Ne Mutlu 'Azınlıktanım' Diyene!
<p>Ayakların baş olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Sadece Cumhuriyet döneminde değil; Osmanlı’nın son 200 senesinde de adına “dönme” de denilen gayrimüslim azınlıkların tahakkümü altında yaşıyoruz.<br />
Bunlar kendilerine “Türk” ismi vererek gerçek Türkleri ve Müslümanları ezmektedirler. Bunun en son örneğini 28 Şubat 1997 döneminde görmüştük. Sırf eşi başörtülü diye yüzlerce askeri ordudan attırmışlardı. Yetmedi hızlarını alamayıp yine onbinlerce başı örtülü memuru kamu kurumlarından uzaklaştırma tehdidi ile başını açtırmışlardı.<br />
Peki, bunu nasıl yaptılar? Sadece ele geçirmiş olduğu askeri kurumlar, medya, yargı ve kurumları aracılığı ile mi?<br />
Hayır. CHP içinde örgütlenerek bu partinin üst yönetimini asla kimseye bırakmayarak bunu başardılar. Halkın parası gasp edilerek kurulan İş Bankası’ndan niçin vazgeçmediklerini anlayabilmek için bu yazıyı dikkatle okumak gerekiyor…<br />
Milli Mücadele esnasında hatta Misak-ı Milli’nin ilan edilmesinde Osmanlı Devletinin Kanunu Esasi’si yani Anayasası geçerliydi. Hatta anayasanın ikinci maddesi “Devletin dini İslam’dır” şeklindeydi. Öncelikle bunu değiştirdiler. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesini çıkardılar. Bir de utanmadan “kurucu değerlere dönelim” diyorlar ya! İşte bunlara ne söylense azdır…<br />
Anayasa değişiklikleri tek partinin yönetimi altında halka danışılmadan tam gaz devam etmiştir. Örneğin “Türk” tabiri getirilerek gayrimüslim azınlıklar yani Ermeniler, Rumlar ve Yahudileri de içine alacak şekilde bir vatandaşlık tanımı yaptılar.<br />
"Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” ibaresiyle “dönme” adı verilen başka inançtan kişiler, bir anda “Türk” oluvermiştir. Soyadı kanunu da getirilince geçmişten gelen bütün izler silinmiş “on yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” marşı söylenmeye başlamıştır. İşte bundan sonra "Ne mutlu Türküm diyene!" sözü devlet yöneticilerinin ağzında pelesenk olmaya başlamıştır.<br />
Aradan yıllar geçtiği halde hala unutamadığım bir hatıramı anlatayım.<br />
Deniz Kurdu Tatbikatı arasında liman ziyareti yapıyorduk. İzmir’de orduevinde gemi subaylarının katıldığı bir akşam yemeği yapılmıştı. Yemeğe ben de katılma şansızlığını yaşamıştım. Yemeğin ortasında gemi komutanı tarafından bana bir rakı bardağı gönderilmişti.<br />
Bunu görmezlikten geldiğim sırada gemi komutanı bana seslendi “Vehbi, sana içki gönderdim niçin içmiyorsun?” dedi. Ben de kendisine nezaketle “Komutanım ben hayatım boyunca hiç alkollü içki içmedim ve prensibim icabı asla içmem” dedim. Bunun üzerine “ben gemi komutanıyım, emrediyorum içeceksin” dedi.<br />
O andaki haleti ruhiyem “kellemi de kesseler asla içki içmem” şeklindeydi. Fakat komutan ısrar ediyordu. İşin daha kötüsü ise masadaki bütün subaylar bana pis pis bakarak “hepimizi rezil ettin, iç şu zıkkımı” demeye getiren bakışları ile adeta dövmeye çalışıyorlardı.<br />
Bu iğrenç hikâye iyice alkol almış komutanın sesini arttırması ile bir müddet daha devam etti. Öyle ki; yan masalardan komutanın sesi duyulup tepki çekmeye başlamıştı. Sonunda Çarkçıbaşı Ümit Yüzbaşı araya girerek “Komutanım Vehbi çok iyi bir subaydır, onu bu seferlik mazur görün” şeklinde ortalığı yatıştırmaya çalışmıştı. Sonunda Komutan insafa gelerek sesini kesmişti. Bundan sonra bir daha gemi yemeklerine asla çağrılmadım ve katılmadım.<br />
Maalesef yıllar boyu dindar ve inançlı subaylar “içki testi” adı verilen bir uygulamadan geçirilerek alkole karşı olan hassasiyetlerinden vazgeçirilmeye çalışılıyordu. Bu sayede biz gerçek Türklere dayatılan türlü türlü baskılar sonuç veriyor her 8 ile 10 yıl arasında kesintisiz bir darbe süreci yaşanıyordu.<br />
İnşallah bu süreç 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi ile son bulmuş oldu. Bundan sonra hiçbir subaya “niçin içki içmiyorsun?” gibi bir baskı yapılmadığını umut ediyorum.<br />
Benim yaşadığım bu olay ülkemizde farklı ve değişik şekillerde devam etmişti. Türk ve Müslümanlara yapılan baskı ile ilgili olarak bir iki örnek daha vermekte yarar vardır:<br />
Stalin'in zulmünden kaçarak sınırlarımızdan ülkemize sığınan 146 Azeri Türk'ün hazin hikâyesine de yer vermek gerekiyor. Aslında onlar, sığındıkları Türk yurduna ve Türk kardeşlerinin kendilerine sahip çıkma hususunda hiçbir tereddüt taşımıyorlardı. Öyle ya; Türk ve Müslüman’dılar, dahası insandılar.<br />
Fakat bu gerçek Türk kardeşlerimizin yakarışlarına rağmen sağır olan tek partili bir yönetim vardı. Ankara’dan “ret” cevabı almışlardı. Bu kardeşlerimiz "Ne olursunuz bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, gerekirse bizi siz öldürün. Hiç olmazsa kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz" deseler de, gerçekten de acımasız ve sağır olan insanlar vardı.<br />
Karakol komutanı içi kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusya'sına, teslim etmek zorunda kalmıştır. Ruslara teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, askerlerimizin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülürler!<br />
İşte 1944'te İsmet İnönü'nün emriyle Türkleri götüren bir memurun köprünün hemen ardında gerçekleştirilen bu katliamı gördükten sonra akli dengesini yitirdiği ve akıl hastanesinde vefat ettiği söylenmektedir. Bu ana vatanında ihanete uğramış Türklerin ve yakınlarının söylediği ağıtlar kalır geriye:<br />
“Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı, / Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası./ Karası, karası, merhamet fukarası,/ Karası, karası, merhamet fukarası,<br />
Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,/ Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni./ Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,/ Beni siz vursaydınız, şu gâvurun yerine”.<br />
Bir hikâyeyi de Türklerin en önemli Saltanat ailesinden Osmanlı hanedan ailesinden verelim:<br />
Sultan Abdülmecid’in kızı ve Sultan Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha Sultan, sürgün kararı ertesi Cumhurbaşkanı’na telgraf gönderir.<br />
"78 yaşındayım. Odadan bile çıkmak iktidarına mâlik bulunmadığımdan karar-ı ahire tebaiyet maddeten imkân haricindedir. Hayattan artık bir nasibi kalmamış olan benim gibi bir ihtiyarın takarrüp eden son günlerini odasında geçirmeye müsaade buyurmanızı istirham eylerim. Seniha Binti Abdülmecid”<br />
Fakat Seniha Sultan’ın talebi dikkate alınmamış ve bu soylu Türk hanedan ailesi Türkiye’den sınır dışı edilmiştir.<br />
Gerçi içeride kalan vatan evlâtlarına da bu sonradan Türk olan ve Müslüman gibi görünen insanlar; türlü türlü zulümler yapmaya devam etmişlerdir. Milli mücadelenin kazanımları Anadolu insanına, yani halka rağmen, aleyhinde kullanılmıştır. Mehmetçik, jandarma görev eri olarak Kuran okuyor diye milletini dipçiklemek zorunda bırakılmıştır.<br />
Anadolu insanı, kendisine dayatılan bir gavur şapkası yüzünden binlerce efradını dar ağacında kaybeder. Milletin seçtiği vekiller darp edilir, hatta Başbakan Adnan Menderes idam edilir. Her darbe sonunda binlerce Müslüman “ayin yapıyor” denilerek hapislere atılır, işkence görerek mahkûm edilir, asılır ve sonunda sesi de kısılmış olur. Bunu dile getiren muharrir ve yazarlar ise mahkeme kapılarında ve zindanlarında perişan edilir.<br />
Buna karşılık İkinci Dünya Savaşı yıllarında yani Nazilerin tarihin büyük soykırım yaptığı dönemde Türk pasaportu can simidi gibiydi. Çünkü İspanya ve Türkiye gibi tarafsız ülkelerin Yahudi vatandaşları, toplama kamplarından hariç tutulmuştu. İşte bu yıllarda Avrupa’nın çeşitli yerlerinde görevli 19 diplomatlarımız, Türk pasaportu vererek, tam 185 bin Yahudi’nin hayatını kurtarmıştı.<br />
Bu durum, yani gerçek Türklerden esirgenen imtiyazlı cömertlik; bir belgesel filmde anlatılmıştır. Türk diplomatlarının Musevi vatandaşlarını, toplama kamplarına göndermemek için canla basla mücadele ettiği çok güzel bir şekilde gösterilmiştir. Belgeselde 60’a yakın tanık ile beraber tarihçilerle, toplum liderleriyle, o süreci yaşayan insanlarla ve onları kurtaran diplomatların aileleriyle konuşulmuştur.<br />
Musevi vatandaşlarına dair bir başka hikâye de fedakar 19 Türkiye Elçisi anlatılmaktadır. Örneğin Rodos Konsolosu (1943-1944) Selahattin Ülkümen tam 1.700 Yahudi’yi gaz odalarına gitmekten son anda büyük özveriyle kurtarmıştır. İnönü adı geçen diplomat adına posta pulu bastırarak kendisini onurlandırmıştır.<br />
Bu vesileyle kendilerine derin şükran ve nişanelerinin yanı sıra, ayrıca ABD’li Yahudi bir dernek tarafından 1990 yılında Yahudi cesaret ödülü de verilmiştir.<br />
Yalcın Küçük, bu azınlık mensubu dönmelerin diplomat olma durumunu dramatize ederek “Türkiye’de elçi olmak için dönme olmak gerekir” demiştir.<br />
İşte şimdi “Ne mutlu dönmeyim diyene” sözünün ne anlama geldiğini bir parça anlamış olduğunuzu umarım. Konuyu bir de nüfus bakımından ele alırsak mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır.<br />
29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde ülke nüfusumuz 13 milyon olarak tespit edilmişti. Halkımızın çoğu kadınlardan, yaşlı ve çocuklardan meydana geliyordu. Her taraf cephelerden dönen kolu bacağı kopuk gazilerimiz ile doluydu.<br />
Geri kalanlar ise bizim kimliğimize girmiş kentlerde oturan gayri Müslimlerden meydana geliyordu. Osmanlı devletinin son döneme kadar askere almadığı ve bu azınlık kesim okumuş, en az bir yabancı dil bilen kişilerdi ve zengin tabakayı oluşturuyordu.<br />
Soyadı kanunuyla bizim kimliğimize gizlenmiş bu gayrimüslim azınlıklar maliye, hukuk, eğitim, askeri kurumlara yerleşerek askeri vesayet sistemini ortaya çıkardılar. Deniz kenarı yerleşim birimleri başta olmak üzere en zengin topraklar bunların olmuştu.<br />
Zaten çok az sayıdaki Anadolu müteşebbisinin önünü ''yeşil sermaye'' adıyla kesen bu azınlıktan kimse hiç hesap soramadı. Bilakis hep bunlar hesap sorup üste çıktılar. Şimdi de durum çok farklı değildir. Bukalemun gibi kendilerini renkten renge kılıftan kılıfa sokan bu insanlar, en önemli kurumların da başında bunlar yer alır. İşte biraz kafa yormayı ve kendimize çeki düzen vermeyi gerektiren bir mesele budur.<br />
Çözüm ise daha önce belirttiğim gibi çok basittir. Türk ve Müslüman toplumun önünü açacak yegâne yöntem; serbest piyasa düzeni ve özgürlüklerdir. Çünkü rantiyecilikten beslenen hep bu dönme adını verdiğimiz asalak yiyici takımı olmuştur. Mason localarında iş tutup çalışkan Müslüman insanlarımızın ekmeğini elinden almaya çalışırlar.<br />
Bu nedenle devlet küçültülmeli ve memurluk insanlardan alınıp aynı işi rüşvet almadan sıfır hata ile yapan bilgisayarlara bırakılmalıdır. Bilgisayarların yapamayacağı işleri de sayısı 100 bin’i geçmeyecek şekilde vatanını seven ve para için çalışmayan; vatanına hizmet etmeyi öncelikle hedeflemiş insanlara vermek gereklidir.<br />
Eğer vatandaş zengin olursa devlet de zengin olur. Bu nedenle hala en büyük işveren olan devletin bu dönmelerin yağma ve talanına son vererek özel sektörün önünü açması, girişimci vatandaşlarımıza karşı yürütülen bürokratik engelleri kaldırması en önemli icraat olacaktır, vesselam…</p>
<p>Dr. Vehbi KARA</p>
Ekleme
Tarihi: 17 Kasım 2020 - Salı
Ne Mutlu 'Azınlıktanım' Diyene!
<p>Ayakların baş olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Sadece Cumhuriyet döneminde değil; Osmanlı’nın son 200 senesinde de adına “dönme” de denilen gayrimüslim azınlıkların tahakkümü altında yaşıyoruz.<br />
Bunlar kendilerine “Türk” ismi vererek gerçek Türkleri ve Müslümanları ezmektedirler. Bunun en son örneğini 28 Şubat 1997 döneminde görmüştük. Sırf eşi başörtülü diye yüzlerce askeri ordudan attırmışlardı. Yetmedi hızlarını alamayıp yine onbinlerce başı örtülü memuru kamu kurumlarından uzaklaştırma tehdidi ile başını açtırmışlardı.<br />
Peki, bunu nasıl yaptılar? Sadece ele geçirmiş olduğu askeri kurumlar, medya, yargı ve kurumları aracılığı ile mi?<br />
Hayır. CHP içinde örgütlenerek bu partinin üst yönetimini asla kimseye bırakmayarak bunu başardılar. Halkın parası gasp edilerek kurulan İş Bankası’ndan niçin vazgeçmediklerini anlayabilmek için bu yazıyı dikkatle okumak gerekiyor…<br />
Milli Mücadele esnasında hatta Misak-ı Milli’nin ilan edilmesinde Osmanlı Devletinin Kanunu Esasi’si yani Anayasası geçerliydi. Hatta anayasanın ikinci maddesi “Devletin dini İslam’dır” şeklindeydi. Öncelikle bunu değiştirdiler. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesini çıkardılar. Bir de utanmadan “kurucu değerlere dönelim” diyorlar ya! İşte bunlara ne söylense azdır…<br />
Anayasa değişiklikleri tek partinin yönetimi altında halka danışılmadan tam gaz devam etmiştir. Örneğin “Türk” tabiri getirilerek gayrimüslim azınlıklar yani Ermeniler, Rumlar ve Yahudileri de içine alacak şekilde bir vatandaşlık tanımı yaptılar.<br />
"Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” ibaresiyle “dönme” adı verilen başka inançtan kişiler, bir anda “Türk” oluvermiştir. Soyadı kanunu da getirilince geçmişten gelen bütün izler silinmiş “on yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” marşı söylenmeye başlamıştır. İşte bundan sonra "Ne mutlu Türküm diyene!" sözü devlet yöneticilerinin ağzında pelesenk olmaya başlamıştır.<br />
Aradan yıllar geçtiği halde hala unutamadığım bir hatıramı anlatayım.<br />
Deniz Kurdu Tatbikatı arasında liman ziyareti yapıyorduk. İzmir’de orduevinde gemi subaylarının katıldığı bir akşam yemeği yapılmıştı. Yemeğe ben de katılma şansızlığını yaşamıştım. Yemeğin ortasında gemi komutanı tarafından bana bir rakı bardağı gönderilmişti.<br />
Bunu görmezlikten geldiğim sırada gemi komutanı bana seslendi “Vehbi, sana içki gönderdim niçin içmiyorsun?” dedi. Ben de kendisine nezaketle “Komutanım ben hayatım boyunca hiç alkollü içki içmedim ve prensibim icabı asla içmem” dedim. Bunun üzerine “ben gemi komutanıyım, emrediyorum içeceksin” dedi.<br />
O andaki haleti ruhiyem “kellemi de kesseler asla içki içmem” şeklindeydi. Fakat komutan ısrar ediyordu. İşin daha kötüsü ise masadaki bütün subaylar bana pis pis bakarak “hepimizi rezil ettin, iç şu zıkkımı” demeye getiren bakışları ile adeta dövmeye çalışıyorlardı.<br />
Bu iğrenç hikâye iyice alkol almış komutanın sesini arttırması ile bir müddet daha devam etti. Öyle ki; yan masalardan komutanın sesi duyulup tepki çekmeye başlamıştı. Sonunda Çarkçıbaşı Ümit Yüzbaşı araya girerek “Komutanım Vehbi çok iyi bir subaydır, onu bu seferlik mazur görün” şeklinde ortalığı yatıştırmaya çalışmıştı. Sonunda Komutan insafa gelerek sesini kesmişti. Bundan sonra bir daha gemi yemeklerine asla çağrılmadım ve katılmadım.<br />
Maalesef yıllar boyu dindar ve inançlı subaylar “içki testi” adı verilen bir uygulamadan geçirilerek alkole karşı olan hassasiyetlerinden vazgeçirilmeye çalışılıyordu. Bu sayede biz gerçek Türklere dayatılan türlü türlü baskılar sonuç veriyor her 8 ile 10 yıl arasında kesintisiz bir darbe süreci yaşanıyordu.<br />
İnşallah bu süreç 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi ile son bulmuş oldu. Bundan sonra hiçbir subaya “niçin içki içmiyorsun?” gibi bir baskı yapılmadığını umut ediyorum.<br />
Benim yaşadığım bu olay ülkemizde farklı ve değişik şekillerde devam etmişti. Türk ve Müslümanlara yapılan baskı ile ilgili olarak bir iki örnek daha vermekte yarar vardır:<br />
Stalin'in zulmünden kaçarak sınırlarımızdan ülkemize sığınan 146 Azeri Türk'ün hazin hikâyesine de yer vermek gerekiyor. Aslında onlar, sığındıkları Türk yurduna ve Türk kardeşlerinin kendilerine sahip çıkma hususunda hiçbir tereddüt taşımıyorlardı. Öyle ya; Türk ve Müslüman’dılar, dahası insandılar.<br />
Fakat bu gerçek Türk kardeşlerimizin yakarışlarına rağmen sağır olan tek partili bir yönetim vardı. Ankara’dan “ret” cevabı almışlardı. Bu kardeşlerimiz "Ne olursunuz bizi o azılı düşmanlara teslim etmeyin, gerekirse bizi siz öldürün. Hiç olmazsa kendi vatanımızda, kendi bayrağımızın altında ölmüş oluruz" deseler de, gerçekten de acımasız ve sağır olan insanlar vardı.<br />
Karakol komutanı içi kan ağlaya ağlaya 146 sığınmacıyı yeniden Sovyet Rusya'sına, teslim etmek zorunda kalmıştır. Ruslara teslim olan 146 Türk evladı, hemen elleri ayakları bağlanarak oracıkta, askerlerimizin gözleri önünde kurşuna dizilerek öldürülürler!<br />
İşte 1944'te İsmet İnönü'nün emriyle Türkleri götüren bir memurun köprünün hemen ardında gerçekleştirilen bu katliamı gördükten sonra akli dengesini yitirdiği ve akıl hastanesinde vefat ettiği söylenmektedir. Bu ana vatanında ihanete uğramış Türklerin ve yakınlarının söylediği ağıtlar kalır geriye:<br />
“Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras'ı, / Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası./ Karası, karası, merhamet fukarası,/ Karası, karası, merhamet fukarası,<br />
Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,/ Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni./ Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,/ Beni siz vursaydınız, şu gâvurun yerine”.<br />
Bir hikâyeyi de Türklerin en önemli Saltanat ailesinden Osmanlı hanedan ailesinden verelim:<br />
Sultan Abdülmecid’in kızı ve Sultan Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha Sultan, sürgün kararı ertesi Cumhurbaşkanı’na telgraf gönderir.<br />
"78 yaşındayım. Odadan bile çıkmak iktidarına mâlik bulunmadığımdan karar-ı ahire tebaiyet maddeten imkân haricindedir. Hayattan artık bir nasibi kalmamış olan benim gibi bir ihtiyarın takarrüp eden son günlerini odasında geçirmeye müsaade buyurmanızı istirham eylerim. Seniha Binti Abdülmecid”<br />
Fakat Seniha Sultan’ın talebi dikkate alınmamış ve bu soylu Türk hanedan ailesi Türkiye’den sınır dışı edilmiştir.<br />
Gerçi içeride kalan vatan evlâtlarına da bu sonradan Türk olan ve Müslüman gibi görünen insanlar; türlü türlü zulümler yapmaya devam etmişlerdir. Milli mücadelenin kazanımları Anadolu insanına, yani halka rağmen, aleyhinde kullanılmıştır. Mehmetçik, jandarma görev eri olarak Kuran okuyor diye milletini dipçiklemek zorunda bırakılmıştır.<br />
Anadolu insanı, kendisine dayatılan bir gavur şapkası yüzünden binlerce efradını dar ağacında kaybeder. Milletin seçtiği vekiller darp edilir, hatta Başbakan Adnan Menderes idam edilir. Her darbe sonunda binlerce Müslüman “ayin yapıyor” denilerek hapislere atılır, işkence görerek mahkûm edilir, asılır ve sonunda sesi de kısılmış olur. Bunu dile getiren muharrir ve yazarlar ise mahkeme kapılarında ve zindanlarında perişan edilir.<br />
Buna karşılık İkinci Dünya Savaşı yıllarında yani Nazilerin tarihin büyük soykırım yaptığı dönemde Türk pasaportu can simidi gibiydi. Çünkü İspanya ve Türkiye gibi tarafsız ülkelerin Yahudi vatandaşları, toplama kamplarından hariç tutulmuştu. İşte bu yıllarda Avrupa’nın çeşitli yerlerinde görevli 19 diplomatlarımız, Türk pasaportu vererek, tam 185 bin Yahudi’nin hayatını kurtarmıştı.<br />
Bu durum, yani gerçek Türklerden esirgenen imtiyazlı cömertlik; bir belgesel filmde anlatılmıştır. Türk diplomatlarının Musevi vatandaşlarını, toplama kamplarına göndermemek için canla basla mücadele ettiği çok güzel bir şekilde gösterilmiştir. Belgeselde 60’a yakın tanık ile beraber tarihçilerle, toplum liderleriyle, o süreci yaşayan insanlarla ve onları kurtaran diplomatların aileleriyle konuşulmuştur.<br />
Musevi vatandaşlarına dair bir başka hikâye de fedakar 19 Türkiye Elçisi anlatılmaktadır. Örneğin Rodos Konsolosu (1943-1944) Selahattin Ülkümen tam 1.700 Yahudi’yi gaz odalarına gitmekten son anda büyük özveriyle kurtarmıştır. İnönü adı geçen diplomat adına posta pulu bastırarak kendisini onurlandırmıştır.<br />
Bu vesileyle kendilerine derin şükran ve nişanelerinin yanı sıra, ayrıca ABD’li Yahudi bir dernek tarafından 1990 yılında Yahudi cesaret ödülü de verilmiştir.<br />
Yalcın Küçük, bu azınlık mensubu dönmelerin diplomat olma durumunu dramatize ederek “Türkiye’de elçi olmak için dönme olmak gerekir” demiştir.<br />
İşte şimdi “Ne mutlu dönmeyim diyene” sözünün ne anlama geldiğini bir parça anlamış olduğunuzu umarım. Konuyu bir de nüfus bakımından ele alırsak mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır.<br />
29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde ülke nüfusumuz 13 milyon olarak tespit edilmişti. Halkımızın çoğu kadınlardan, yaşlı ve çocuklardan meydana geliyordu. Her taraf cephelerden dönen kolu bacağı kopuk gazilerimiz ile doluydu.<br />
Geri kalanlar ise bizim kimliğimize girmiş kentlerde oturan gayri Müslimlerden meydana geliyordu. Osmanlı devletinin son döneme kadar askere almadığı ve bu azınlık kesim okumuş, en az bir yabancı dil bilen kişilerdi ve zengin tabakayı oluşturuyordu.<br />
Soyadı kanunuyla bizim kimliğimize gizlenmiş bu gayrimüslim azınlıklar maliye, hukuk, eğitim, askeri kurumlara yerleşerek askeri vesayet sistemini ortaya çıkardılar. Deniz kenarı yerleşim birimleri başta olmak üzere en zengin topraklar bunların olmuştu.<br />
Zaten çok az sayıdaki Anadolu müteşebbisinin önünü ''yeşil sermaye'' adıyla kesen bu azınlıktan kimse hiç hesap soramadı. Bilakis hep bunlar hesap sorup üste çıktılar. Şimdi de durum çok farklı değildir. Bukalemun gibi kendilerini renkten renge kılıftan kılıfa sokan bu insanlar, en önemli kurumların da başında bunlar yer alır. İşte biraz kafa yormayı ve kendimize çeki düzen vermeyi gerektiren bir mesele budur.<br />
Çözüm ise daha önce belirttiğim gibi çok basittir. Türk ve Müslüman toplumun önünü açacak yegâne yöntem; serbest piyasa düzeni ve özgürlüklerdir. Çünkü rantiyecilikten beslenen hep bu dönme adını verdiğimiz asalak yiyici takımı olmuştur. Mason localarında iş tutup çalışkan Müslüman insanlarımızın ekmeğini elinden almaya çalışırlar.<br />
Bu nedenle devlet küçültülmeli ve memurluk insanlardan alınıp aynı işi rüşvet almadan sıfır hata ile yapan bilgisayarlara bırakılmalıdır. Bilgisayarların yapamayacağı işleri de sayısı 100 bin’i geçmeyecek şekilde vatanını seven ve para için çalışmayan; vatanına hizmet etmeyi öncelikle hedeflemiş insanlara vermek gereklidir.<br />
Eğer vatandaş zengin olursa devlet de zengin olur. Bu nedenle hala en büyük işveren olan devletin bu dönmelerin yağma ve talanına son vererek özel sektörün önünü açması, girişimci vatandaşlarımıza karşı yürütülen bürokratik engelleri kaldırması en önemli icraat olacaktır, vesselam…</p>
<p>Dr. Vehbi KARA</p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.