KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (13)
<p><strong><u>D-Sair Sahabe’nin Kerametleri</u></strong></p>
<p>Bu konudaki diğer sahabenin kerametlerine gelince, hayli çoktur. Ancak biz burada az bir kısmını zikredeceğiz.</p>
<p dir="RTL"><strong>الْأَوَّلُ </strong>: رَوَى مُحَمَّدُ بْنُ الْمُنْكَدِرِ عَنْ سَفِينَةَ مَوْلَى رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- قَالَ : رَكِبْتُ الْبَحْرَ فَانْكَسَرَتْ سَفِينَتِي الَّتِي كُنْتُ فِيهَا فَرَكِبْتُ لَوْحًا مِنْ أَلْوَاحِهَا ، فَطَرَحَنِي اللَّوْحُ فِي خَيْسَةٍ فِيهَا أَسَدٌ ، فَخَرَجَ الْأَسَدُ إِلَيَّ يُرِيدُنِي ، فَقُلْتُ : يَا أَبَا الْحَارِثِ أَنَا مَوْلَى رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فَتَقَدَّمْ وَدَلَّنِي عَلَى الطَّرِيقِ ، ثُمَّ هَمْهَمَ ، فَظَنَنْتُ أَنَّهُ يُوَدِّعُنِي وَرَجَعَ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>1</strong>) Muhammed İbnu'l-Münkedir, Hz. Muhammed (s.a.v)'in kölesinin gemisinde zuhur eden bir hali şöyle anlatır: "Köle şöyle der: "Gemiye binmiştim; derken, içinde bulunduğum gemi parçalandı. Geminin tahtalarından birisinin üzerine bindim. Bu tahta parçası beni bir aslan ini olan bir yere attı. Derken karşıma bir aslan çıktı. Bunun üzerine ben, "Ey Ebu'l-Hâris ben Hz. Peygamber (s.a.v)'in kölesiyim" dedim. Bunun üzerine aslan önüme düştü ve bana yol gösterdi. Sonra aslan, hım hım edip kendince bir şeyler söyledi; anladım ki beni uğurluyor. Sonra da geri döndü."</p>
<p dir="RTL"><strong>الثَّانِي</strong> : رَوَى ثَابِتٌ عَنْ أَنَسٍ أَنَّ أُسَيْدَ بْنَ حُضَيْرٍ وَرَجُلًا آخَرَ مِنَ الْأَنْصَارِ تَحَدَّثَا عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فِي حَاجَةٍ لَهُمَا حَتَّى ذَهَبَ مِنَ اللَّيْلِ زَمَانٌ ، ثُمَّ خَرَجَا مِنْ عِنْدِهِ وَكَانَتِ اللَّيْلَةُ شَدِيدَةَ الظُّلْمَةِ ، وَفِي يَدِ كُلٍّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا عَصَا ، فَأَضَاءَتْ عَصَا أَحَدِهِمَا لَهُمَا حَتَّى مَشَيَا فِي ضَوْئِهَا ، فَلَمَّا انْفَرَقَ بَيْنَهُمَا الطَّرِيقُ أَضَاءَتْ لِلْآخَرِ عَصَاهُ ، فَمَشَى فِي ضَوْئِهَا حَتَّى بَلَغَ مَنْزِلَهُ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>2</strong>) Sabit, Enes (r.a)'den şunu rivayet etmiştir: "Useyd İbn Hudayr ile Ensârdan başka birisi Hz. Peygamber (s.a.v)'in huzurunda, ihtiyaç duydukları bir konuda konuşuyorlardı. Derken gece epey ilerlemişti. Sonra bu ikisi Hz. Peygamberin evinden ayrıldılar. Gece alabildiğine karanlıktı. Her birinin elinde bir değnek vardı. Bu esnada, onların değneklerinden birisi onlara ışık tuttu, yollarını aydınlattı ve onun ışığında yollarına devam ettiler. Yolları ayrılınca, berikinin asası, kendisinin yolunu aydınlattı; o da onun ışığında yürüdü ve evine ulaştı."</p>
<p dir="RTL"><strong>الثَّالِثُ</strong> : قَالُوا لِخَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ : إِنَّ فِي عَسْكَرِكَ مَنْ يَشْرَبُ الْخَمْرَ ، فَرَكِبَ فَرَسَهُ لَيْلَةً فَطَافَ بِالْعَسْكَرِ ، فَلَقِيَ رَجُلًا عَلَى فَرَسٍ وَمَعَهُ زِقُّ خَمْرٍ ، فَقَالَ مَا هَذَا ؟ قَالَ : خَلٌّ ، فَقَالَ خَالِدٌ : اللَّهُمَّ اجْعَلْهُ خَلًّا . فَذَهَبَ الرَّجُلُ إِلَى أَصْحَابِهِ ، فَقَالَ : أَتَيْتُكُمْ بِخَمْرٍ مَا شَرِبَتِ الْعَرَبُ مِثْلَهَا ، فَلَمَّا فَتَحُوا فَإِذَا هُوَ خَلٌّ ، فَقَالُوا : وَاللَّهِ مَا جِئْتَنَا إِلَّا بِخَلٍّ ؟ فَقَالَ : هَذَا وَاللَّهِ دُعَاءُ خَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>3</strong>) Halid İbn el-Velîd'e askerleri arasında içki içenler bulunduğu söylenir. O, bir gece atına bindi ve askerini dolaştı. Derken, yanında bir küp içki bulunan, at üzerindeki bir adama rastladı. Ona, "bu nedir?" diye sorduğunda o, "sirke!" cevabını verdi. Bunun üzerine Halid: "Ey Allah'ım, onu sirkeye çevir!" dedi. Adam, arkadaşlarının yanına vardı ve: "Size, Arapların ömründe içmedikleri bir içki getirdim" dedi. Onlar küpün ağzını açınca, onun sirke olduğunu gördüler ve: "Allah'a yemin olsun ki, sen bize getirdiğin sirkeden başka bir şey değildir" dediler. Bunun üzerine o adam: "Allah'a yemin olsun ki, bu Halid İbn el-Velîd'in duasının sonucudur" dedi.</p>
<p dir="RTL"><strong>الرَّابِعُ</strong> : الْوَاقِعَةُ الْمَشْهُورَةُ وَهِيَ أَنَّ خَالِدَ بْنَ الْوَلِيدِ أَكَلَ كَفًّا مِنَ السُّمِّ عَلَى اسْمِ اللَّهِ وَمَا ضَرَّهُ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>4</strong>) Meşhur bir vakıa da şudur: Halid İbn el-Velîd, Allah'ın ismini anarak bir avuç zehir yedi. Ama zehir ona zarar vermedi.</p>
<p dir="RTL"><strong>الْخَامِسُ</strong> : رُوِيَ أَنَّ ابْنَ عُمَرَ كَانَ فِي بَعْضِ أَسْفَارِهِ ، فَلَقِيَ جَمَاعَةً وَقَفُوا عَلَى الطَّرِيقِ مِنْ خَوْفِ السَّبُعِ ، فَطَرَدَ السَّبُعَ مِنْ طَرِيقِهِمْ ، ثُمَّ قَالَ : إِنَّمَا يُسَلَّطُ عَلَى ابْنِ آدَمَ مَا يَخَافُهُ ، وَلَوْ أَنَّهُ لَمْ يَخَفْ غَيْرَ اللَّهِ لَمَا سُلِّطَ عَلَيْهِ شَيْءٌ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>5</strong>) Rivayet olunduğuna göre İbn Ömer, bir yolculuğunda, vahşi ve yırtıcı hayvanların korkusu sebebiyle yolda bekleyen bir cemaate rasgelir. Bunun üzerine o, onların yolundaki vahşî hayvanları kovar. Daha sonra da, "Allah, insanoğluna, korktuğunu musallat kılar. Şayet o insanoğlu, Allah’tan başkasından korkmasaydı, ona hiçbir şey musallat olmazdı" der.</p>
<p dir="RTL"><strong>السَّادِسُ</strong> : رُوِيَ أَنَّ النَّبِيَّ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- بَعَثَ الْعَلَاءَ بْنَ الْحَضْرَمِيِّ فِي غَزَاةٍ فَحَالَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْمَطْلُوبِ قِطْعَةٌ مِنَ الْبَحْرِ ، فَدَعَا بِاسْمِ اللَّهِ الْأَعْظَمِ ، وَمَشَوْا عَلَى الْمَاءِ ، وَفِي كُتُبِ الصُّوفِيَّةِ مِنْ هَذَا الْبَابِ رِوَايَاتٌ مُتَجَاوِزَةٌ عَنِ الْحَدِّ وَالْحَصْرِ ، فَمَنْ أَرَادَهَا طَالَعَهَا<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>6</strong>) Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), Alâ İbnu'l-Hadrâmî'yi bir savaşa yollamıştı. Derken onlarla, varacağı o yer arasına bir deniz parçası (kadar büyük) bir su girer. Bunun üzerine o, İsm-i Azam duâsıyla duâ eder ve böylece suyun üzerinden yürüyerek geçerler. Bu konuda sufîlerin kitaplarında sayısız rivayetler bulunmaktadır. İsteyen, onları gözden geçirsin. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong><u>E-Keramet’e dair Akli Deliller</u></strong></p>
<p>Keramet’e dair akli delillere gelince, bunlar pek çoktur. Bunlardan birkaç tanesini zikredelim:</p>
<p><strong>Birinci Delil:</strong> Kul, Allah'ın dostudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, <strong><span dir="RTL">أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ</span> "Haberiniz olsun ki Allah'ın veli kullan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir"</strong> (Yunus 62) buyurmuştur. Rab Teâlâ da, kulunun dostudur. Nitekim Cenâb-ı Hak: <strong><span dir="RTL">اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُو</span></strong><span dir="RTL">ا</span> <strong>"Allah iman edenlerin yardımcısıdır"</strong> (Bakara. 257). Başka bir Ayette <strong><span dir="RTL">وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ</span></strong> <strong>"O, bütün salihlere de velilik ediyor" </strong>(A’raf 196). Ve <strong><span dir="RTL">إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ</span></strong> <strong>"Sizin dostunuz ancak Allah ve O'nun Resulüdür"</strong> (Maide 55). <strong><span dir="RTL">أَنْتَ مَوْلَانَا</span></strong> <strong>“Sen bizim Mevla’mızsın”</strong> (Bakara 286). Ve <strong><span dir="RTL">ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا</span></strong> <strong>"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah şüphesiz iman edenlerin velîsidir"</strong> (Muhammed 11) buyurmuştur.</p>
<p>Böylece Allah Teâlâ kulunun dostu, kulu da Allah Teâlâ'nın dostu olduğu sabit olmuş olur. Keza Allah (c.c) kulunu sever ve kul da Allah'ı (c.c) sever. Nitekim Cenâb-ı Hak: <strong><span dir="RTL">يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ</span></strong> <strong>"O onları sever onlar da O'nu severler"</strong> (Maide54). Keza: <strong><span dir="RTL">وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّه</span></strong> <strong>"îman edenler ise Allah'ı daha çok severler"</strong> (Bakara 165). Ve <strong><span dir="RTL">إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ</span> "Allah tevbe edenleri ve iyice temizlenenleri sever" </strong>(Bakara. 222) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Kul, Allah'a itaatte kusur etmeyip, O'nun emrettiği ve kendisinde rızasının bulunduğu her şeyi yapacak ve O'nun nehyettiği ve yasakladığı her şeyi de bırakacak bir dereceye ulaştığında, Hakîm ve Rahîm olan Allah'ın, kulunun bir kerecik istediği o şeyi yapması ve yerine getirmesi nasıl akıldan uzak görülebilir ki? Tam aksine, Cenâb-ı Hakk'ın, onun bu isteğini yerine getirmesi daha uygundur. Çünkü kul; cimrilik, acizlik ve tembelliğine rağmen Allah Teâlâ'nın kendisinden istediği ve kendisine emrettiği her şeyi yapınca, Rahîm olan Rabb Teâlâ'nın, kulunun istediğini bir kerecik yerine getirmesi haydi haydi gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, <strong><span dir="RTL">وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ </span></strong> <strong>"Ahdime riayet edin ki, ben de size olan ahdimi tutayım"</strong> (Bakara, 40) buyurmuştur. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>İkinci Delil:</strong> Keramet izhar etmek eğer imkânsız olsaydı, bu imkânsızlık, ya Allah Teâlâ'nın bunu yapmaya ehil olamamasından veyahut da, o mümin kulun, bu bağışın kendisine verilmesine ehil olamamasından kaynaklanır. Birincisi Allah'ın kudretini zedeler ki, bu küfürdür. İkincisi de batıldır, zira Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve isimlerini tanımak, Allah'ı sevmek, O'na itaat etmek, O'nu takdis, temcit ve yüceltmeye devam etmek, çölde bir yufka ekmeği vermekten veya bir yılanı ya da bir aslanı kulunun emrine vermekten daha kıymetlidir. Binâenaleyh O, kuluna, kulu herhangi bir istekte bulunmaksızın, kendisini tanımayı, sevmeyi zikir ve şükretmeyi nasip ettiğine göre ona, çölde bir yufka ekmeği haydi haydi verir. Bunda, akla sığmayan ne var ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Üçüncü Delil:</strong> Hz. Peygamber (s.a.v)'in naklettiği bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: <strong><em>" <span dir="RTL">مَا تَقَرَّبَ عَبْدٌ إِلَيَّ بِمِثْلِ أَدَاءِ مَا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ ، وَلَا يَزَالُ يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعًا وَبَصَرًا وَلِسَانًا وَقَلْبًا وَيَدًا وَرِجْلًا ، بِي يَسْمَعُ وَبِي يُبْصِرُ وَبِي يَنْطِقُ وَبِي يَمْشِي</span></em></strong>" <strong>“<em>Kul bana, kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmekle yaklaştığı kadar başka hiçbir amel ile yaklaşamaz. Farzların yanında nafile ibadetlerle de kulum bana yaklaşır, yaklaşır; nihayet ben onu severim. Ben onu sevdim mi, onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, anlayan kalbi ve yürüyen ayağı olurum. O, benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur ve benimle yürür.” </em></strong></p>
<p>Bu kutsi hadis, bu gibi kimselerin kulağında, gözünde ve diğer uzuvlarında başkasına ait bir nasip ve payın kalmadığını gösterir. Çünkü eğer orada, başkasına ait bir hisse ve pay kalmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "Ben onun kulağı, gözü olurum" demezdi. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Hiç şüphesiz ki bu makam, yılanı ve vahşî hayvanları o kulunu emrine vermekten ve ona bir yufka ekmek, bir salkım üzüm ve bir bardak su vermekten daha değerlidir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, rahmetiyle o kulunun bu yüksek derecelere ulaştırdığına göre, ona çölde, bir parça ekmek bir bardak su vermesinde akla sığmayacak ne vardır? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Dördüncü Delil:</strong> Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in Cenâb-ı Hak'tan naklettiği bir hadis-i kutside, <strong><em>" <span dir="RTL">مَنْ آذَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ بَارَزَنِي بِالْمُحَارَبَةِ</span></em></strong> ""<strong><em>Kim benim dostum olan kimseye eziyet ederse, o açıkça bana savaş ilan etmiş olur."</em></strong> Buyurmuş. Böylece dostuna eziyet etmeyi kendisine eziyet etme gibi addetmiş olur. Ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın: <strong><span dir="RTL">إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ</strong></span> <strong>"Muhakkak ki sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar"</strong> (Feth 10) ayetinin manasına yakın bir ifadedir.</p>
<p>Yine Cenâb-ı Hak; <strong><span dir="RTL">وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا</span></strong><strong> "Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için, işlerinde kendilerine bir muhayyerlik yoktur" </strong>(Ahzap 36). Keza başka bir Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuş;<strong> <span dir="RTL">إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ</span></strong> <strong>"Muhakkak ki Allah'a ve Resulüne eza edenler Allah onları dünyada da ahirette de lanetlemiştir." </strong>(Ahzab. 57).</p>
<p>Hz. Muhammed’e (s.a.v) yapılan biati, kendisine yapılmış olan bir biat, onun rızasını kendisinin rızası, ona eziyeti de kendisine eziyet kabul etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesinin, bütün derecelerin üstünde olup zirveye çıktığında şüphe yoktur. İşte burada da böyledir. O, "Kim benim has dostum olan kimseye eziyet ederse, o açıkça bana savaş ilan etmiş olur" buyurunca, bu, Allah Teâlâ'nın, velisine eziyet etmeyi, kendisine eziyet etme addettiğini gösterir.</p>
<p>Bu husus, şu meşhur hadis-i kudsî ile de desteklenir. "Cenâb-ı Hak Kıyamet gününde şöyle buyurur: <strong><em><span dir="RTL">مَرِضْتَ فَلَمْ تَعُدْنِي ، اسْتَسْقَيْتُكَ فَمَا سَقَيْتَنِي ، اسْتَطْعَمْتُكَ فَمَا أَطْعَمْتَنِي ، فَيَقُولُ : يَا رَبّ</span></em></strong><em><span dir="RTL"> <strong>كَيْفَ أَفْعَلُ هَذَا وَأَنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ ؟ فَيَقُولُ : إِنَّ عَبْدِي فُلَانًا مَرِضَ ، فَلَمْ تَعُدْهُ ، أَمَا عَلِمْتَ أَنَّكَ لَوْ عُدْتَهُ لَوَجَدْتَ ذَلِكَ عِنْدِي</strong></span></em> <strong><em>Hastalandım beni ziyaret etmedin; su istedim su vermedin; yiyecek istedim yiyecek vermedin. "Bunun üzerine kul, "Ey Rabbim, sen âlemlerin Rabbi iken ben bunu nasıl yapabilirim?" dediğinde; Cenâb-ı Hak: "Falanca kulum hastalandı da, sen onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etmen halinde, (bunun karşılığını) benim yanımda bulacağını bilmedin mi?</em></strong></p>
<p>Su verme ve yiyecek vermedeki hüküm de aynıdır. Binâenaleyh, bütün bu hadisler, Allah'ın veli kullarının bu derecelere ulaştıklarına delâlet eder. O halde, Allah'ın o kuluna bir parça ekmek ve bir bardak su vermesinde veyahut da bir köpeği veya bir aslanı onun emrine amade kılmasında, akla sığmayan ne var ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Beşinci Delil:</strong> Biz örfen, hükümdarın kendi özel hizmetine tahsis ettiği ve insanların meclisine katılmasına müsaade ettiği kimseye, başkasının yapamayacağı şeyleri yapma salâhiyeti de verdiğini müşahede etmekteyiz. Binaenaleyh akl-ı selim böyle bir yakınlığın ne zaman hâsıl olacağı ve bu yakınlığa tabi olan makamı da müşahede eder. Zira yakınlık asıl, makam da ona tabi kılınmıştır. Hükümdarların en büyüğü Rabbü'l-âlemîn'dir. Şayet o, kulunun kendisine hizmet eşiklerine, ikram derecesine ulaştırmak ve onu, kendisini tanımanın sırlarına vakıf kılmak ve kendisiyle kulu arasındaki perdeleri kaldırarak onu kendisine yakınlık seccadesi üzerine oturtmak suretiyle şereflendirdiğinde, bu âlemdekilerin her biri, ruhanî mutlulukların ve rabbanî bilgilerin bir zerresine nispetle, ancak yokluk gibi olmasına rağmen, bu âlemde bazı kerametlerin zuhur etmesinde akla aykırı ne vardır ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Altıncı Delil:</strong> Fiilleri üstlenenin, beden değil, ruh olduğunda şüphe yoktur. Yine, beden için ruh neyse ruh için de Allah'ı tanımanın aynen o durumda olduğunda bir şüphe yoktur. Nitekim bunu Cenâb-ı Hakk'ın, <strong><span dir="RTL">يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ</span></strong> <strong>“Melekleri emrindeki Ruh ile beraber indiriyor.” </strong>(Nahl 2) ayetinin tefsirinde şu açıklama geçmektedir; "Ruh"tan maksat vahiydir ve vahiy de Allah'ın (c.c) kelâmı demektir. Sofiler şöyle demişlerdir: "Ceset haraptır, kesiftir, karanlıktır. Ama ona ruh girdiğinde, canlı, latif ve nuranî olur. Böylece o nurun tesiri beş duyuda da görülür, Ruh da karanlık ve cahildir. Kendisine akıl verildiğinde, aydınlanır ve nurlanır. Akıl da aslında, tam nurani, arınmış, saf ve aydın değildi. Ancak o, Allah'ın (c.c) zatını, sıfatlarını ve fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve ahiret âlemini tanıyınca mükemmelleşir. Sonra bu ilahî ve kıymetli bilgiler, vahiy ile ve Kur'ân nuru ile mükemmelleşmiş ve saflaşmıştır.</p>
<p>Özetleyecek olursak deriz ki: Marifetullah ve Rabbani mükâşefeler, Kur’an ve vahiy ile kemâle erer. Akıl da, bu marifetullah ile aydınlanır, saflaşır ve olgunlaşır. Ruh cevheri ise, aydınlanmış olan bu akıl ile kemâle erer. Binaenaleyh beden de, bu ruh ile mükemmel hale gelir. İşte bu noktada, hakikatin Vahiy ve Kur’an olduğu ortaya çıkar. Çünkü bunlar sayesinde, cehalet ve gaflet uykusundan uyanılabilir. Böylece de, hayvanlık toprağından, melekliğin mertebesine geçmek mümkün olur. Binâenaleyh "Ruh" kelimesini, vahiy manasında kullanmak son derece münasip ve uygundur.</p>
<p> Yine Hz. Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur: <strong><em>"<span dir="RTL">أَبِيتُ عِنْدَ رَبِّي يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِي</span>"</em></strong> <strong><em>"Ben, Rabbimin yanında gecelerim. O, beni yedirir ve içirir.</em></strong>” İşte bundan dolayı, gayb âleminin hallerini en fazla bilenin kalp kuvveti bakımından pek yüksek olup pek zaaf duymadığını görmekteyiz. Bundan dolayıdır ki Ali İbn Ebi Talib (k.v), <strong><em><span dir="RTL">وَاللَّهِ مَا قَلَعْتُ بَابَ خَيْبَرَ بِقُوَّةٍ جَسَدَانِيَّةٍ ، وَلَكِنْ بِقُوَّةٍ رَبَّانِيَّةٍ</span> </em></strong>.<strong><em>"Allah'a yemin olsun ki ben, Hayber'in kapısını, bedenî kuvvetimle değil, rabbanî kuvvetimle söküp attım"</em></strong> demiştir. Bu böyledir, zira Hz. Ali (k.v)'nin bakışları o vakitte maddî âlemden uzaklaşmış; Melekler, Kibriya âleminin nurlarıyla onu aydınlatmıştı. Böylece onun ruhu kuvvetlenmiş ve melekî ruhların cevherine benzemişti. Ve onda, kutsiyet ve azamet âleminin ışıkları parlamıştı. İşte bu sebeple hiç şüphesiz ki o, başkasının yapamayacağı şeyi yapmıştı. İşte kul da böyledir, o Allah'a itaate devam ettiği sürece, Allah'ın, "Onun kulağı, gözü olurum" dediği makama ulaşır. Allah'ın celâlinin nuru, kendisinin kulağı olunca da, o kimse yakını-uzağı duyar. Onun gözü olunca da, o yakını-uzağı görür. O nur, onun eli olunca da o kimse, zor-kolay, uzak-yakın her şey hususunda tasarrufta bulunabilir. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Yedinci Delil:</strong> Bu delil, akli felsefî kanunlara dayalı bir delil olup, şudur: Biz, ruh cevherinin, bölünmeye ve parçalanmaya müsait, bozulan maddeler cinsinden olmadığını; tam aksine onun, melekler, gökler âleminin varlıklarının cevherinden ve arınmış-tertemiz şeyler türünden olduğunu beyan etmiştik. Ancak ne var ki ruh, bedenle alaka kurup kendini tamimiyle onun işlerini görmeye verdiğinde, bu kendini verme işinde, ilk vatanını ve ilk ikamet ettiği âlemi unutacak dereceye varır ve tamamen bozulup çürüyen maddelere benzemiş olur. Böylece de, kuvveti zayıflar. Kudreti kalmaz; o fiillerden herhangi birisini de yapamaz. Ama ruh, marifetullâh ve muhabbetullaha ünsiyet kazanır, bu bedenî işleriyle olan meşguliyeti azalır, üzerinde semavî ve Arşa ait mukaddes ruhların nuru parlar ve o nurlar bu ruha nüfuz ederse o, tıpkı felekî ruhların bu işleri yapabilmesi gibi, bu âlemin maddelerine tasarrufta bulunmaya da güç bulur ki, <u>işte keramet budur</u>.</p>
<p>Bize göre bu husustaki diğer bir incelik de şudur: Oda beşerî ruhların, mahiyetleri bakımından farklılık arz etmeleridir. Onların içinde kuvvetli olanlar zayıf olanlar; nuranî olanlar bulanık olanlar; değerli olanlar değersiz olanlar bulunmaktadır. Ve Felekî ruhlar da keza böyledirler. Allah’ın (c.c) Cebrail’i nasıl vasıflandırdığına baksana, Cenâb-ı Hak onu vasıflandırırken; <strong><span dir="RTL">إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ ذِي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>مَكِينٍ مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ</strong></span> <strong>"Muhakkak o, çok şerefli bir elçinin sözüdür (Kur’an). O (Cebrail), çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emîndir" </strong>(Tekvir 19-21). Ve meleklerin başka gruplarından söz ederken de; <strong><span dir="RTL">وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا</span></strong> <strong>"Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz"</strong> (Necm 26) buyurmuştur. Burada da böyledir. Şayet yaratılışı güçlü, kuvvet ve kutsi unsurdan oluşmuş, cevheri aydın ve parlak, tabiatı yüce bir nefiste müttefik kalınıp, sonra da bu nefse bulaşmış olan Kevn âleminin pislik ve çürümüşlüğünü çeşitli riyazet amelleri ile izale edildiğinde, o nefs aydınlanır ve ışıldar. Binaenaleyh bu nefsin, Samediyyet’in huzurunda bulunmasının marifetinin nuru yardımı, keza Celal ve İzzetin huzurunda bulunma aydınlığının takviyesi ile güçlenen nefis, Kevni ve fesat âleminin heyulasında tasarrufta bulunabilir. Biz bu hususta, daha fazla açıklamada bulunmayalım, çünkü bunun ötesinde çok ince sırlar elde edemeyenlerin tasdik edemeyeceği derin haller bulunmaktadır. Biz, hayırları idrak etme hususunda, Allah'ın (c.c) yardımını dileriz. (F.Razi, Kehf 9-12) (DEVAM EDCEK İNŞAALLAH)</p>
<p> </p>
Ekleme
Tarihi: 08 Ağustos 2017 - Salı
KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (13)
<p><strong><u>D-Sair Sahabe’nin Kerametleri</u></strong></p>
<p>Bu konudaki diğer sahabenin kerametlerine gelince, hayli çoktur. Ancak biz burada az bir kısmını zikredeceğiz.</p>
<p dir="RTL"><strong>الْأَوَّلُ </strong>: رَوَى مُحَمَّدُ بْنُ الْمُنْكَدِرِ عَنْ سَفِينَةَ مَوْلَى رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- قَالَ : رَكِبْتُ الْبَحْرَ فَانْكَسَرَتْ سَفِينَتِي الَّتِي كُنْتُ فِيهَا فَرَكِبْتُ لَوْحًا مِنْ أَلْوَاحِهَا ، فَطَرَحَنِي اللَّوْحُ فِي خَيْسَةٍ فِيهَا أَسَدٌ ، فَخَرَجَ الْأَسَدُ إِلَيَّ يُرِيدُنِي ، فَقُلْتُ : يَا أَبَا الْحَارِثِ أَنَا مَوْلَى رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فَتَقَدَّمْ وَدَلَّنِي عَلَى الطَّرِيقِ ، ثُمَّ هَمْهَمَ ، فَظَنَنْتُ أَنَّهُ يُوَدِّعُنِي وَرَجَعَ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>1</strong>) Muhammed İbnu'l-Münkedir, Hz. Muhammed (s.a.v)'in kölesinin gemisinde zuhur eden bir hali şöyle anlatır: "Köle şöyle der: "Gemiye binmiştim; derken, içinde bulunduğum gemi parçalandı. Geminin tahtalarından birisinin üzerine bindim. Bu tahta parçası beni bir aslan ini olan bir yere attı. Derken karşıma bir aslan çıktı. Bunun üzerine ben, "Ey Ebu'l-Hâris ben Hz. Peygamber (s.a.v)'in kölesiyim" dedim. Bunun üzerine aslan önüme düştü ve bana yol gösterdi. Sonra aslan, hım hım edip kendince bir şeyler söyledi; anladım ki beni uğurluyor. Sonra da geri döndü."</p>
<p dir="RTL"><strong>الثَّانِي</strong> : رَوَى ثَابِتٌ عَنْ أَنَسٍ أَنَّ أُسَيْدَ بْنَ حُضَيْرٍ وَرَجُلًا آخَرَ مِنَ الْأَنْصَارِ تَحَدَّثَا عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فِي حَاجَةٍ لَهُمَا حَتَّى ذَهَبَ مِنَ اللَّيْلِ زَمَانٌ ، ثُمَّ خَرَجَا مِنْ عِنْدِهِ وَكَانَتِ اللَّيْلَةُ شَدِيدَةَ الظُّلْمَةِ ، وَفِي يَدِ كُلٍّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا عَصَا ، فَأَضَاءَتْ عَصَا أَحَدِهِمَا لَهُمَا حَتَّى مَشَيَا فِي ضَوْئِهَا ، فَلَمَّا انْفَرَقَ بَيْنَهُمَا الطَّرِيقُ أَضَاءَتْ لِلْآخَرِ عَصَاهُ ، فَمَشَى فِي ضَوْئِهَا حَتَّى بَلَغَ مَنْزِلَهُ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>2</strong>) Sabit, Enes (r.a)'den şunu rivayet etmiştir: "Useyd İbn Hudayr ile Ensârdan başka birisi Hz. Peygamber (s.a.v)'in huzurunda, ihtiyaç duydukları bir konuda konuşuyorlardı. Derken gece epey ilerlemişti. Sonra bu ikisi Hz. Peygamberin evinden ayrıldılar. Gece alabildiğine karanlıktı. Her birinin elinde bir değnek vardı. Bu esnada, onların değneklerinden birisi onlara ışık tuttu, yollarını aydınlattı ve onun ışığında yollarına devam ettiler. Yolları ayrılınca, berikinin asası, kendisinin yolunu aydınlattı; o da onun ışığında yürüdü ve evine ulaştı."</p>
<p dir="RTL"><strong>الثَّالِثُ</strong> : قَالُوا لِخَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ : إِنَّ فِي عَسْكَرِكَ مَنْ يَشْرَبُ الْخَمْرَ ، فَرَكِبَ فَرَسَهُ لَيْلَةً فَطَافَ بِالْعَسْكَرِ ، فَلَقِيَ رَجُلًا عَلَى فَرَسٍ وَمَعَهُ زِقُّ خَمْرٍ ، فَقَالَ مَا هَذَا ؟ قَالَ : خَلٌّ ، فَقَالَ خَالِدٌ : اللَّهُمَّ اجْعَلْهُ خَلًّا . فَذَهَبَ الرَّجُلُ إِلَى أَصْحَابِهِ ، فَقَالَ : أَتَيْتُكُمْ بِخَمْرٍ مَا شَرِبَتِ الْعَرَبُ مِثْلَهَا ، فَلَمَّا فَتَحُوا فَإِذَا هُوَ خَلٌّ ، فَقَالُوا : وَاللَّهِ مَا جِئْتَنَا إِلَّا بِخَلٍّ ؟ فَقَالَ : هَذَا وَاللَّهِ دُعَاءُ خَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>3</strong>) Halid İbn el-Velîd'e askerleri arasında içki içenler bulunduğu söylenir. O, bir gece atına bindi ve askerini dolaştı. Derken, yanında bir küp içki bulunan, at üzerindeki bir adama rastladı. Ona, "bu nedir?" diye sorduğunda o, "sirke!" cevabını verdi. Bunun üzerine Halid: "Ey Allah'ım, onu sirkeye çevir!" dedi. Adam, arkadaşlarının yanına vardı ve: "Size, Arapların ömründe içmedikleri bir içki getirdim" dedi. Onlar küpün ağzını açınca, onun sirke olduğunu gördüler ve: "Allah'a yemin olsun ki, sen bize getirdiğin sirkeden başka bir şey değildir" dediler. Bunun üzerine o adam: "Allah'a yemin olsun ki, bu Halid İbn el-Velîd'in duasının sonucudur" dedi.</p>
<p dir="RTL"><strong>الرَّابِعُ</strong> : الْوَاقِعَةُ الْمَشْهُورَةُ وَهِيَ أَنَّ خَالِدَ بْنَ الْوَلِيدِ أَكَلَ كَفًّا مِنَ السُّمِّ عَلَى اسْمِ اللَّهِ وَمَا ضَرَّهُ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>4</strong>) Meşhur bir vakıa da şudur: Halid İbn el-Velîd, Allah'ın ismini anarak bir avuç zehir yedi. Ama zehir ona zarar vermedi.</p>
<p dir="RTL"><strong>الْخَامِسُ</strong> : رُوِيَ أَنَّ ابْنَ عُمَرَ كَانَ فِي بَعْضِ أَسْفَارِهِ ، فَلَقِيَ جَمَاعَةً وَقَفُوا عَلَى الطَّرِيقِ مِنْ خَوْفِ السَّبُعِ ، فَطَرَدَ السَّبُعَ مِنْ طَرِيقِهِمْ ، ثُمَّ قَالَ : إِنَّمَا يُسَلَّطُ عَلَى ابْنِ آدَمَ مَا يَخَافُهُ ، وَلَوْ أَنَّهُ لَمْ يَخَفْ غَيْرَ اللَّهِ لَمَا سُلِّطَ عَلَيْهِ شَيْءٌ<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>5</strong>) Rivayet olunduğuna göre İbn Ömer, bir yolculuğunda, vahşi ve yırtıcı hayvanların korkusu sebebiyle yolda bekleyen bir cemaate rasgelir. Bunun üzerine o, onların yolundaki vahşî hayvanları kovar. Daha sonra da, "Allah, insanoğluna, korktuğunu musallat kılar. Şayet o insanoğlu, Allah’tan başkasından korkmasaydı, ona hiçbir şey musallat olmazdı" der.</p>
<p dir="RTL"><strong>السَّادِسُ</strong> : رُوِيَ أَنَّ النَّبِيَّ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- بَعَثَ الْعَلَاءَ بْنَ الْحَضْرَمِيِّ فِي غَزَاةٍ فَحَالَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْمَطْلُوبِ قِطْعَةٌ مِنَ الْبَحْرِ ، فَدَعَا بِاسْمِ اللَّهِ الْأَعْظَمِ ، وَمَشَوْا عَلَى الْمَاءِ ، وَفِي كُتُبِ الصُّوفِيَّةِ مِنْ هَذَا الْبَابِ رِوَايَاتٌ مُتَجَاوِزَةٌ عَنِ الْحَدِّ وَالْحَصْرِ ، فَمَنْ أَرَادَهَا طَالَعَهَا<span dir="LTR"> .</span></p>
<p><strong>6</strong>) Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), Alâ İbnu'l-Hadrâmî'yi bir savaşa yollamıştı. Derken onlarla, varacağı o yer arasına bir deniz parçası (kadar büyük) bir su girer. Bunun üzerine o, İsm-i Azam duâsıyla duâ eder ve böylece suyun üzerinden yürüyerek geçerler. Bu konuda sufîlerin kitaplarında sayısız rivayetler bulunmaktadır. İsteyen, onları gözden geçirsin. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong><u>E-Keramet’e dair Akli Deliller</u></strong></p>
<p>Keramet’e dair akli delillere gelince, bunlar pek çoktur. Bunlardan birkaç tanesini zikredelim:</p>
<p><strong>Birinci Delil:</strong> Kul, Allah'ın dostudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, <strong><span dir="RTL">أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ</span> "Haberiniz olsun ki Allah'ın veli kullan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir"</strong> (Yunus 62) buyurmuştur. Rab Teâlâ da, kulunun dostudur. Nitekim Cenâb-ı Hak: <strong><span dir="RTL">اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُو</span></strong><span dir="RTL">ا</span> <strong>"Allah iman edenlerin yardımcısıdır"</strong> (Bakara. 257). Başka bir Ayette <strong><span dir="RTL">وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ</span></strong> <strong>"O, bütün salihlere de velilik ediyor" </strong>(A’raf 196). Ve <strong><span dir="RTL">إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ</span></strong> <strong>"Sizin dostunuz ancak Allah ve O'nun Resulüdür"</strong> (Maide 55). <strong><span dir="RTL">أَنْتَ مَوْلَانَا</span></strong> <strong>“Sen bizim Mevla’mızsın”</strong> (Bakara 286). Ve <strong><span dir="RTL">ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا</span></strong> <strong>"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah şüphesiz iman edenlerin velîsidir"</strong> (Muhammed 11) buyurmuştur.</p>
<p>Böylece Allah Teâlâ kulunun dostu, kulu da Allah Teâlâ'nın dostu olduğu sabit olmuş olur. Keza Allah (c.c) kulunu sever ve kul da Allah'ı (c.c) sever. Nitekim Cenâb-ı Hak: <strong><span dir="RTL">يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ</span></strong> <strong>"O onları sever onlar da O'nu severler"</strong> (Maide54). Keza: <strong><span dir="RTL">وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّه</span></strong> <strong>"îman edenler ise Allah'ı daha çok severler"</strong> (Bakara 165). Ve <strong><span dir="RTL">إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ</span> "Allah tevbe edenleri ve iyice temizlenenleri sever" </strong>(Bakara. 222) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Kul, Allah'a itaatte kusur etmeyip, O'nun emrettiği ve kendisinde rızasının bulunduğu her şeyi yapacak ve O'nun nehyettiği ve yasakladığı her şeyi de bırakacak bir dereceye ulaştığında, Hakîm ve Rahîm olan Allah'ın, kulunun bir kerecik istediği o şeyi yapması ve yerine getirmesi nasıl akıldan uzak görülebilir ki? Tam aksine, Cenâb-ı Hakk'ın, onun bu isteğini yerine getirmesi daha uygundur. Çünkü kul; cimrilik, acizlik ve tembelliğine rağmen Allah Teâlâ'nın kendisinden istediği ve kendisine emrettiği her şeyi yapınca, Rahîm olan Rabb Teâlâ'nın, kulunun istediğini bir kerecik yerine getirmesi haydi haydi gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, <strong><span dir="RTL">وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ </span></strong> <strong>"Ahdime riayet edin ki, ben de size olan ahdimi tutayım"</strong> (Bakara, 40) buyurmuştur. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>İkinci Delil:</strong> Keramet izhar etmek eğer imkânsız olsaydı, bu imkânsızlık, ya Allah Teâlâ'nın bunu yapmaya ehil olamamasından veyahut da, o mümin kulun, bu bağışın kendisine verilmesine ehil olamamasından kaynaklanır. Birincisi Allah'ın kudretini zedeler ki, bu küfürdür. İkincisi de batıldır, zira Allah'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve isimlerini tanımak, Allah'ı sevmek, O'na itaat etmek, O'nu takdis, temcit ve yüceltmeye devam etmek, çölde bir yufka ekmeği vermekten veya bir yılanı ya da bir aslanı kulunun emrine vermekten daha kıymetlidir. Binâenaleyh O, kuluna, kulu herhangi bir istekte bulunmaksızın, kendisini tanımayı, sevmeyi zikir ve şükretmeyi nasip ettiğine göre ona, çölde bir yufka ekmeği haydi haydi verir. Bunda, akla sığmayan ne var ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Üçüncü Delil:</strong> Hz. Peygamber (s.a.v)'in naklettiği bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: <strong><em>" <span dir="RTL">مَا تَقَرَّبَ عَبْدٌ إِلَيَّ بِمِثْلِ أَدَاءِ مَا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ ، وَلَا يَزَالُ يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ لَهُ سَمْعًا وَبَصَرًا وَلِسَانًا وَقَلْبًا وَيَدًا وَرِجْلًا ، بِي يَسْمَعُ وَبِي يُبْصِرُ وَبِي يَنْطِقُ وَبِي يَمْشِي</span></em></strong>" <strong>“<em>Kul bana, kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmekle yaklaştığı kadar başka hiçbir amel ile yaklaşamaz. Farzların yanında nafile ibadetlerle de kulum bana yaklaşır, yaklaşır; nihayet ben onu severim. Ben onu sevdim mi, onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, anlayan kalbi ve yürüyen ayağı olurum. O, benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur ve benimle yürür.” </em></strong></p>
<p>Bu kutsi hadis, bu gibi kimselerin kulağında, gözünde ve diğer uzuvlarında başkasına ait bir nasip ve payın kalmadığını gösterir. Çünkü eğer orada, başkasına ait bir hisse ve pay kalmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "Ben onun kulağı, gözü olurum" demezdi. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Hiç şüphesiz ki bu makam, yılanı ve vahşî hayvanları o kulunu emrine vermekten ve ona bir yufka ekmek, bir salkım üzüm ve bir bardak su vermekten daha değerlidir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, rahmetiyle o kulunun bu yüksek derecelere ulaştırdığına göre, ona çölde, bir parça ekmek bir bardak su vermesinde akla sığmayacak ne vardır? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Dördüncü Delil:</strong> Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in Cenâb-ı Hak'tan naklettiği bir hadis-i kutside, <strong><em>" <span dir="RTL">مَنْ آذَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ بَارَزَنِي بِالْمُحَارَبَةِ</span></em></strong> ""<strong><em>Kim benim dostum olan kimseye eziyet ederse, o açıkça bana savaş ilan etmiş olur."</em></strong> Buyurmuş. Böylece dostuna eziyet etmeyi kendisine eziyet etme gibi addetmiş olur. Ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın: <strong><span dir="RTL">إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ</strong></span> <strong>"Muhakkak ki sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar"</strong> (Feth 10) ayetinin manasına yakın bir ifadedir.</p>
<p>Yine Cenâb-ı Hak; <strong><span dir="RTL">وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا</span></strong><strong> "Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için, işlerinde kendilerine bir muhayyerlik yoktur" </strong>(Ahzap 36). Keza başka bir Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuş;<strong> <span dir="RTL">إِنَّ الَّذِينَ يُؤْذُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ</span></strong> <strong>"Muhakkak ki Allah'a ve Resulüne eza edenler Allah onları dünyada da ahirette de lanetlemiştir." </strong>(Ahzab. 57).</p>
<p>Hz. Muhammed’e (s.a.v) yapılan biati, kendisine yapılmış olan bir biat, onun rızasını kendisinin rızası, ona eziyeti de kendisine eziyet kabul etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesinin, bütün derecelerin üstünde olup zirveye çıktığında şüphe yoktur. İşte burada da böyledir. O, "Kim benim has dostum olan kimseye eziyet ederse, o açıkça bana savaş ilan etmiş olur" buyurunca, bu, Allah Teâlâ'nın, velisine eziyet etmeyi, kendisine eziyet etme addettiğini gösterir.</p>
<p>Bu husus, şu meşhur hadis-i kudsî ile de desteklenir. "Cenâb-ı Hak Kıyamet gününde şöyle buyurur: <strong><em><span dir="RTL">مَرِضْتَ فَلَمْ تَعُدْنِي ، اسْتَسْقَيْتُكَ فَمَا سَقَيْتَنِي ، اسْتَطْعَمْتُكَ فَمَا أَطْعَمْتَنِي ، فَيَقُولُ : يَا رَبّ</span></em></strong><em><span dir="RTL"> <strong>كَيْفَ أَفْعَلُ هَذَا وَأَنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ ؟ فَيَقُولُ : إِنَّ عَبْدِي فُلَانًا مَرِضَ ، فَلَمْ تَعُدْهُ ، أَمَا عَلِمْتَ أَنَّكَ لَوْ عُدْتَهُ لَوَجَدْتَ ذَلِكَ عِنْدِي</strong></span></em> <strong><em>Hastalandım beni ziyaret etmedin; su istedim su vermedin; yiyecek istedim yiyecek vermedin. "Bunun üzerine kul, "Ey Rabbim, sen âlemlerin Rabbi iken ben bunu nasıl yapabilirim?" dediğinde; Cenâb-ı Hak: "Falanca kulum hastalandı da, sen onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etmen halinde, (bunun karşılığını) benim yanımda bulacağını bilmedin mi?</em></strong></p>
<p>Su verme ve yiyecek vermedeki hüküm de aynıdır. Binâenaleyh, bütün bu hadisler, Allah'ın veli kullarının bu derecelere ulaştıklarına delâlet eder. O halde, Allah'ın o kuluna bir parça ekmek ve bir bardak su vermesinde veyahut da bir köpeği veya bir aslanı onun emrine amade kılmasında, akla sığmayan ne var ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Beşinci Delil:</strong> Biz örfen, hükümdarın kendi özel hizmetine tahsis ettiği ve insanların meclisine katılmasına müsaade ettiği kimseye, başkasının yapamayacağı şeyleri yapma salâhiyeti de verdiğini müşahede etmekteyiz. Binaenaleyh akl-ı selim böyle bir yakınlığın ne zaman hâsıl olacağı ve bu yakınlığa tabi olan makamı da müşahede eder. Zira yakınlık asıl, makam da ona tabi kılınmıştır. Hükümdarların en büyüğü Rabbü'l-âlemîn'dir. Şayet o, kulunun kendisine hizmet eşiklerine, ikram derecesine ulaştırmak ve onu, kendisini tanımanın sırlarına vakıf kılmak ve kendisiyle kulu arasındaki perdeleri kaldırarak onu kendisine yakınlık seccadesi üzerine oturtmak suretiyle şereflendirdiğinde, bu âlemdekilerin her biri, ruhanî mutlulukların ve rabbanî bilgilerin bir zerresine nispetle, ancak yokluk gibi olmasına rağmen, bu âlemde bazı kerametlerin zuhur etmesinde akla aykırı ne vardır ki? (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Altıncı Delil:</strong> Fiilleri üstlenenin, beden değil, ruh olduğunda şüphe yoktur. Yine, beden için ruh neyse ruh için de Allah'ı tanımanın aynen o durumda olduğunda bir şüphe yoktur. Nitekim bunu Cenâb-ı Hakk'ın, <strong><span dir="RTL">يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ</span></strong> <strong>“Melekleri emrindeki Ruh ile beraber indiriyor.” </strong>(Nahl 2) ayetinin tefsirinde şu açıklama geçmektedir; "Ruh"tan maksat vahiydir ve vahiy de Allah'ın (c.c) kelâmı demektir. Sofiler şöyle demişlerdir: "Ceset haraptır, kesiftir, karanlıktır. Ama ona ruh girdiğinde, canlı, latif ve nuranî olur. Böylece o nurun tesiri beş duyuda da görülür, Ruh da karanlık ve cahildir. Kendisine akıl verildiğinde, aydınlanır ve nurlanır. Akıl da aslında, tam nurani, arınmış, saf ve aydın değildi. Ancak o, Allah'ın (c.c) zatını, sıfatlarını ve fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve ahiret âlemini tanıyınca mükemmelleşir. Sonra bu ilahî ve kıymetli bilgiler, vahiy ile ve Kur'ân nuru ile mükemmelleşmiş ve saflaşmıştır.</p>
<p>Özetleyecek olursak deriz ki: Marifetullah ve Rabbani mükâşefeler, Kur’an ve vahiy ile kemâle erer. Akıl da, bu marifetullah ile aydınlanır, saflaşır ve olgunlaşır. Ruh cevheri ise, aydınlanmış olan bu akıl ile kemâle erer. Binaenaleyh beden de, bu ruh ile mükemmel hale gelir. İşte bu noktada, hakikatin Vahiy ve Kur’an olduğu ortaya çıkar. Çünkü bunlar sayesinde, cehalet ve gaflet uykusundan uyanılabilir. Böylece de, hayvanlık toprağından, melekliğin mertebesine geçmek mümkün olur. Binâenaleyh "Ruh" kelimesini, vahiy manasında kullanmak son derece münasip ve uygundur.</p>
<p> Yine Hz. Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur: <strong><em>"<span dir="RTL">أَبِيتُ عِنْدَ رَبِّي يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِي</span>"</em></strong> <strong><em>"Ben, Rabbimin yanında gecelerim. O, beni yedirir ve içirir.</em></strong>” İşte bundan dolayı, gayb âleminin hallerini en fazla bilenin kalp kuvveti bakımından pek yüksek olup pek zaaf duymadığını görmekteyiz. Bundan dolayıdır ki Ali İbn Ebi Talib (k.v), <strong><em><span dir="RTL">وَاللَّهِ مَا قَلَعْتُ بَابَ خَيْبَرَ بِقُوَّةٍ جَسَدَانِيَّةٍ ، وَلَكِنْ بِقُوَّةٍ رَبَّانِيَّةٍ</span> </em></strong>.<strong><em>"Allah'a yemin olsun ki ben, Hayber'in kapısını, bedenî kuvvetimle değil, rabbanî kuvvetimle söküp attım"</em></strong> demiştir. Bu böyledir, zira Hz. Ali (k.v)'nin bakışları o vakitte maddî âlemden uzaklaşmış; Melekler, Kibriya âleminin nurlarıyla onu aydınlatmıştı. Böylece onun ruhu kuvvetlenmiş ve melekî ruhların cevherine benzemişti. Ve onda, kutsiyet ve azamet âleminin ışıkları parlamıştı. İşte bu sebeple hiç şüphesiz ki o, başkasının yapamayacağı şeyi yapmıştı. İşte kul da böyledir, o Allah'a itaate devam ettiği sürece, Allah'ın, "Onun kulağı, gözü olurum" dediği makama ulaşır. Allah'ın celâlinin nuru, kendisinin kulağı olunca da, o kimse yakını-uzağı duyar. Onun gözü olunca da, o yakını-uzağı görür. O nur, onun eli olunca da o kimse, zor-kolay, uzak-yakın her şey hususunda tasarrufta bulunabilir. (F.Razi, Kehf 9-12)</p>
<p><strong>Yedinci Delil:</strong> Bu delil, akli felsefî kanunlara dayalı bir delil olup, şudur: Biz, ruh cevherinin, bölünmeye ve parçalanmaya müsait, bozulan maddeler cinsinden olmadığını; tam aksine onun, melekler, gökler âleminin varlıklarının cevherinden ve arınmış-tertemiz şeyler türünden olduğunu beyan etmiştik. Ancak ne var ki ruh, bedenle alaka kurup kendini tamimiyle onun işlerini görmeye verdiğinde, bu kendini verme işinde, ilk vatanını ve ilk ikamet ettiği âlemi unutacak dereceye varır ve tamamen bozulup çürüyen maddelere benzemiş olur. Böylece de, kuvveti zayıflar. Kudreti kalmaz; o fiillerden herhangi birisini de yapamaz. Ama ruh, marifetullâh ve muhabbetullaha ünsiyet kazanır, bu bedenî işleriyle olan meşguliyeti azalır, üzerinde semavî ve Arşa ait mukaddes ruhların nuru parlar ve o nurlar bu ruha nüfuz ederse o, tıpkı felekî ruhların bu işleri yapabilmesi gibi, bu âlemin maddelerine tasarrufta bulunmaya da güç bulur ki, <u>işte keramet budur</u>.</p>
<p>Bize göre bu husustaki diğer bir incelik de şudur: Oda beşerî ruhların, mahiyetleri bakımından farklılık arz etmeleridir. Onların içinde kuvvetli olanlar zayıf olanlar; nuranî olanlar bulanık olanlar; değerli olanlar değersiz olanlar bulunmaktadır. Ve Felekî ruhlar da keza böyledirler. Allah’ın (c.c) Cebrail’i nasıl vasıflandırdığına baksana, Cenâb-ı Hak onu vasıflandırırken; <strong><span dir="RTL">إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ ذِي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>مَكِينٍ مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ</strong></span> <strong>"Muhakkak o, çok şerefli bir elçinin sözüdür (Kur’an). O (Cebrail), çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emîndir" </strong>(Tekvir 19-21). Ve meleklerin başka gruplarından söz ederken de; <strong><span dir="RTL">وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا</span></strong> <strong>"Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz"</strong> (Necm 26) buyurmuştur. Burada da böyledir. Şayet yaratılışı güçlü, kuvvet ve kutsi unsurdan oluşmuş, cevheri aydın ve parlak, tabiatı yüce bir nefiste müttefik kalınıp, sonra da bu nefse bulaşmış olan Kevn âleminin pislik ve çürümüşlüğünü çeşitli riyazet amelleri ile izale edildiğinde, o nefs aydınlanır ve ışıldar. Binaenaleyh bu nefsin, Samediyyet’in huzurunda bulunmasının marifetinin nuru yardımı, keza Celal ve İzzetin huzurunda bulunma aydınlığının takviyesi ile güçlenen nefis, Kevni ve fesat âleminin heyulasında tasarrufta bulunabilir. Biz bu hususta, daha fazla açıklamada bulunmayalım, çünkü bunun ötesinde çok ince sırlar elde edemeyenlerin tasdik edemeyeceği derin haller bulunmaktadır. Biz, hayırları idrak etme hususunda, Allah'ın (c.c) yardımını dileriz. (F.Razi, Kehf 9-12) (DEVAM EDCEK İNŞAALLAH)</p>
<p> </p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.