hususundaki ortak yaklaşımı öne almasıdır. Detayların değişebildiği hususların bilinmesi hususunun bu değişimin anatomisini anlamakla eşdeğer olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Gelinen noktada ifade edilmelidir ki, bu şekliyle oluşan farkların pozitif anlayışa esas olması durumu, her insanı ve de toplumu muhatap kılan değerlerin değişmediğini daha canlı tutmaktadır.

            Dinin yegâne sorumlusu olan insanoğluna “güven kazanımı” tedarik etmenin bir kaynakçası da, sadece yaşanan geçmişin öne alınmasının sakıncalarını bilmekten ibarettir diyebiliriz. Oysaki yaşanan hayatın kaynağı durumunda olan değişmez esas ve güçlü şeylerin; dün, bugün ve yarından oluşmakta olduğunu akıldan çıkarmamak gereklidir. İlâhî değerlendirmeye göre değişen şeylerin zaman ve mekân dolayımında olduğu, değişmeyen temel ilkelerin ise bağlayıcı olan ilkenin değişmezliğidir diyebiliriz. Hatta Kur’an özelinde bazı elçilerin yaşam örnekliklerinden bahsedilmemesi bile, hemen hepsinin üzerinde durduğu temel ilkelerden ders çıkarmanın devrede olduğuna işaret etmesi öne alınmaktadır. Kur’an’ın ana kazanımında devrede olan Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed örnekliği de yaşanan zamanın hem temel ilkeleri ve hem de yaşanan sınırlı zamanına açıkça değinmektedir. Kanaatimizce bu sürecin en değerli tercihinin bireysel ve sosyal pratiklerin bağlayıcı konumunda olan asıl ilkeler üzerinden hayata tutunmasıdır. Dünün örnekliklerinin bu kazanıma kapı araladığını da akıldan çıkarmamak gereklidir.

            Yaşanan hayatı anlamlandıran vahiy bildirgesine göre, dün, bugün ve yarın üçgeni her daim temel esaslar üzerinde olmalıdır. İbadet dilinin kamu alanındaki evrenselliği buna en güzel örnek sayılabilir. Bireysel ve sosyolojik detayların zaman ve mekân farklılığında hayat süren insanları bağlamadığı unutulmamalıdır. Kutsal Kitap özelinde bazen dile getirilen elçi/resul/nebi/peygamber eleştirilerinin bu tercihe dönük olması da akılda tutulmalıdır. Zira örnekliğin ebedilik olmadığı tezinin de temel ilkelerden yararlanılarak anlam sahasına katılması gerekir. Kim olursa olsun %100 örnekliğin sonraki nesiller tarafından bütünüyle transfer edilmediğini unutmamak lazımdır. Yoksa dinin bugün ve yarın için değil dün için tedarik edildiğini dile getirmek zorunda kalınır. Kişi ve toplumların tümüyle örnek alınmaması ilkesinin hem zaman hem de birey ve toplum üzerinden anlaşılır kılınacağı açık edilmelidir. Bu adımın atılması demek, insan ve toplumları bağlayıcı kılan öğelerin “temel esaslar” olmasını merkeze alması anlamına gelecektir.

Yaşanan hayatın bağlayıcı unsuru durumunda olan vasıfları bağlamında iyice bilinmelidir ki, geçmişin örnekliği, yaşananların inşası bağlamında atılan adımlar ile hayat bulan örneklikleri merkeze alacaktır.  İnsan ve toplumların gördüğü eziyetlerin zaman içinde diğer dindarlar için aktif olması, onların yaşadıklarının bizlere dayanma gücü vermesini tedarik edecektir. Bu anlatılanlarda kalıcı olan tutumun ilkesel duruş ve örnek tutumlar olması, yaşanan hayatın örnekliğine kapı aralamak demektir. Buna göre dün geçmiş, bugün yaşanabilir olan, yarın ise desteklenen tutumları öne almaktadır. Kalıcı ve bağlayıcı örneklerin yaşanan hayatı anlamlandıran tutumlar olması, insan ve toplum süreçlerindeki kazanımları öne almasıyla fark ettirilecektir. Haddizatında; “İslâm denilen yegâne dinin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e değin yaşanan hayatın beşer formunda belirginleşen bu ilkelerin bağlayıcılığı üzerinden hayata tutunmasını görmezden gelemeyiz.” diyebiliyorsak, değişen zamanın muhatap toplumlarda temel ilkeleri asla ve kata değiştirmediğini bilmemizi öne alacaktır.

İnsanları doğrudan muhatap kılan vahiy sürecinde elçilerin insandan seçilmesi iradesi, yaratılan varlık olan insanın hemen her aşamasında temel ayrımların kapanması demektir. Buna göre, yaşanan hayatta her daim sorumlu kılınan varlığın hem kendisinin ve hem de yegâne muhatabının insan olduğu açıktır. Sorumsuz insanın kendisinden değil, örnek alınamayan varlıklardan elçi istediği gerçeği, Allah ve insan arasındaki iletişimin insan ve toplum üzerinde hayat bulmasının yine insandan seçilmesini öne almaktadır. Gelişen zamanlarda bazı insanların ana taşıyıcı konumunda olan melekleri farklılaştırarak insan iletişiminde farklı bir noktaya gelmesi buna örnek sayılmalıdır. Ayrıca Yüce Allah’a samimi bir şekilde ibadet eden insanın takva ölçeğinde değişikliğe uğraması da beşerî kazanımları öne almış demektir. Buna karşın bazı kültürel formlarda evliya denilen kişilerin takva sahibi mü’minleri değil özel yaratılışı hak eden aracı kişileri tanımladığı kabulü, zaman içinde değişen Kur’anî kavramları açıkça ortaya koymaktadır. Oysaki öğretmenlik hatta örneklik bazında seçilen elçilerin de vahiy alma dışında sıradan insan faktörleri üzerinden tanımlanması, tarihsel süreçte bazı dindarlıkları besleyen bu kazanımın dışlanmasına açık bir delildir. Unutulmamalıdır ki, yaratılan bütün insanların sıradan insan olması hükmü, aracı vasfın insan üzerinden tanımlanmasını değil, uyarıcı vasfı öne alınan insanı merkeze aldığını bilmeyi öne almasıdır.

Yakinen bilinmelidir ki, hayat denilen olgu, sürece katkı sunan üç aşamada kendisini yaşama dönüştürmektedir. Buna göre yaşanan hayatın genel aşamalarından birisi olan dünün yaşanmış bazı örneklikleri, düne ait değerleri %5-10 arasındaki oranlarla bugüne taşıdığı unutulmamalıdır. Hayatın asıl unsuru olan bugün ise, sistemin zamansal yaşanabilirliğini öne aldığı için %80-85 arasındaki bir oranda hayat bulmaktadır. İki örnekliğin katkı sunacağı inşa sürecinde yaşama tutunan her ferde pencere açan yarın ise, %5 gibi bir oranda örnekliklere bağlı hayata tutunan kalıcı pencere açmaktadır. Bu aşamaların üçünde de bağlayıcı olanın ilkeler olması, örneklerin de yaşanan pratiklerin bir kısmı olduğunu bilmemize katkı sunacaktır. Aklı başında olan insanı yaşadığı süreçte hayata tutunduran şeyin ne dün ve ne de yarın olmadığı, onun için bağlayıcı olan zamanın bugünden oluştuğunu unutmamak lazımdır. Hatta bu tedarik sürecinde dünün kazanıma açık örneklikleri, bugünün yaşanabilir pratikleri, yarının ise kazanıma dair hedefleri gündeme taşıdığı akıldan çıkarılmamalıdır.

İnsan ve din birlikteliği, yaratılmanın en değerli vasfıdır. Fıtrat denilen hususun buna imkân sağladığı akıldan çıkarılmamalıdır. Artık bilinmelidir ki, din olgusu, muhataplarına yaşanabilir olan şeyi örnek vermektedir. Buna dair bir örnek verilecekse, yapılan mücadelelerin antrenmanla beslendiği süreçlerin daha uzun olup karşılaşmaların daha kısa olmasına imkân sağlayan kazanımlarda kendisin gösterdiği ifade edilmelidir. O nedenle, yapılması tavsiye edilen ibadetlerin amaçtan çok araç konumunda olması, dindarlığın amaçlarının evrensel kazanımlar olmasını öne almaktadır. Yapılması gereken şeyleri örneklendiren kişilerin adeta teknik direktör konumunda olması, eğitilen kişilerin ne denli hayata tutundurduklarını merkeze almasıyla anlamlı olabilir. Yine bilinmelidir ki, elçiler ve örnekler üzerinden hayata tutunan katkı düzeylerinin sosyal yaşantıyı örneklendirdiği bilinmelidir. Hatta bu işlemin imkânlı olanı pratik tercihe dönüştürdüğü unutulmamalıdır. Ve dahi, yapılan her uyarının dünün tecrübelerinden bugünün yaşanabilir olmasına, yarının ise yaşanabilecek imkânına vurgu yapmasına kapı açmaktadır. Varılan bu noktada açıkça dile getirmeliyiz ki, eğer ki bunu bilirsek, din ve hayatın insan üzerinden ne denli yaşanabilir olduğunu daha yakından görebiliriz.

Din denilen uyarı ve örnek sunum mekanizmasına göre elçilerin örnekliği, asıl muhatabın insan olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı eğitim mekanizmasında merkeze alan vahiy ise, doğal olarak insanı muhatap almaktadır. Oysaki bütünüyle vahiyle beslenmeyen dindarlıklar özelinde hayata tutunan yaklaşımlara göre etkin olan güncel liderler, öğrenici ferdilikten yaşanan hayatı domine eden din adamı komitesine taşınırlar. Oysaki bu noktada öğretici konumunda olan elçilerin örnekliklerinin %10’u geçmediği akıldan çıkarılmamalıdır. Yoksa dinde dünün yaşanmışlıkları bağlayıcı unsur hâline gelir. Böylelikle yaşanan zamanın devre dışı kaldığı açıkça görülür. Buna karşılık olarak bazı insan iradelerinin elçilerin yaşantısını değil kendi zamanlarını sürdüren kişilerin hayatlarını örnek edindiği görülebilir. Bu noktada elçilerin hemen hemen bütün davranışları tarihsel sürecin anlatısına dönüşür. Bilinmelidir ki, bu sürecin en değerli vasfı durumunda olan muhatap ve coğrafyanın güne ışık tutacak olan dindarlığın ilkesel kazanımlarını zaman ve mekâna göre somut hâle getirdiği açıkça görülmektedir. Varılan bu sonucun, ilkesel yaşantıyı öne alması gereken insan ve toplumları muhatabın dindarlığını merkeze alan itaatkâr unsura çevirdiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Dindarlıkları farklılaştıran bir unsurun da, zaman içinde dinsel kavramların içeriğinin değişmesi olgusudur. Buna göre, elçilerin dışındaki bazı kişilerin vahiy kavramını değiştirdiği bilinmektedir. Zaman içinde: “Bana vahyedildi” tarzındaki bütün ifadelerin kişisel sözlerin kutsallığına kapı araladığı unutulmamalıdır. Oysaki bağlayıcı konumunda olan vahyin sadece elçiler üzerinden insanlığa taşınan bir ilâhî bildirim olması ile kişilerin ilham dedikleri bireysel unsurların farklılığını görmezden gelemeyiz. Bunun peşi sıra, zamanla hayat bulan takva ve züht eşitlikçi yaklaşımının da böylelikle eşitlendiği yaklaşımlar sorunlu bir kapı aralamaktadır. Bu iradenin insanlığın en eski tercihi olduğunu unutmamak lazımdır. Her iki kavramı sıralayan sufizmin asıl olarak Kur’anî kullanımları devre dışı bıraktığı görülmektedir. Buna göre insanı muhatap alan takva yerine, bazı kimseleri muhatap alan ilham tercihi öne alınmıştır. Zaman içinde Peygamber ve Şeyh Efendi ilişkisi, Allah-insan ilişki modelinde öne alınan yaklaşıma dönüşmüştür. Örneklikleri gündeme alan bildirimlerin bazı kazanımlar üzerinden elçileri merkeze alması hükmü, bazı kişilerin kalıcı örnekliklerinin devreye sokulmasıyla anlayışına dönüşmüştür. Bilindiği gibi Allah ve Melek/Cebrail, ilke taşınımının insana dönük yüzüne değinmektedir. Dindarlık özelinde hayata dokunan insan-insan örnekliği de yaşanabilir olan ve yapılabilir olanı devreye almakla öne çıkacaktır.

Bilinmelidir ki, insanın yaşanabilir örnekliğine kapı aralayan elçilik mesleği, yaşanabilen örneklikler bağlamında ele alınmalıdır. Vahyin elçilik algısının ismi verilen 25 örnek üzerinden dile getirildiği unutulmamalıdır. Muhatabın örnekliği, bazı seçilen kişiler üzerinden yaşanabilir kılınmasının diğer adı olan sünnet, din adına mutlak bağlayıcı bir husus değildir. Bu konuda bağlayıcı olan unsurların farz üzerinden görülmesi lazımdır. İmandan sonra hayata tutunmamıza vesile olan namazdaki bağlayıcı unsurun da bu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Elçi tercihi ve katkısı durumunda olan her şeyin bağlayıcı bir unsura evrilmediği bilinmelidir. Buna ek olarak, bağlayıcı olan şeylerin vahiy üzerinden önce elçileri merkeze aldığı da yakinen bilinmelidir. Örnekliğin katkısı durumunda olan her şeyin bir değer olduğu da unutulmamalıdır. Elçilerin seçimi de bu birikimle gerçekleşir diyebiliriz. Bilindiği kadarıyla Hz. Muhammed’in seçimi de ne kendisinin ve ne de Mekke ve Medinelilerin beklentisiyle gerçekleşmiştir. Yahudi ve Hıristiyan dindarlığının zaman içinde reddiye ve peşinden gelen düşmanlığı merkeze alması, elçilik vazifesinin kendi kavimlerinin dışına çıkmasına ve putperest toplumda hayat bulmasına verdikleri tepkiden ibarettir. Bunların bilinmesi, mutlak surette yaşanılır olan ile yaşananı ayırabilmemize kapı aralayacaktır.

Zaman içinde hayata tutunan örnekliklerin yaşanan hayatı çeşitlendirip kalıcı ve de huzurlu bir mevki ve dahi noktaya taşıması anlamına gelmektedir. Bunun içinde dolaşan Müslüman zihin ve de akıl, örneklik bağlamında muhatapları incelemeye alır. Buna göre, hiçbir grup ezelden seçilmiş değildir. Hiçbir millet de özel görev için yaratılmış değildir. Elçilerin ailesi de özel bir grubu ifade etmez. Hayata dair örneklikler de iyi insan, pratik insan ve âdil olma tercihiyle hayat bulur. Hz. Peygamber’in İslâm’dan önce yüklendiği bazı vazifeler de bunun detayıdır. Bahsedilen detayın tespit edilen sonucuna göre daha sonra eşi konumunda olacak Hz. Hatice’nin ticaret sorumlusu olması bunun işletilmesidir. Unutmamak lazımdır ki, yaşanan hayatı farklı bir noktadan devreye sokan sermaye sahibi ve işletmeci yani yönetici konumunda olmak hususu, sıradan insanlar dâhil olmak üzere elçilerin yaşamlarında da bireysel tercihlerdendir. Bütün bunların yaşanan nesil için takip edilebilecek bir örneklik sunması, seçilmiş olan elçilerin insanın sosyal düzeninde son derece etkin bir unsura dönüşebildiğini haber vermektedir.

İnsanın yaşanabilir değerlerinin örneklik bazında gündeme gelen elçilerin sosyolojisi, her durumda her kesimi bağlayıcı olan bir hüküm ya da ilke değildir. Bunu anlamak için verilecek örneğin, çok eşlilik seçimidir diyebiliriz. Bu aşamanın dinsel yükümlülük değil, yöresel tercih olduğu unutulmamalıdır. Buna göre çok eşliliğe karşı duran Hz. Fatıma’nın eşi durumunda olan Hz. Ali’nin bu tercihine karşı durması, hatta babasını devreye sokması bu yaklaşımın kültürel anlamda değil bireysel manada ana unsuru gibidir. Buna göre çok eşlilik sosyolojidir, tek eşlilik de hem vahyin önerisi ve hem de gelişen toplumların sosyolojisi hâline gelmiştir. Bütün bunların bağlayıcı olmayan bir sosyoloji olduğu unutulmamalıdır. Buna göre, elçilerin sosyolojisi birey ve toplumların örnekliğine dair değil, kültürel birikimlerine hitap eder.  Asıl olan dinin bağlayıcı ve yol gösteren açık ifadeleridir. Onun sosyolojik aktarımları bağlayıcı hüküm bandında ifade edilmez. Olsa olsa gündeme getirilen geçmişin daha sağlıklı anlaşılmasına katkı sunmasıdır diyebiliriz.

Devlet kurma konsepti, insanlığın en değerli yönetim olgusudur. Problem olan husus, bunu yaparken Şia’nın imameti adeta zorunlu görev olarak sunmasına bağlı gelişen ezelî takdire iman edip olguyu kader olarak tanımlamaktır. Zaman içinde bahsedilen hususu sosyal yaklaşımdan alıp yazgı konusuna dönüştüren grup olan Emevîlerin devlet-itaat-kader üçlüsüne yer vermeleri, bunu ezelî takdir olgusu olarak görüp meseleyi iman meselesine çevirmelerini öne almıştır. Bunun aslı Eski Mısır, Roma, Hindu ve Türk inanışlarıdır. Yaşanan hayata temel ilkeler bağlamında katkı sunan vahyin bu kazanım ve inançlarla bir yakınlığı bulunmamaktadır. Buna itiraz eden Hz. Hasan’ın devre dışı bırakılması, Hz. Hüseyin’in ise katledilmesi devreye alınmış bir kaderci anlayıştır. Hz. Peygamber’den sonra yönetime katkı sunan dört halifenin bu yaklaşımda olmaması ise, bilinmesi gren bir olgudur. Buna göre denilmelidir ki, zaman içinde kaderin bir inanç esası hâline gelişi Kur’an’ın değil, seçimlerini yazgıyla ifade eden bazı dindar toplulukların katkısı mesabesindeki yaklaşımlarıdır.

Günümüzde vahiyden çok gelenekten beslenen dindarlık, temel ilkelerini vahiyden, pratiklerini zaman ve gelenekten alan bir sosyolojiye de yakın durmaktadır. Buna uygun olarak demek lazımdır ki, sahih dindarlık, geçmişin takibi ve güne taşınması değildir. Oysaki temel değerlerin takibi, Müslüman zihnin zamanı dindarlık ölçüleriyle yaşanılır kılmasıdır. Buna göre dindarlığın merkezî sunumu olan ilkesel kabuller, zihinsel köleliği merkeze alan grup dindarlığı ölçülerini devre dışı bırakır. Denilebilir ki, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hatta Hz. Ali’nin dindarlık tercihlerinin farklı olması, bu tercihlerin fark edilmeleriyle ilgilidir. Buna göre bazı tercihler, dindarlığın değil beşerî tercihlerin statünün öne alınmasıyla devreye girer. Denildiği gibi Cemel Savaşı’ndaki katliam ve esareti gündeme getiren Hz. Ali ve Hz. Ayşe’nin mücadelesi de bunun örnekliğidir. Bilindiği üzere yapılan zina iftirasına köklü bir şekilde karşı çıkmayan kitlenin tutumu Hz. Ayşe’yi vahyin doğrulamasına kadar götürmüştür. Bazen sosyolojinin dindarlığı beslemediği, beşeri tavır almaya yönlendirdiği örneklemlerin en değerlisi budur diyebiliriz. Hz. Peygamber’in iki amcası olan Ebû Talip ve Ebû Leheb’in şirkle olan ilişkisi de aynı birikimle devreye girdiğini unutmamak lazımdır.

Din ve sosyolojinin kitlesel dindarlıktaki tercihlerle muhatap olması, zamanın güçlü bir katkısı gibi durmaktadır. Haddizatında farklı toplulukların dindarlıkları, farklı sosyal birikimlerin hayat bulmasıdır. Arap dindarlığı, İran dindarlığı, Türk dindarlığı, Avrupa dindarlığı, Balkan dindarlığı vb. sosyolojinin dindarlığa etkisi sayılmalıdır. Asıl olan Müslüman zihnin ana ilkeleri tercih edip pratiği sosyal yaşama uygun bir şekilde üretmesidir. Ancak gerçekleşen olgusal durum, sosyolojinin dindarlığı yeniden yapılandırmasıdır. Türk dindarlığının İran dindarlığı ile Haricî dindarlıktan uzak bir tedrisat içermesi bunun açık delilidir. Bilinmelidir ki, ilk dindarlık ölçüleri Hz. Âdem ile başlar, Hz. Muhammed ile mükemmele ulaşır. Dindarlık pratikleri ise değişmeyle zamanı geride bırakır. Cemaat dindarlığının en büyük hatası, dünü dindarlık içine alıp yaşanabilecek dindarlık ölçeğini geçmişle tanımlamasıdır. Oysaki dindarlığın kalıcı ölçüsü, vahyin temel ilkeleridir ve günün yaşanılır olan temel ilkelerini ifade eder. Verilen örneklikler tanımlanan elçilikler ise dünün tecrübelerinin bir kısmını bugüne taşımasıdır. Devreye sokulan bu örnekliklerin iyi bilinmesi lazımdır. Yaşanan dini hayata taşıyan bu yaklaşıma göre tevhit, adalet, ibadet, Ahiret, takva, insan hakları ebedî dindarlığın elçiler üstü örnekliğidir.

Dün, bugün ve yarın ölçeğinde yaşanabilir olan Müslüman zihnin grup tercihi, dünün cemaat ve kalabalıklarını bugüne ve de yarına taşımak olduğu halde, dinin tercihi ise, ilkesel kazanımların grup dindarlıklarıyla eşitlenmemesidir. Bugün için grup dindarlığının Kur’anî vahyi adeta okunmaz kılıp, ezberleme dışına çıkaramaması, kendi metinlerinin okunur kılmasının nedeni bu eğilim olduğunu göstermektedir. Ayrıca her grubun seçilmiş bir cemaat ve tarikat olgusuna yakın durması, hatta kendilerini Peygamberlere bağlaması da ilkesel tutarlılığın değil, şekilsel dindarlığın kutsallaştırılması demektir. Akletmenin bu türlü dindarlıklar özelinde sapkınlık örnekliği olması, grup ya da cemaate katılmada kişisel kazanım olan akletmenin giriş kapısının dışında bırakılmasını devreye almıştır. Neticede bu yaklaşım, öz olarak, Yüce Allah ile doğrudan ilişkisi olan veli/evliya kavramını mü’minlerden kendilerine taşıyan ekollerin sunumudur. Zamanla değişen adeta vahyin uzağına düşen Müslüman zihnin vahyi ifadelendirmeyi değil de geleneksel birikimi öne alması bunun nedenidir. Dinin muhatabı akleden insan olduğu halde, sorgulayan dindarların bu gibi gruplarda hayat bulamaması, Kur’an dindarlığı ile geleneksel ve sûfî kurum dindarlığının zaman içinde yapısal olarak değiştiğini göstermektedir.

Yapılan tetkiklerin sonunda diyebiliriz ki, hakikati bulma, sınıfsal bir katkı değil, dindarlığın bir kazanımıdır. Vahiy, elçi ve örneklikler bunun yanında akıl, zekâ ve iradenin hakikati bulma evrenselliğini ortaya koymaktadır. Bilinmelidir ki, dindarlık, sınıfsal hatta ırksal bir tercih ve de birikim değildir. Bilgi ve dindarlığın ilişkisi, sunum ve muhatabın seviyesiyle olan yapısını haber verir. Dinsel mekânların grup ve cemaat mekânları haline gelmesiyle İslâm’ın anlaşılması devre dışı kalan ezberlerle öne alındığı görülmelidir. Yakinen biliniz ki, sizin gibi düşünmeyen dindarların olması, ilkesel tercih ve de örneksel sunumlara dikkat etmenizi öne alır. Bunun en güzel örneği, elçilerinin bazı tutumlarını eleştirebilen sahabe ve kendi eşlerinin tutumlarını eleştiren elçilerin eşleri olmalıdır. Haddizatında din, birey ve toplum ilişkisi bir kişinin her tercihinin örnek alınmasını devre dışı bırakan anlayışa işaret eder. Buna göre, Hz. Peygamber’in eğer ki Hz. Hatice vefat etmeseydi tek eşli öleceği örnekliğine ulaşmanın pratik bir kazanımı bulunmaktadır diyebiliriz. Eşlerin de buna itirazlarının olması, tarihsel ve de bireysel gerçeklik hatta tutumları ortaya koyar.

Sözü kemale erdirirken açıkça denilmelidir ki, zaman ve mekânın yaşanabilecek dindarlığın örneklemi olması, Müslüman zihnin grup ve ilke tercihinin yer değiştirdiğine işaret eder. Asıl tercih, ilkesel donanım olmalıdır. Grup tercihi ise, kalıcı örnek olarak önerilmemiştir. Dinsel yaşantıyı gündemine alan hemen her ilke ve grubun sosyolojiyle kazanım olgusunu fark etmeye yarayabilecek bir alana geçişi gereklidir. Bunların özelinde hayat bulan geçerli dindarlık ise, ilkesel kazanımlarla hareket edip hakikati bu pencereden görebilmeyi öne alır. Üstelik din denilen olgu, zaman ve mekân itibariyle yaşanabilen bir dindarlık sürecidir. Kesin olarak ifade edilirse, sözün başında dile gelecek olan kavle göre, dünün dindarlığı dünü kutsallaştırmaz. Bunun yanında hayat bulan hemen her kazanım da örneksel değil ilkesel hedeflerdir demek durumundayız. Yoksa yaşanan tarihsel birikimlerin yaşanması gereken ilkesel birikimlere öncelendiği geleneksel dindarlıklar, hemen her daim öne geçmekle süreç ve ilkenin çatışacağı bir zaman dilimini her daim gündemine alacaktır. Bundan sakınmanın tek yolu, ilkeye verilecek önemle kaim olacaktır demek lazımdır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.