KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (6)
<p><strong><u>Bu bölümde yerine göre istismar edilen, yerine göre istihza konusu olan ve yerine göre de şirke varan bir mevzuya, bahusus değinmek istiyoruz:</u></strong> Yani, Enbiya’nın, Evliya’nın, Salihlerin duasını almak mevzuuna dikkati çekmek istiyoruz.</p>
<p> İslamiyet’te şüphesiz Enbiyaların yanında keşf ve keramet sahibi Evliya ve Salih, Ulema ve Arif kullar da vardır. Bu Zevatın ilim ve irfanından ve yerine göre manevi yönünden de istifade etmek, yani duasına nail olmak, elbette yerindedir ve gereklidir. Bunlardan istifade, gene ubudiyetin hakkıyla yerine getirilmesine matuf olmalıdır. Fakat onlara daima salih, arif, âlim vs. kul nazarı ile bakılmalıdır. Yani onlara herhangi bir ulûhiyet atfetmeden, müstakil, başlarına buyruk hareket eden değil de, aksine onların, Allah’ın (c.c) emirleri istikametinde insanlara rehberlik etmeleri gerektiği bilinmeli ve bu vasfı taşıyana uyulmalıdır. Ancak bu şartla bu zatlar örnek alınmalı ve gösterdikleri yol izlenmelidir. Ve böylece bu zatlar, müstakim hal ve hareketleri, keza ilim ve irfanları ile örnek alınmalı ve bu cihetle rehber edinilmelidirler.</p>
<p>Binaenaleyh, Enbiya’nın, Evliya’nın, Salihlerin duasına nail olmak büyük bir bahtiyarlıktır. Yani bu zevatın, ehli iman için Allah’tan (c.c) ricası makbuldür. Ehli şirk için ise bu talep bir fayda sağlamaz.</p>
<p>Ehli şirk için Şefaat’ın (Allah katında ricanın) bir faydası olmadığını anlatan çok sayıda Ayet-i kerime vardır. Bunlardan en bariz ve çarpıcı örnek, Resulüllah’ı (s.a.v) besleyen, büyüten, ona kol-kanat geren, ona gelen her türlü tehlike ve saldırılara karşı koyan, dolayısıyla Resulüllah’ın (s.a.v) çok sevdiği amcası için Cenab-ı Hak’ın katında istiğfarda bulunduğu, lakin iman ehli olmadığından bu ricası kabul görmediği şu Ayet-i kerimedir. <strong><span dir="RTL">اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ</span> “Gerçek şu ki, sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin; fakat Allah'tır, isteyeni doğru yola yönelten ve yine O'dur, doğru yola girecek olanları en iyi bilen.” </strong>(Kasas 56)</p>
<p>Allah Teâlâ Resulüne (s.a.v) şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) muhakkak ki sen, her sevdiğini hidayete erdiremezsin. (Bu sana veril­miş değildir. Sana düşen tebliğ etmektir.) Ama Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. (En yüce hikmet ve çürütülemez delil O'nundur.)”.</p>
<p>Medine hicretinden sonra İslam toplumunda meydana gelen geçim sıkıntısına karşı, Peygamber (s.a.v) Müslümanlara karşılıksız yardım tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye şu Ayet’in nüzulü ile hemen düzeltildi (bu mealde birçok Hadis, Taberî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından nakledilmiştir): <strong><span dir="RTL">لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ</span></strong> <strong>“Onları hidayete erdir­mek sana düşmez. Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir.”</strong> (Bakara, 272), Hz. Peygamber, bunun üzerine karşılıksız yardımları, kişinin inancına bakmaksızın ihtiyaç duyan herkese vermelerini açıkça emretti.</p>
<p>Mevzu ile alakalı bir başka Ayet-i kerimede: <strong><span dir="RTL">وَمَٓا اَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِن۪ينَ</span></strong> <strong>“Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.”</strong> (Yûsuf, 103).</p>
<p>Ancak bu Ayet-i kerime <u>(Kasas 56)</u>, diğer benzerlerinin hepsinden daha özeldir. Allah Teâlâ burada Resulüne (s.a.v): <strong><span dir="RTL">اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ</span> </strong>“Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidayete er­diremezsin. Ama Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. Ve hidayete erecek­lerini en iyi O bilir. Kimin hidayete, kimin de sapıklığa müstahak oldu­ğunu en iyi bilen O'dur.</p>
<p><strong><u>Bu Ayet-i kerimenin (Kasas 56) daha özel olmasının sebebine gelince:</u></strong> Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde mevcut bir hadiste belirtildiğine göre, bu Ayet-i kerime, Allah Resulünün (s.a.v) amcası Ebu Talip hakkında nazil olmuştur. Ebu Talip Allah Resulünü korur, ona yardım eder, onun tarafını tutar, şer’i bir sevgi ile değil de tabiî bir sevgi ile onu severdi. Ebu Talip’in eceli gelip vefat edeceği za­man, Allah Resulü (s.a.v) onu imana ve İslâm'a girmeye çağırmıştı. An­cak kader onu geçmiş, Hz. Peygamberin elinden çekip alınmış ve üze­rinde olduğu küfürde devam etmişti. Şüphesiz ki en mükemmel hikmet Allah'ındır.</p>
<p> Zührî der ki: Bana Saîd İbn Müseyyeb'in, babası Müseyyeb İbn Hazn el-Mahzûmî’den (r.a.) rivayetle o, şöyle anlatıyor: Ebu Talip’in vefatı ânı geldiğinde, Allah Resulü (s.a.v) onun yanına geldi. Ebu Talip’in yanında Ebu Cehil bin Hişâm ve Abdullah bin Ebu Ümeyye ibni el-Muğîre'yi buldu. Allah Resulü (s.a.v): Ey amca, Allah katında kendi­siyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; “Allah'tan başka ilâh yoktur” kelimesini söyle, dedi. Ebu Cehil ve Abdullah İbni Ebu Ümeyye ise: Ey Ebu Talip, Abdülmuttalib'in dininden yüz mü çevireçeksin? Dediler. Allah Resulü (s.a.v) ona bu kelimeyi arz etmeye devam ederken, onlar da bu sözlerini Ebu Talip’e tekrarlıyorlardı. Nihayet son söz olarak Ebu Talip: O (kendisini kastediyor) Abdülmuttalib'in dini üzeredir, deyip “Allah'tan başka ilâh yoktur.” dememekte direndi. Al­lah Resulü (s.a.v): Sana istiğfarda bulunmaktan menedilmediğim süre­ce senin için mağfiret dileyeceğim dedi de, Allah Teâlâ; <strong><span dir="RTL">مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِك۪ينَ وَلَوْ كَانُٓوا</span></strong><span dir="RTL"> <strong>اُو۬ل۪ي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ</strong></span> <strong>“Cehennem as­habı oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve müminlere yaraşmaz.”</strong> (Tevbe, 113) Ayetini indirdi. Ebu Talip hakkında da: “Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Ama Allah, dilediğini hidâyete erdirir.” Ayetini indirdi. (İbni Kesir tfsr., Kasas 56)</p>
<p><strong><u>Şefaate layık olanlara gelince:</u></strong> Bunlar ehli iman olan kimseler veya sonradan istiğfar edip mümin olanlardır. Ehli iman için Allah (c.c) katında ricada bulunulabileceği şu Ayet-i kerime açık bir şekilde ifade etmektedir. <strong><span dir="RTL">وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَـوَّاباً رَح۪يما</span></strong> <strong>“Biz her Resulü sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Resul de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı” </strong>(Nisa 64).</p>
<p>Bu Ayette Murad edilen, münafıklardır. Buna göre Ayet, "şayet o münafıklar, tağutun hükmüne başvurup, Resulüllah’ın hükmünden kaçmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinde, Resulüllah’a gelerek yaptıklarından pişman olduklarını izhar ve istiğfar edip, Resulüllah’ın kendileri için mağfiret talep etmesini isteselerdi ve onlar istiğfar ettiklerinde Resulüllah’ta Allah'tan onlar için af dileseydi, onlar hiç şüphesiz Allah Teâlâ’yı, tövbeleri çokça kabul eden ve pek merhametli bulurlardı" manasındadır.</p>
<p>Bu Ayet’in <strong><u>nuzül sebebi</u></strong> ile alakalı Ebu Bekr el-Esamm şöyle zikreder: Bir kısım münafık Hz. Resulüllah’a (s.a.v) bir hile yapmak üzere aralarında anlaştılar ve yapacakları hileyi plânladılar. Sonra da plânladıkları bu hileyi gerçekleştir­mek üzere Efendimiz (s.a.v)'in yanına girdiler. Hemen Cibril (a.s) gelip o münafıkların plânladıkları hileyi haber verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v): “Bir kısım insanlar yapamayacakları, ulaşamayacakları bir şeyi isteyerek, arzu ederek yanımıza gir­diler. Kalksınlar Allah'tan mağfiret dilesinler ki ben de onlar için istiğfarda bu­lunayım." buyurdu. Kalkmadılar. Resulüllah (s.a.v): "Kalkmayacak mısınız?" diye tekrar sordu, yine kalkıp Allah'tan mağfiret dilemediler. Resulüllah (s.a.v): "Ey filân kalk, ey filân kalk." diye onlardan 12 kişiyi saydı. Bunun üzerine Kalktılar ve: "Senin söylediğini yap­maya gerçekten karar verip azmetmiştik. Kendimize zulmettiğimizden dolayı Allah'a tövbe ediyoruz. Sen de bizim için istiğfarda bulunuver" dediler. Resulüllah (s.a.v): "Şimdi mi? Çıkın! Ben işin başında sizin için istiğfar etmeye şimdi­kinden daha yakındım. Allah (c.c) da mağfiret dilemeyi kabule daha yakın idi (ama kalkıp mağfiret dilemediniz). Şimdi yanımızdan çıkın." Buyurdular.</p>
<p>Bu Ayet, <u>her Resulün mutlaka, uyulacak ve tâbi olunacak bir şeriatının bulunduğuna delalet etmektedir</u>. Zira o kendinden öncekilerin şeriatına davet eden birisi olsaydı, gerçekte itaat olunan kendisi değil, aksine o şeriatı getirmiş olan peygamber olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ, her Resul’ün itaat olunacağını belirtmiştir.</p>
<p>Ayet, bütün Resullerin (aleyhumussalat vesselam) günah ve isyandan masum olduklarına delalet etmektedir. Çünkü Ayet, onlara mutlak olarak itaat edilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Binâenaleyh eğer Resuller bir günah işleyecek olsalardı, o hususta da onlara uymamız gerekirdi. Böylece de, o günahı işlemek bize de vacip olurdu. Hâlbuki o işin bir günah oluşu, yapmamızın haram olmasını gerektirir. Bu durumda aynı şeyin hem vacip hem de haram olduğunu söyleme gerekir ki bu, imkânsızdır. (F. Razi tfsr., Nisa 64)</p>
<p>Ebû Sadık, <u>Hz. Ali'den (r.a)</u> şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Rasulüllah’ı (s.a.v) defnettiğimizden üç gün sonra bir bedevi Arap yanımıza çıkıp geldi. Kendisini Rasulüllah'ın (s.a.v) kabri üzerine at­tı. Toprağından başının üzerine saçmaya koyuldu. Ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, sen söyledin, biz de senin söylediğini dinledik. Sen Allah'tan aldın biz de senden aldık. Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında da: <strong>''Şa­yet kendilerine zulmettiklerinde</strong> <strong>sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Resul de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı"</strong> ayeti de vardır. Ben kendime zulmet­tim. İşte sana, bana mağfiret dilemen için gelmiş bulunuyorum. Kabirden ona: Sana mağfiret olundu, diye seslenildi. (Kurtubi, Nisa 64)</p>
<p>Hülasa bu Ayet-i kerimeden anlamamız ve çıkarmamız gereken netice şudur: Nefsine zulmeden (günah işleyen) birisi veya birileri samimi bir şekilde Allah’a (c.c) istiğfar edip ve Resulüllah’ında (s.a.v) kendisi veya kendileri için istiğfar dilemesi (Allah (c.c) katında ricacı olması) ile Cenab-ı Hakk’ın onu veya onları kesinlikle affedeceğini beyan etmektedir. Ve bu şefaat’ın yalnızca Resulüllah’ın (s.a.v) dünya hayatında iken geçerli olmayıp tam aksine Resulüllah’ın vefatından sonra da geçerli olduğu, yukarıya taşıdığımız Hz. Ali’nin (r.a) naklettiği Hadis-i şeriften de anlıyoruz.</p>
<p>Dikkatimizden kaçmaması gereken çok önemli bir hususta Ayet-i kerimede geçen: “<strong>Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve <u>Resul</u> de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” </strong>İfadesinde <strong><u>Sen de</u></strong> onlara bağışlama dileseydin, yerine <strong><u>Resul de </u></strong>onlara bağışlama dileseydi diye geçmektedir. Bununla neyin kast edildiği hususunda İmam F. Razi tefsirinde şu zikredilmektedir:</p>
<p>Cenâb-ı Allah, peygamberini yüceltmek için, “Onlar için Resul de mağfiret isteseydi” demiş. Ama "sen, onlar için mağfiret isteseydin" dememiştir. Çünkü onlar, o Resul’e geldiklerinde, Allah'ın, kendisine Resul’luğu verdiği, vahyi ile ikramda bulunduğu ve O'nu, kendisi ile mahlûkatı arasında bir elçi kıldığı kimseye gelmişlerdir. Bu vasıfta olan kimsenin şefaatini Allah geri çevirmez. (F. Razi tfsr., Nisa 64)</p>
<p>Burada bendeniz de Allah’a (c.c) sığınarak naçizane bir fikir beyan etmek istiyorum. Bu Ayet-i kerimenin nüzul sebebine baktığımız zaman, Resulullah’a (s.a.v) gelen bu müşriklerin, safiyane bir niyetle Resulullah’a (s.a.v) iman etmekle gelmedikleri, tam aksine Resulullah’a (s.a.v) bir hile düzenlemek üzere anlaştıkları ve bu niyetle Resulullah’a (s.a.v) geldiklerini müşahede ediyoruz. Yani; Hz. Muhammed’e (s.a.v) Allah’ın (c.c) Resulü olduğuna inanarak değil de, onların tabiri ile Abdullah’ın oğlu Muhammed olarak ve kötü niyetle gelmişlerdir. Dolayısıyla ne Allah’a (c.c) ve nede Allah’ın Resul’ü olan Hz. Muhammed’e (s.a.v) iman edip gelmişlerdir. Hâlbuki daha önce Kasas 56 ve Nisa 64 Ayetlerine istinaden edindiğimiz bilgiye göre, istiğfarın kabulü için olmazsa olmaz iki şart vardır:</p>
<p>1-Kendisi için istiğfar edilen kişi/kişilerin ehli iman olması,</p>
<p>2-Resulullah’ın, onun/veya onlar için Allah’tan istiğfar dilemesidir.</p>
<p>Oysa burada bu iki şartında yerine getirilmediğini görüyoruz. Dolayısıyla onlara yapılan istiğfarın kabulü için, onların öncelikle Allah’a (c.c) ve Hz. Muhammed’in de (s.a.v) O’nun resulü olduğuna iman etmeleri ve Hz. Muhammed’in de Abdullah’ın oğlu Muhammed sıfatıyla değil de, Allah’ın Resulü Muhammed sıfatıyla onlar için istiğfarda bulunduğu takdirde geçerli olacağını anlıyoruz. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Hak: sende onlar için istiğfarda bulunsaydın yerine, “Resul de onlar için istiğfarda bulunsa idi” demektedir. (Allah’u A’lem) (DEVAM EDECEK İNŞAALLAH)</p>
<p> </p>
Ekleme
Tarihi: 01 Eylül 2016 - Perşembe
KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (6)
<p><strong><u>Bu bölümde yerine göre istismar edilen, yerine göre istihza konusu olan ve yerine göre de şirke varan bir mevzuya, bahusus değinmek istiyoruz:</u></strong> Yani, Enbiya’nın, Evliya’nın, Salihlerin duasını almak mevzuuna dikkati çekmek istiyoruz.</p>
<p> İslamiyet’te şüphesiz Enbiyaların yanında keşf ve keramet sahibi Evliya ve Salih, Ulema ve Arif kullar da vardır. Bu Zevatın ilim ve irfanından ve yerine göre manevi yönünden de istifade etmek, yani duasına nail olmak, elbette yerindedir ve gereklidir. Bunlardan istifade, gene ubudiyetin hakkıyla yerine getirilmesine matuf olmalıdır. Fakat onlara daima salih, arif, âlim vs. kul nazarı ile bakılmalıdır. Yani onlara herhangi bir ulûhiyet atfetmeden, müstakil, başlarına buyruk hareket eden değil de, aksine onların, Allah’ın (c.c) emirleri istikametinde insanlara rehberlik etmeleri gerektiği bilinmeli ve bu vasfı taşıyana uyulmalıdır. Ancak bu şartla bu zatlar örnek alınmalı ve gösterdikleri yol izlenmelidir. Ve böylece bu zatlar, müstakim hal ve hareketleri, keza ilim ve irfanları ile örnek alınmalı ve bu cihetle rehber edinilmelidirler.</p>
<p>Binaenaleyh, Enbiya’nın, Evliya’nın, Salihlerin duasına nail olmak büyük bir bahtiyarlıktır. Yani bu zevatın, ehli iman için Allah’tan (c.c) ricası makbuldür. Ehli şirk için ise bu talep bir fayda sağlamaz.</p>
<p>Ehli şirk için Şefaat’ın (Allah katında ricanın) bir faydası olmadığını anlatan çok sayıda Ayet-i kerime vardır. Bunlardan en bariz ve çarpıcı örnek, Resulüllah’ı (s.a.v) besleyen, büyüten, ona kol-kanat geren, ona gelen her türlü tehlike ve saldırılara karşı koyan, dolayısıyla Resulüllah’ın (s.a.v) çok sevdiği amcası için Cenab-ı Hak’ın katında istiğfarda bulunduğu, lakin iman ehli olmadığından bu ricası kabul görmediği şu Ayet-i kerimedir. <strong><span dir="RTL">اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ</span> “Gerçek şu ki, sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin; fakat Allah'tır, isteyeni doğru yola yönelten ve yine O'dur, doğru yola girecek olanları en iyi bilen.” </strong>(Kasas 56)</p>
<p>Allah Teâlâ Resulüne (s.a.v) şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) muhakkak ki sen, her sevdiğini hidayete erdiremezsin. (Bu sana veril­miş değildir. Sana düşen tebliğ etmektir.) Ama Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. (En yüce hikmet ve çürütülemez delil O'nundur.)”.</p>
<p>Medine hicretinden sonra İslam toplumunda meydana gelen geçim sıkıntısına karşı, Peygamber (s.a.v) Müslümanlara karşılıksız yardım tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye şu Ayet’in nüzulü ile hemen düzeltildi (bu mealde birçok Hadis, Taberî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından nakledilmiştir): <strong><span dir="RTL">لَيْسَ عَلَيْكَ هُدٰيهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ</span></strong> <strong>“Onları hidayete erdir­mek sana düşmez. Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir.”</strong> (Bakara, 272), Hz. Peygamber, bunun üzerine karşılıksız yardımları, kişinin inancına bakmaksızın ihtiyaç duyan herkese vermelerini açıkça emretti.</p>
<p>Mevzu ile alakalı bir başka Ayet-i kerimede: <strong><span dir="RTL">وَمَٓا اَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِن۪ينَ</span></strong> <strong>“Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.”</strong> (Yûsuf, 103).</p>
<p>Ancak bu Ayet-i kerime <u>(Kasas 56)</u>, diğer benzerlerinin hepsinden daha özeldir. Allah Teâlâ burada Resulüne (s.a.v): <strong><span dir="RTL">اِنَّكَ لَا تَهْد۪ي مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۚ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ</span> </strong>“Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidayete er­diremezsin. Ama Allah, dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. Ve hidayete erecek­lerini en iyi O bilir. Kimin hidayete, kimin de sapıklığa müstahak oldu­ğunu en iyi bilen O'dur.</p>
<p><strong><u>Bu Ayet-i kerimenin (Kasas 56) daha özel olmasının sebebine gelince:</u></strong> Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde mevcut bir hadiste belirtildiğine göre, bu Ayet-i kerime, Allah Resulünün (s.a.v) amcası Ebu Talip hakkında nazil olmuştur. Ebu Talip Allah Resulünü korur, ona yardım eder, onun tarafını tutar, şer’i bir sevgi ile değil de tabiî bir sevgi ile onu severdi. Ebu Talip’in eceli gelip vefat edeceği za­man, Allah Resulü (s.a.v) onu imana ve İslâm'a girmeye çağırmıştı. An­cak kader onu geçmiş, Hz. Peygamberin elinden çekip alınmış ve üze­rinde olduğu küfürde devam etmişti. Şüphesiz ki en mükemmel hikmet Allah'ındır.</p>
<p> Zührî der ki: Bana Saîd İbn Müseyyeb'in, babası Müseyyeb İbn Hazn el-Mahzûmî’den (r.a.) rivayetle o, şöyle anlatıyor: Ebu Talip’in vefatı ânı geldiğinde, Allah Resulü (s.a.v) onun yanına geldi. Ebu Talip’in yanında Ebu Cehil bin Hişâm ve Abdullah bin Ebu Ümeyye ibni el-Muğîre'yi buldu. Allah Resulü (s.a.v): Ey amca, Allah katında kendi­siyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; “Allah'tan başka ilâh yoktur” kelimesini söyle, dedi. Ebu Cehil ve Abdullah İbni Ebu Ümeyye ise: Ey Ebu Talip, Abdülmuttalib'in dininden yüz mü çevireçeksin? Dediler. Allah Resulü (s.a.v) ona bu kelimeyi arz etmeye devam ederken, onlar da bu sözlerini Ebu Talip’e tekrarlıyorlardı. Nihayet son söz olarak Ebu Talip: O (kendisini kastediyor) Abdülmuttalib'in dini üzeredir, deyip “Allah'tan başka ilâh yoktur.” dememekte direndi. Al­lah Resulü (s.a.v): Sana istiğfarda bulunmaktan menedilmediğim süre­ce senin için mağfiret dileyeceğim dedi de, Allah Teâlâ; <strong><span dir="RTL">مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِك۪ينَ وَلَوْ كَانُٓوا</span></strong><span dir="RTL"> <strong>اُو۬ل۪ي قُرْبٰى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُمْ اَصْحَابُ الْجَح۪يمِ</strong></span> <strong>“Cehennem as­habı oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve müminlere yaraşmaz.”</strong> (Tevbe, 113) Ayetini indirdi. Ebu Talip hakkında da: “Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Ama Allah, dilediğini hidâyete erdirir.” Ayetini indirdi. (İbni Kesir tfsr., Kasas 56)</p>
<p><strong><u>Şefaate layık olanlara gelince:</u></strong> Bunlar ehli iman olan kimseler veya sonradan istiğfar edip mümin olanlardır. Ehli iman için Allah (c.c) katında ricada bulunulabileceği şu Ayet-i kerime açık bir şekilde ifade etmektedir. <strong><span dir="RTL">وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَـوَّاباً رَح۪يما</span></strong> <strong>“Biz her Resulü sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Resul de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı” </strong>(Nisa 64).</p>
<p>Bu Ayette Murad edilen, münafıklardır. Buna göre Ayet, "şayet o münafıklar, tağutun hükmüne başvurup, Resulüllah’ın hükmünden kaçmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinde, Resulüllah’a gelerek yaptıklarından pişman olduklarını izhar ve istiğfar edip, Resulüllah’ın kendileri için mağfiret talep etmesini isteselerdi ve onlar istiğfar ettiklerinde Resulüllah’ta Allah'tan onlar için af dileseydi, onlar hiç şüphesiz Allah Teâlâ’yı, tövbeleri çokça kabul eden ve pek merhametli bulurlardı" manasındadır.</p>
<p>Bu Ayet’in <strong><u>nuzül sebebi</u></strong> ile alakalı Ebu Bekr el-Esamm şöyle zikreder: Bir kısım münafık Hz. Resulüllah’a (s.a.v) bir hile yapmak üzere aralarında anlaştılar ve yapacakları hileyi plânladılar. Sonra da plânladıkları bu hileyi gerçekleştir­mek üzere Efendimiz (s.a.v)'in yanına girdiler. Hemen Cibril (a.s) gelip o münafıkların plânladıkları hileyi haber verdi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v): “Bir kısım insanlar yapamayacakları, ulaşamayacakları bir şeyi isteyerek, arzu ederek yanımıza gir­diler. Kalksınlar Allah'tan mağfiret dilesinler ki ben de onlar için istiğfarda bu­lunayım." buyurdu. Kalkmadılar. Resulüllah (s.a.v): "Kalkmayacak mısınız?" diye tekrar sordu, yine kalkıp Allah'tan mağfiret dilemediler. Resulüllah (s.a.v): "Ey filân kalk, ey filân kalk." diye onlardan 12 kişiyi saydı. Bunun üzerine Kalktılar ve: "Senin söylediğini yap­maya gerçekten karar verip azmetmiştik. Kendimize zulmettiğimizden dolayı Allah'a tövbe ediyoruz. Sen de bizim için istiğfarda bulunuver" dediler. Resulüllah (s.a.v): "Şimdi mi? Çıkın! Ben işin başında sizin için istiğfar etmeye şimdi­kinden daha yakındım. Allah (c.c) da mağfiret dilemeyi kabule daha yakın idi (ama kalkıp mağfiret dilemediniz). Şimdi yanımızdan çıkın." Buyurdular.</p>
<p>Bu Ayet, <u>her Resulün mutlaka, uyulacak ve tâbi olunacak bir şeriatının bulunduğuna delalet etmektedir</u>. Zira o kendinden öncekilerin şeriatına davet eden birisi olsaydı, gerçekte itaat olunan kendisi değil, aksine o şeriatı getirmiş olan peygamber olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ, her Resul’ün itaat olunacağını belirtmiştir.</p>
<p>Ayet, bütün Resullerin (aleyhumussalat vesselam) günah ve isyandan masum olduklarına delalet etmektedir. Çünkü Ayet, onlara mutlak olarak itaat edilmesi gerektiğine delalet etmektedir. Binâenaleyh eğer Resuller bir günah işleyecek olsalardı, o hususta da onlara uymamız gerekirdi. Böylece de, o günahı işlemek bize de vacip olurdu. Hâlbuki o işin bir günah oluşu, yapmamızın haram olmasını gerektirir. Bu durumda aynı şeyin hem vacip hem de haram olduğunu söyleme gerekir ki bu, imkânsızdır. (F. Razi tfsr., Nisa 64)</p>
<p>Ebû Sadık, <u>Hz. Ali'den (r.a)</u> şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Rasulüllah’ı (s.a.v) defnettiğimizden üç gün sonra bir bedevi Arap yanımıza çıkıp geldi. Kendisini Rasulüllah'ın (s.a.v) kabri üzerine at­tı. Toprağından başının üzerine saçmaya koyuldu. Ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, sen söyledin, biz de senin söylediğini dinledik. Sen Allah'tan aldın biz de senden aldık. Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında da: <strong>''Şa­yet kendilerine zulmettiklerinde</strong> <strong>sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Resul de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı"</strong> ayeti de vardır. Ben kendime zulmet­tim. İşte sana, bana mağfiret dilemen için gelmiş bulunuyorum. Kabirden ona: Sana mağfiret olundu, diye seslenildi. (Kurtubi, Nisa 64)</p>
<p>Hülasa bu Ayet-i kerimeden anlamamız ve çıkarmamız gereken netice şudur: Nefsine zulmeden (günah işleyen) birisi veya birileri samimi bir şekilde Allah’a (c.c) istiğfar edip ve Resulüllah’ında (s.a.v) kendisi veya kendileri için istiğfar dilemesi (Allah (c.c) katında ricacı olması) ile Cenab-ı Hakk’ın onu veya onları kesinlikle affedeceğini beyan etmektedir. Ve bu şefaat’ın yalnızca Resulüllah’ın (s.a.v) dünya hayatında iken geçerli olmayıp tam aksine Resulüllah’ın vefatından sonra da geçerli olduğu, yukarıya taşıdığımız Hz. Ali’nin (r.a) naklettiği Hadis-i şeriften de anlıyoruz.</p>
<p>Dikkatimizden kaçmaması gereken çok önemli bir hususta Ayet-i kerimede geçen: “<strong>Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve <u>Resul</u> de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” </strong>İfadesinde <strong><u>Sen de</u></strong> onlara bağışlama dileseydin, yerine <strong><u>Resul de </u></strong>onlara bağışlama dileseydi diye geçmektedir. Bununla neyin kast edildiği hususunda İmam F. Razi tefsirinde şu zikredilmektedir:</p>
<p>Cenâb-ı Allah, peygamberini yüceltmek için, “Onlar için Resul de mağfiret isteseydi” demiş. Ama "sen, onlar için mağfiret isteseydin" dememiştir. Çünkü onlar, o Resul’e geldiklerinde, Allah'ın, kendisine Resul’luğu verdiği, vahyi ile ikramda bulunduğu ve O'nu, kendisi ile mahlûkatı arasında bir elçi kıldığı kimseye gelmişlerdir. Bu vasıfta olan kimsenin şefaatini Allah geri çevirmez. (F. Razi tfsr., Nisa 64)</p>
<p>Burada bendeniz de Allah’a (c.c) sığınarak naçizane bir fikir beyan etmek istiyorum. Bu Ayet-i kerimenin nüzul sebebine baktığımız zaman, Resulullah’a (s.a.v) gelen bu müşriklerin, safiyane bir niyetle Resulullah’a (s.a.v) iman etmekle gelmedikleri, tam aksine Resulullah’a (s.a.v) bir hile düzenlemek üzere anlaştıkları ve bu niyetle Resulullah’a (s.a.v) geldiklerini müşahede ediyoruz. Yani; Hz. Muhammed’e (s.a.v) Allah’ın (c.c) Resulü olduğuna inanarak değil de, onların tabiri ile Abdullah’ın oğlu Muhammed olarak ve kötü niyetle gelmişlerdir. Dolayısıyla ne Allah’a (c.c) ve nede Allah’ın Resul’ü olan Hz. Muhammed’e (s.a.v) iman edip gelmişlerdir. Hâlbuki daha önce Kasas 56 ve Nisa 64 Ayetlerine istinaden edindiğimiz bilgiye göre, istiğfarın kabulü için olmazsa olmaz iki şart vardır:</p>
<p>1-Kendisi için istiğfar edilen kişi/kişilerin ehli iman olması,</p>
<p>2-Resulullah’ın, onun/veya onlar için Allah’tan istiğfar dilemesidir.</p>
<p>Oysa burada bu iki şartında yerine getirilmediğini görüyoruz. Dolayısıyla onlara yapılan istiğfarın kabulü için, onların öncelikle Allah’a (c.c) ve Hz. Muhammed’in de (s.a.v) O’nun resulü olduğuna iman etmeleri ve Hz. Muhammed’in de Abdullah’ın oğlu Muhammed sıfatıyla değil de, Allah’ın Resulü Muhammed sıfatıyla onlar için istiğfarda bulunduğu takdirde geçerli olacağını anlıyoruz. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Hak: sende onlar için istiğfarda bulunsaydın yerine, “Resul de onlar için istiğfarda bulunsa idi” demektedir. (Allah’u A’lem) (DEVAM EDECEK İNŞAALLAH)</p>
<p> </p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.