KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (2)
<p><strong><u>Yaratılış hikmeti ve Dünya hayatının gayesi:</u></strong></p>
<p>Allah’ın (c.c) kendisini gizlemiş olması ve eserlerinin kendisi tarafından tezahürü ile kendisini bu şekilde eserlerine tanıtması, ulûhiyetin hikmetlerindendir. Yani eserin, Rabbini, kendi varlığı ile keza kendisi gibi yaratılanların var olması ile tanımasıdır. Muhyiddin-i Arabi (Fütuhatı mekkiye sayfa 103) , Abdulkerim Ciyli (El insanül kâmil sayfa 39), Diyauddin Nakşibendi (Camiul Usul, sayfa 27), İmam-i Şarani (Tabakatül-Kubra, sayfa 526) gibi tasavvuf ehli nezdinde makul bir hadis olarak kabul edilen ve her fırsatta yazdıkları eserlerinde yer verdikleri,<strong><span dir="RTL"> مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ </span></strong> <strong>“Kim nefsini tanırsa Rabbini de tanır.”</strong> Hadisi bu hususu çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Binaenaleyh; İbn-i Teymiye ve İmam Nevevi gibi bazı ulema bu hadisin sıhhatinde şüphe olduğu kanaatindedirler. Ki İmam Suyûtî’nin “El-Hâvî lil-Fetâvâ” adlı eserinin El-Fetavatussufiye babında, İmam Zerkeşi’nin “El Ehadisil Meşhura”’da buna temas ettiğini ve İbn Sem’anın bu sözün Yahya bin Muaz El Razi’nin sözü olduğunu ifade etmektedir.</p>
<p>Hülasa; Yahya bin Muaz El Razi (rh.a) gibi büyük mutasavvıf ve âlimin sözü de olsa, Kur’an ve Sünnete uygun ve çok doğru bir sözdür. Nitekim Allah (c.c) yaratılış gayesini ve dolayısıyla hikmetini şu Ayet-i kerimede buyurduğu gibi: <strong><span dir="RTL">وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ</span> “Ben Cinleri ve İnsanları Bana kulluk etsinler diye yarattım.” </strong>diye beyan etmektedir<strong> (</strong>Zariyat 56).</p>
<p>Yani; Cinler ve insanlar beni bilsinler, tanısınlar ve bunun sonucu ve gereği olan emirlerime itaat etmek ve nehiylerimden sakınmak suretiyle, Dünya hayatında Salih ameller işlemekle benim rızama nail olarak, dünyayı kendilerini Cehenneme götürecek meta olmaktan çıkarıp Cennet’e götüren bir vasıtaya çevirsinler.</p>
<p>Bu Ayet-i kerime ile alakalı olarak Mücahidi şöyle der: “Ancak Beni bilip tanısınlar diye cinleri ve insanları yarattım” şeklinde açıklamıştır. Es-Salebî; Bu güzel bir açıklamadır, demiştir. Çünkü yüce Allah onları yaratmamış olsaydı, O'nun varlığı ve tevhidi bilinmezdi. (Kurtubi tfsr., Zariyat 56)</p>
<p>Keza büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi’nin (k.s) dediği gibi: “rızk verilenler olmadıkça rızk vericiliğin, bilinen olmadıktan sonra bilenin, yaşayanlar olmadıktan sonra yaşatanın anlamı kalmaz.”</p>
<p>Ayet (Zariyat 56) metninde önce cin, sonra da insanlardan bahsedilmiştir. Çünkü cinler varlık bakımından insanlardan öncedir. Yani Cinler İnsanlardan önce yaratılmışlar ve yeryüzünün ilk mamurları olmuşlardır. Ayrıca Fahreddin Razi’nin ilgili Ayet’in tefsirinde; Cinlerin insanlardan daha fazla münkirleri olduğunu zikredilmektedir. Melekleri Cehab-i Hak bu ayette zikretmemektedir. Çünkü meleklerin ibadet etmesi zaten teslim edilen bir durumdur. Yani Meleklerin Allah’ın (c.c) emrinden çıkmamaları ve O’na ibadet dışında herhangi bir mükellefiyetleri yoktur.</p>
<p>Burada bilinç sahibi ve mükellef olan insan ve cinlerin kendilerini ve varlıkları idrak etmek suretiyle, bizzat şehadet âlemindekileri görmeleri, bilmeleri ve tanımaları, dolayısıyla bu mevcudat vasıtasıyla şehadet âleminde bizzat ve direkt göremedikleri Yaratıcıyı bilmeleri ve tanımaları noktasında, yukarıda geçen <strong>“Kim nefsini tanırsa Rabbini de tanır.” </strong>Hadis-i veya veciz sözü çok yerinde ve aydınlatıcıdır. Böylelikle şehadet âleminde bizzat müşahede edemediğimiz Zül-Celal’i (c.c), yaratmış olduğu eserleri ile bilmiş ve tanımış oluyoruz.</p>
<p>Nitekim bu şehadet âleminde Allah’ı (c.c) zatı ile müşahede etmek mümkün olmadığı hususunu, Hz. Musa’nın (a.s) Sina dağında Allah’la (c.c) konuştuğu esnada zatını görme arzusunu dile getirmesi neticesini şu Ayet-i kerimede müşahede edebiliyoruz: <strong><span dir="RTL">وَلَمَّا جَاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنٖى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرٰینٖى وَلٰـكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰینٖى فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنٖينَ</span> “Musa belirlediğimiz vakitte geldiğinde ve Rabbi onunla konuştu. Musa : «Ey Rabbim !» dedi, «kendini bana göster de sana bakayım». Rabbi ona: «Sen elbette beni göremezsin. Lakin dağa dikkatle bak, eğer yerinde durursa beni görebileceksin demektir,» buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu param parça etti ve Musa da bayılıp düştü. Kendine gelince, «Seni tenzih ve tespih ederim. Sana tövbe ile yöneldim ve ben Müminlerin ilkiyim» dedi.” </strong>(A’raf 143)</p>
<p>Bu Ayet-i kerimede Hz. Musa (a.s), Allah (c.c) ile konuşmak için Sina dağına gitmiş ve orada Allah Teâlâ kendisiyle konuşmuştur. Kendisini konuşmanın havasına kaptıran Hz. Musa, Allah Teâlâ’dan, kendisini göstermesini istemiştir. Allah Teâlâ da ona cevap vererek: "Sen bu dünya hayatında beni asla göremezsin. Fakat sen şu dağa bak. Eğer o dağ, beni görmeye tahammül edip yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin." demiştir. Allah, dağa görününce onu yerle bir etti. Musa da bayılıp yere düştü. Ayılınca dedi ki: "Ey Allah'ım, ben seni, dünyada herhangi bir kimsenin görebileceğinden tenzih ederim. Seni görmek istememden dolayı sana tövbe ederim. Ben, İsrail oğullarından, senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." dedi.</p>
<p>Hz. Musa (a.s) zaten inanan biri olduğuna göre, "Ey Allah'ım, ben seni, dünyada herhangi bir kimsenin görebileceğinden tenzih ederim. Seni görmek istememden dolayı sana tövbe ederim. Ben, İsrail oğullarından, senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." dediği bu sözü, o'nun sadece Allah'ın varlığına olan inancını değil, fakat daha çok, Allah'ın insan tarafından görülemezliği konusunda vardığı inancı dile getiriyor (İbni ‘Abbas'tan rivayetle ibni Kesîr tfsr.).</p>
<p>Yakın çağımızın önemli filozoflarından ve modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Fransız Descartes’in (31 Mart 1596-11 Şubat 1650) “Düşünüyorum öyle ise varım” sözü çok anlamlıdır kanaatindeyim. Yani bilinçli bir varlık olarak düşünebilmekte ve dolayısıyla kendisinin var olduğunu bu sayede idrak ve ispat etmektedir. Bunu daha da geniş kapsamlı mütalaa edersek, varlıkların mevcudiyeti, bir var edenin varlığını gerektirir. Bu var edende biz müminlerin inancına göre her şeyi yoktan yaratan Allah’tır (c.c). </p>
<p>İşte Allah’ı (c.c) tanımanın ve bilmenin nasıl olacağı sorusuna yukarıdaki veciz söz cevap vermektedir.</p>
<p>Bu mevzua dair İmam-i Rabbani (k.s) şunları söylemektedir: Ey Oğul, varlıkların hulâsası olan insanın yaratılmasından gaye; Oyun, oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasından gaye şudur: Kulluk vazifelerini yerine getirmek, zül, inkisar, acz, iftikar, Yüce Sultan Mukaddes Gaffar Allah'a devamlı bir şekilde iltica ve tazarrudur. (Mektubat-i Rabbani, 73. Mektup)</p>
<p>Öte yandan, Dünya hayatının gayesine ve var oluş hikmetine müdrik olmayan, büsbütün dünyaya yönelen ve bu sebeple de, ahireti elde etmekten yüz çevirenler için Cenâbi Hak (c.c), "Dünya hayatı bir aldanış ve metadan başka bir şey değildir." buyurmuştur. Yani faydasız, değersiz ve hatta cazibesine kapılanlar için hüsran demektir. Onların dünyanın çekiciliğine kapılarak dünyaya bağlanmaları, tıpkı su arayan insanın serabı su zannettiği gibidir. Ondan bir fayda elde edemez ve bağlandıkları bu dünyanın bütün maddi nimetleri, onları tatmin etmez. Dolayısıyla maneviyatı zayıf nice varlıklı insanların ümitsizliğe kapılarak bu yüzden kendi canlarına kıydıklarına günümüzde çokça şahit oluyoruz. Zira ümidi tükenen bir insanın kendisi de tükenmiş demektir. Binaenaleyh, Allah’ın (c.c) rızasını kazanmış olmanın ve ebediyen O’nun Cennetinde yaşamayı elde etmenin ümidi yanında dünya hayatının değeri ne olabilir ki?</p>
<p>Nitekim Rahman ve Rahim olan Rabbimiz (c.c) rahmetinden ümit kesmememiz gerektiğini şu Ayet-i kerime ile bize bildirmektedir: <strong><span dir="RTL">قُلْ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيم</strong></span><strong> “De ki: “Ey nefisleri aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” </strong>(Zümer 53)</p>
<p>Bu Ayet hakkında Abdullah Bin Ömer (r. anhuma) şöyle buyurmuştur: Bu Ayet-i kerime, müminlerden büyük bir günah işleyenlerin cehennemlik olduklarını zannedenler hakkında nazil olmuş ve Allah Teâlâ’nın, kullarından dilediğinin bütün günahlarını affedeceğini bildirmiştir. Ve devamla diyor ki: "Biz, ResuluIIah’ın sahabeleri, yaptığımız bütün iyiliklerin kabul edildiği Kanaat’ında idik. Sonra şu Ayet-i kerime nazil oldu. <strong><span dir="RTL">يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُم</span></strong> <strong>"Ey iman edenler Allah’a ve Peygambere itaat edin, sakın amellerinizi heder etmeyin."</strong> (Muhammed 33). Bizler, amellerimizi heder edecek olan şeyin büyük günahlar ve hayasızlık olduğunu söylemeye başladık. Bunlardan birini yapanı gördüğümüz zaman "Artık bu helak oldu." diyorduk. Nihayet: <strong>"Ey Muhammed, kullarıma şöyle dediğimi söyle "Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki o, çok affeden ve çok merhamet edendir."</strong> ayeti nazil oldu. Biz de artık bunları söylemekten vazgeçtik. (Taberi tfsr., Zümer 53).</p>
<p>Bu Ayet-i kerimeden de anlıyoruz ki, kul tarafından işlenen büyük veya küçük hangi günah olursa olsun, kulu çaresizlik ve ümitsizliğe sevk etmemeli ve Allah’ın (c.c) rahmetinden ümit kesmemelidir. Tam aksine tövbe ve istiğfarla sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın (c.c) rahmetine nail olacağını şu Ayet-i kerimede teyit etmektedir: <strong><span dir="RTL">وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحٖيمًا</span> “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse o, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhamet edici bulur.” </strong>(Nisa 110). Bu Ayet-i kerime ile de yukarıdaki Ayet-i kerimede zikredildiği gibi, Cenab-i Hak kullarının herhangi bir günah işlemeleri veya şirk gibi en büyük günahla nefsine zulmettiği ve sonrada tövbe ederek Allah’tan (c.c) mağfiret dilediği zaman, Allah’ın (c.c) onu bağışlayacağını müjdelemektedir.</p>
<p>Bu Ayet-i kerime ile alakalı olarak Hz. Ali’den (r.a) şöyle bir Hadis nakledilmiştir:</p>
<p>Hz. Ali’den (r.a) şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah’tan (s.a.v) bir hadis işittiğimde, Allah (c.c) onunla beni dilediği kadar faydalandırırdı. Onu, başkasından işittiğim zaman, (doğruluğundan emin olmak maksadıyla), ona yemin ettirirdim. Ebubekir de (r.a) bana hadis nakletti ve Ebubekir doğru söylemiştir. Dedi ki: Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekât namaz kılar ve Allah'tan mağfiret dilerse, mutlaka Allah (c.c) ona mağfiret buyurur. Daha sonra da ; “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür” ayetini okudu. (Kurtubi tfsr., Nisa 110)</p>
<p>Saîd ibn Cübeyr (r.a) şöyle demiştir: "Dünya, seni ahireti elde etmekten alıkoyarsa, senin için aldatan Meta’dır. Ama seni, Allah'ın (c.c) rızasını ve ahiret mutluluğunu elde etmeye götürürse, o zaman da ne güzel bir vesiledir? (F. Razi tfsr., Hadid 20)</p>
<p>Dolayısıyla Ebedi hayata kıyasla dünya hayatının bir değerinin olmadığı, binaenaleyh ebedi hayatı dünya hayatına değişip heba edilmemesi gerektiği, ancak müjdelenen ebedi hayatın elde edilmesi de kulun bu dünya hayatında göstereceği performansa bağlı olduğu, Peygamber efendimiz (s.a.v), çeşitli Hadislerinde şöyle buyuruyorlar:</p>
<p><strong> <span dir="RTL">عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ كَانَتْ الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافِرًا مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ</span> Sehl bin Sa’d Resulullah’ın şöyle buyurduğunu söylüyor: </strong>"<strong>Eğer dünya Allah nazarında sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kafire ondan bir yudum su içirmezdi”</strong> (Musned-i Tirmizi, Kitabuzzuhd, Hds. No: 2320)</p>
<p><strong><span dir="RTL">أبا هريرة يقول سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول ألا إن الدنيا ملعونة ملعون ما فيها إلا ذكر الله وما والاه وعالم أو متعلم</span></strong> <strong>Eba Hureyre Resulullah (s.a.v)’den şunu duyduğunu söylüyor: “Bilinki Dünya mel’undür ve onun içindekilerde melundur. Ancak Allah’ın zikri ve ona yaklaştıran şeylerle bilen veya öğreten hariçtir.” </strong>(Musned-i Tirmizi, Kitabuzzuhd, Hds. No: 2322).</p>
<p> Yani; yaptığımız her meşru amelde Allah’ı (c.c) anmamız, aklımızdan çıkarmamamız gerektiği, dolayısıyla bu faaliyetlerimizi melun sıfattan Allah’ı (c.c) mezkûr sıfata çevirerek O’na olan kulluğumuzu pekiştirmek suretiyle hem dünyamızı ve hem de ahiretimizi kazanmak elimizdedir. Aksi takdirde melanetlerle lanetlenir, hem dünyada ve hem de ahirette zelil ve perişan oluruz.</p>
<p><strong><span dir="RTL">عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ السَّاعِدِيِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ رِبَاطُ يَوْمٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ خَيْرٌ مِنْ الدُّنْيَا وَمَا عَلَيْهَا وَمَوْضِعُ سَوْطِ أَحَدِكُمْ مِنْ الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِنْ الدُّنْيَا وَمَا عَلَيْهَا</span></strong><strong> Sehl bin Sa’d Essaidi’den (r.a) Resulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduklarını nakleder: “Allah yolunda bir günlük amel işlemek</strong> <strong>dünyadan ve onun üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır ve Cennette sizden birinizin kamçısının kapladığı kadar yer, dünyadan ve onun üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır.” </strong>(Sahihulbuhari, Kitabulcihad, Hds. No: 2735)</p>
<p> Bu Hadis-i şeriflerde yerilen dünyanın, Ahiret düşüncesi ve gayesinin üzerine kurulmadığı bir dünya hayatıdır. Bu anlayış içerisinde yaşayan bir fert, artık kendini dünya hayatının cazibesine kaptırmış, ruhî ve manevî her şeyden soyutlanmış bir vaziyette dünyaya ehemmiyet veren ve dünyevi hedeflerinin tutsağı haline gelen bir ferttir. Artık böyle bir insan, Kur’an’da tarif edilen fıtratı bozulmuş ve hayatın gerçek gayesini anlama yeteneğini yitirmiş bir insandır. Dolayısıyla Kur’an’ın özünün ve mesajının kapsamı dışına çıkmış demektir. Nitekim daha önce değindiğimiz gibi, bu çerçevede sürdürülen dünya hayatını Kur’an, birçok ayetinde boş bir eğlence ve geçici bir heves olarak tanımlamıştır.</p>
<p> Hâlbuki yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi, insanoğlunun yaratılış gayesinin Allah’a (c.c) kulluk etmek olması münasebetiyle, dünya hayatında Allah’a (c.c) kulluk icabı olan emirlerine boyun eğmek ve nehiylerinden sakınmak suretiyle temel amaç olan, ahiretin kazanılması olmalıdır. Esas itibarıyla Kur’an’ın üzerinde durduğu temel nokta bu olmuştur. Ahiret düşüncesi ve gayesinin üzerine kurulmadığı bir dünya hayatı, Kur’an’ın özünün ve mesajının kapsamı dışına çıkmış demektir. Zira bu çerçevede sürdürülen dünya hayatını Kur’an, Ayetlerinde boş bir eğlence ve geçici bir heves olarak tanımlamıştır.</p>
<p> Ancak burada önemle belirtmek gerekir ki, mümin hem dünyasını ve hem de ahiretini ihya etme yolunu tercih etmelidir. Ve bunu da Allah’tan istemelidir. Zira müminin esas hedefi olması gereken ahiret hayatının kazanılması, ancak dünya hayatının ihyasıyla mümkündür. Dünya hayatının ihyasından maksat; müjdelenen ahiret hayatı olan Cennet ve Onun nimetlerine kavuşmamızı sağlamada yardımcı olan vücut sağlığı, geçim bolluğu, ilim ve ibadet gibi meşru şeyler olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hak (c.c) müminlerin şöyle dua ettikleri Kur’an-ı kerimde zikredilmektedir: <strong><span dir="RTL">رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ</span> “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” </strong>(Bakara 201)</p>
<p>Hammad b. Seleme'nin, Sabit'ten rivayet ettiğine göre, birileri Enes (r.a)'e. "Bizim için dua et" dediler. O da, bunun üzerine, "Ya Rabbena, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden koru" demişti. Onlar, "Bize daha fazla dua et" dediklerinde, o aynı duayı tekrar etmiş, yine "Bize daha da fazlasını söyle.." dediklerinde, Hz. Enes (r.a): "Daha ne istiyorsunuz? Ben sizin için, dünya ve ahiretin en hayırlı şeylerini istedim demiştir. Gerçekten Enes (r.a) doğru söylemiştir. Çünkü kulun, dünya ve ahiretten başka yurdu yoktur. Binaenaleyh o, dünya ve ahiretin iyiliklerini istediğinde, geriye bir şey kalmamıştır.</p>
<p> Kaffâl Tefsir’inde, Enes (r.a)'den, Hz. Peygamber efendimizin, hastalık kendisini iyice yiyip bitirmiş bir kimsenin yanına girerek, onu ziyaret ettiğini ve ona, "Bundan önce nasıl dua ediyordun?" diye sorduğunu, o adamın da, "Allah'ım, bana ahirette vereceğin cezayı dünyada iken hemen ver" diye dua ediyordum" dediğini, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Suphanallah! Sen, bu hastalığa katlanamazsın. Şöyle dua etseydin ya: "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru" dediğini nakleder. Hz. Enes (r.a) sözüne şöyle devam eder: "Hz. Peygamber (s.a.s) o adama duada bulundu, adam hemen şifa buldu." (F. Razi tfsr. Bakara 201)</p>
<p> Yukarıdaki Enes’ten (r.a) rivayet edilen Hadiste de müşahede ettiğimiz gibi, Peygamber (s.a.v)’in ahiretimizin tarlası olan dünyamızın da ihyası için dua etmemiz gerektiğini bildirmektedir.</p>
<p> Burada, dünya hayatında güzelliklerin talebi ile ayni zamanda ahiret hayatı da amaçlanmalıdır. Zira salt amaçlanan dünya hayatının güzellikleri ahiret hayatına faydalı olamayacağından, kişi için büyük bir hüsrandır. Çünkü ahiret hayatına herhangi bir paye sağlamayacaktır. Nitekim Canab-ı Hak’ın (c.c) şu Ayet-i kerimede belirttiği gibi: <strong><span dir="RTL">فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِى الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاق</span> “İnsanlardan, (bazıları) “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver” diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur.” </strong>(Bakara 200).</p>
<p> Bu hususta <u>Elmalıl Hamdi Yazır</u> tefsirinde şunları söylemektadir: İmam Fahruddin Razî tefsirinde der ki: "Mutlulukların mertebeleri üçtür: Ruha ait, bedene ait ve dışarıya ait. Ruha ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş kuvvetinin tamamlanması, biri de üstün ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır. Bedene ait mutluluk da ikidir. Bunlar sağlık ve güzelliktir. Dış mutluluk da ikidir. Bunlar mal ve makamdır. “Bize dünyada ver.” talebi de bu kısımlardan her birini içine alır. Çünkü ilim, dünyada süslenmek ve emsalinden öne geçmek için istenirse dünyadan olur. Yine aynı şekilde üstün ahlâk da dünyada başa geçmek ve dünya menfaatlerini zapt ve idare etmek için istenirse bu da dünyadan olur. Öldükten sonra dirilmeye ve kâinatın sonuna imanı olmayanlar da gerek ruha ve gerekse bedene ait herhangi bir fazileti isterlerse ancak dünya için isterler. (E. Hamdi Yazır tfsr., Bakara 200)</p>
<p> Hülasa, mümin kul nereden ve neden bu dünyaya geldiğini, bu dünya hayatında neler yapması gerektiğini ve bu hayatta yapacaklarının karşılığını Ayeti kerimede belirtildiği gibi; <strong><span dir="RTL">وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَراًّ يَرَه</span></strong> . <strong><span dir="RTL">فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُۜ</span> “Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir, Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” </strong>(Zilzal 7) miskal-i zerre miktarı dahi olsa karşılığını ama kâr ama zarar göreceğini bildirmektedir. Bu bilgi de gerçek hüküm sahibi olan Allah’ın (c.c) görevlendirdiği Peygamberleri vasıtasıyla kendisine bildirilmiştir. Artık Müslüman bu gerçeği tasdik etmiş, tanık olmuştur. Binaenaleyh, her mümin bu gerçeğe göre hayatını inşa etme mesuliyeti taşımaktadır.</p>
<p> Kulun İslami bir nizama göre hayatını tanzim etmesi, Cenab-i Hakk’ın Efendimize (s.a.v) Cebrail (a.s) vasıtasıyla indirdiği Kur’an’a ve Efendimizin (s.a.v) sünnet-i seniyelerine uygun olmalıdır. Yani, Allah (c.c) ve Resulü (s.a.v) nasıl bildirdi ise, o haliyle, İslâm dinini öğrenmek ve yaşamak gereklidir. Kendi görüş ve düşüncelerimize göre dinî anlayış geliştirmek, bir yol çizmek yanlış ve bizi dalâlete götürür. Din, Allah’tan (c.c) geldiği gibi kabul edilmelidir. Zira dünya ve ahiret hayatının hakikatine dair yegâne gerçek bilgi kaynağı Allah’tan (c.c) gelen İslâm Dininin kaynağı olan Kur’andır. Bu bilgi dünyayı, ahireti, canlı ve cansız her nevi varlığı yaratan Allah’tan (c.c) gelmektedir.</p>
<p>Allah (c.c), aklın idrak edebildiği ve idrak edemediği hikmetlere bağlı olarak her yarattığına istediği sureti vermiş ve hayatını belirlemiştir. Onlar üzerinde istediği gibi etki ve tasarruf sahibi olan da O’dur. Keza Allah Teâlâ, âlemi bir bütünlük içerisinde yaratmıştır. Âlemdeki her bir unsur diğerine bağlıdır. İyi veya kötü haliyle diğerini etkiler. Varlığın fıtratından uzaklaşması, içinde bulunduğu âleme yabancılaşması demektir. Varlığın bu hali zarar görmesine yol açtığı gibi, çevresine de zarar vermeye başlar. İslâm bu yabancılaşmanın, dolayısıyla hakikatten uzaklaşmanın önüne geçmek için kurallar koymuştur. Yapılacakları ve yapılmayacakları belirler. Böylece hayat için güvenli bir alan oluşturur. (DEVAM EDECEK İNŞA-ALLAH)</p>
<p> </p>
Ekleme
Tarihi: 18 Mart 2016 - Cuma
KUR’AN VE HADİS IŞIĞINDA DÜNYA HAYATI (2)
<p><strong><u>Yaratılış hikmeti ve Dünya hayatının gayesi:</u></strong></p>
<p>Allah’ın (c.c) kendisini gizlemiş olması ve eserlerinin kendisi tarafından tezahürü ile kendisini bu şekilde eserlerine tanıtması, ulûhiyetin hikmetlerindendir. Yani eserin, Rabbini, kendi varlığı ile keza kendisi gibi yaratılanların var olması ile tanımasıdır. Muhyiddin-i Arabi (Fütuhatı mekkiye sayfa 103) , Abdulkerim Ciyli (El insanül kâmil sayfa 39), Diyauddin Nakşibendi (Camiul Usul, sayfa 27), İmam-i Şarani (Tabakatül-Kubra, sayfa 526) gibi tasavvuf ehli nezdinde makul bir hadis olarak kabul edilen ve her fırsatta yazdıkları eserlerinde yer verdikleri,<strong><span dir="RTL"> مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ </span></strong> <strong>“Kim nefsini tanırsa Rabbini de tanır.”</strong> Hadisi bu hususu çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Binaenaleyh; İbn-i Teymiye ve İmam Nevevi gibi bazı ulema bu hadisin sıhhatinde şüphe olduğu kanaatindedirler. Ki İmam Suyûtî’nin “El-Hâvî lil-Fetâvâ” adlı eserinin El-Fetavatussufiye babında, İmam Zerkeşi’nin “El Ehadisil Meşhura”’da buna temas ettiğini ve İbn Sem’anın bu sözün Yahya bin Muaz El Razi’nin sözü olduğunu ifade etmektedir.</p>
<p>Hülasa; Yahya bin Muaz El Razi (rh.a) gibi büyük mutasavvıf ve âlimin sözü de olsa, Kur’an ve Sünnete uygun ve çok doğru bir sözdür. Nitekim Allah (c.c) yaratılış gayesini ve dolayısıyla hikmetini şu Ayet-i kerimede buyurduğu gibi: <strong><span dir="RTL">وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ</span> “Ben Cinleri ve İnsanları Bana kulluk etsinler diye yarattım.” </strong>diye beyan etmektedir<strong> (</strong>Zariyat 56).</p>
<p>Yani; Cinler ve insanlar beni bilsinler, tanısınlar ve bunun sonucu ve gereği olan emirlerime itaat etmek ve nehiylerimden sakınmak suretiyle, Dünya hayatında Salih ameller işlemekle benim rızama nail olarak, dünyayı kendilerini Cehenneme götürecek meta olmaktan çıkarıp Cennet’e götüren bir vasıtaya çevirsinler.</p>
<p>Bu Ayet-i kerime ile alakalı olarak Mücahidi şöyle der: “Ancak Beni bilip tanısınlar diye cinleri ve insanları yarattım” şeklinde açıklamıştır. Es-Salebî; Bu güzel bir açıklamadır, demiştir. Çünkü yüce Allah onları yaratmamış olsaydı, O'nun varlığı ve tevhidi bilinmezdi. (Kurtubi tfsr., Zariyat 56)</p>
<p>Keza büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi’nin (k.s) dediği gibi: “rızk verilenler olmadıkça rızk vericiliğin, bilinen olmadıktan sonra bilenin, yaşayanlar olmadıktan sonra yaşatanın anlamı kalmaz.”</p>
<p>Ayet (Zariyat 56) metninde önce cin, sonra da insanlardan bahsedilmiştir. Çünkü cinler varlık bakımından insanlardan öncedir. Yani Cinler İnsanlardan önce yaratılmışlar ve yeryüzünün ilk mamurları olmuşlardır. Ayrıca Fahreddin Razi’nin ilgili Ayet’in tefsirinde; Cinlerin insanlardan daha fazla münkirleri olduğunu zikredilmektedir. Melekleri Cehab-i Hak bu ayette zikretmemektedir. Çünkü meleklerin ibadet etmesi zaten teslim edilen bir durumdur. Yani Meleklerin Allah’ın (c.c) emrinden çıkmamaları ve O’na ibadet dışında herhangi bir mükellefiyetleri yoktur.</p>
<p>Burada bilinç sahibi ve mükellef olan insan ve cinlerin kendilerini ve varlıkları idrak etmek suretiyle, bizzat şehadet âlemindekileri görmeleri, bilmeleri ve tanımaları, dolayısıyla bu mevcudat vasıtasıyla şehadet âleminde bizzat ve direkt göremedikleri Yaratıcıyı bilmeleri ve tanımaları noktasında, yukarıda geçen <strong>“Kim nefsini tanırsa Rabbini de tanır.” </strong>Hadis-i veya veciz sözü çok yerinde ve aydınlatıcıdır. Böylelikle şehadet âleminde bizzat müşahede edemediğimiz Zül-Celal’i (c.c), yaratmış olduğu eserleri ile bilmiş ve tanımış oluyoruz.</p>
<p>Nitekim bu şehadet âleminde Allah’ı (c.c) zatı ile müşahede etmek mümkün olmadığı hususunu, Hz. Musa’nın (a.s) Sina dağında Allah’la (c.c) konuştuğu esnada zatını görme arzusunu dile getirmesi neticesini şu Ayet-i kerimede müşahede edebiliyoruz: <strong><span dir="RTL">وَلَمَّا جَاءَ مُوسٰى لِمٖيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنٖى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرٰینٖى وَلٰـكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰینٖى فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنٖينَ</span> “Musa belirlediğimiz vakitte geldiğinde ve Rabbi onunla konuştu. Musa : «Ey Rabbim !» dedi, «kendini bana göster de sana bakayım». Rabbi ona: «Sen elbette beni göremezsin. Lakin dağa dikkatle bak, eğer yerinde durursa beni görebileceksin demektir,» buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu param parça etti ve Musa da bayılıp düştü. Kendine gelince, «Seni tenzih ve tespih ederim. Sana tövbe ile yöneldim ve ben Müminlerin ilkiyim» dedi.” </strong>(A’raf 143)</p>
<p>Bu Ayet-i kerimede Hz. Musa (a.s), Allah (c.c) ile konuşmak için Sina dağına gitmiş ve orada Allah Teâlâ kendisiyle konuşmuştur. Kendisini konuşmanın havasına kaptıran Hz. Musa, Allah Teâlâ’dan, kendisini göstermesini istemiştir. Allah Teâlâ da ona cevap vererek: "Sen bu dünya hayatında beni asla göremezsin. Fakat sen şu dağa bak. Eğer o dağ, beni görmeye tahammül edip yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin." demiştir. Allah, dağa görününce onu yerle bir etti. Musa da bayılıp yere düştü. Ayılınca dedi ki: "Ey Allah'ım, ben seni, dünyada herhangi bir kimsenin görebileceğinden tenzih ederim. Seni görmek istememden dolayı sana tövbe ederim. Ben, İsrail oğullarından, senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." dedi.</p>
<p>Hz. Musa (a.s) zaten inanan biri olduğuna göre, "Ey Allah'ım, ben seni, dünyada herhangi bir kimsenin görebileceğinden tenzih ederim. Seni görmek istememden dolayı sana tövbe ederim. Ben, İsrail oğullarından, senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." dediği bu sözü, o'nun sadece Allah'ın varlığına olan inancını değil, fakat daha çok, Allah'ın insan tarafından görülemezliği konusunda vardığı inancı dile getiriyor (İbni ‘Abbas'tan rivayetle ibni Kesîr tfsr.).</p>
<p>Yakın çağımızın önemli filozoflarından ve modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Fransız Descartes’in (31 Mart 1596-11 Şubat 1650) “Düşünüyorum öyle ise varım” sözü çok anlamlıdır kanaatindeyim. Yani bilinçli bir varlık olarak düşünebilmekte ve dolayısıyla kendisinin var olduğunu bu sayede idrak ve ispat etmektedir. Bunu daha da geniş kapsamlı mütalaa edersek, varlıkların mevcudiyeti, bir var edenin varlığını gerektirir. Bu var edende biz müminlerin inancına göre her şeyi yoktan yaratan Allah’tır (c.c). </p>
<p>İşte Allah’ı (c.c) tanımanın ve bilmenin nasıl olacağı sorusuna yukarıdaki veciz söz cevap vermektedir.</p>
<p>Bu mevzua dair İmam-i Rabbani (k.s) şunları söylemektedir: Ey Oğul, varlıkların hulâsası olan insanın yaratılmasından gaye; Oyun, oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasından gaye şudur: Kulluk vazifelerini yerine getirmek, zül, inkisar, acz, iftikar, Yüce Sultan Mukaddes Gaffar Allah'a devamlı bir şekilde iltica ve tazarrudur. (Mektubat-i Rabbani, 73. Mektup)</p>
<p>Öte yandan, Dünya hayatının gayesine ve var oluş hikmetine müdrik olmayan, büsbütün dünyaya yönelen ve bu sebeple de, ahireti elde etmekten yüz çevirenler için Cenâbi Hak (c.c), "Dünya hayatı bir aldanış ve metadan başka bir şey değildir." buyurmuştur. Yani faydasız, değersiz ve hatta cazibesine kapılanlar için hüsran demektir. Onların dünyanın çekiciliğine kapılarak dünyaya bağlanmaları, tıpkı su arayan insanın serabı su zannettiği gibidir. Ondan bir fayda elde edemez ve bağlandıkları bu dünyanın bütün maddi nimetleri, onları tatmin etmez. Dolayısıyla maneviyatı zayıf nice varlıklı insanların ümitsizliğe kapılarak bu yüzden kendi canlarına kıydıklarına günümüzde çokça şahit oluyoruz. Zira ümidi tükenen bir insanın kendisi de tükenmiş demektir. Binaenaleyh, Allah’ın (c.c) rızasını kazanmış olmanın ve ebediyen O’nun Cennetinde yaşamayı elde etmenin ümidi yanında dünya hayatının değeri ne olabilir ki?</p>
<p>Nitekim Rahman ve Rahim olan Rabbimiz (c.c) rahmetinden ümit kesmememiz gerektiğini şu Ayet-i kerime ile bize bildirmektedir: <strong><span dir="RTL">قُلْ</span></strong><span dir="RTL"> <strong>يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيم</strong></span><strong> “De ki: “Ey nefisleri aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” </strong>(Zümer 53)</p>
<p>Bu Ayet hakkında Abdullah Bin Ömer (r. anhuma) şöyle buyurmuştur: Bu Ayet-i kerime, müminlerden büyük bir günah işleyenlerin cehennemlik olduklarını zannedenler hakkında nazil olmuş ve Allah Teâlâ’nın, kullarından dilediğinin bütün günahlarını affedeceğini bildirmiştir. Ve devamla diyor ki: "Biz, ResuluIIah’ın sahabeleri, yaptığımız bütün iyiliklerin kabul edildiği Kanaat’ında idik. Sonra şu Ayet-i kerime nazil oldu. <strong><span dir="RTL">يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُم</span></strong> <strong>"Ey iman edenler Allah’a ve Peygambere itaat edin, sakın amellerinizi heder etmeyin."</strong> (Muhammed 33). Bizler, amellerimizi heder edecek olan şeyin büyük günahlar ve hayasızlık olduğunu söylemeye başladık. Bunlardan birini yapanı gördüğümüz zaman "Artık bu helak oldu." diyorduk. Nihayet: <strong>"Ey Muhammed, kullarıma şöyle dediğimi söyle "Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki o, çok affeden ve çok merhamet edendir."</strong> ayeti nazil oldu. Biz de artık bunları söylemekten vazgeçtik. (Taberi tfsr., Zümer 53).</p>
<p>Bu Ayet-i kerimeden de anlıyoruz ki, kul tarafından işlenen büyük veya küçük hangi günah olursa olsun, kulu çaresizlik ve ümitsizliğe sevk etmemeli ve Allah’ın (c.c) rahmetinden ümit kesmemelidir. Tam aksine tövbe ve istiğfarla sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın (c.c) rahmetine nail olacağını şu Ayet-i kerimede teyit etmektedir: <strong><span dir="RTL">وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحٖيمًا</span> “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse o, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhamet edici bulur.” </strong>(Nisa 110). Bu Ayet-i kerime ile de yukarıdaki Ayet-i kerimede zikredildiği gibi, Cenab-i Hak kullarının herhangi bir günah işlemeleri veya şirk gibi en büyük günahla nefsine zulmettiği ve sonrada tövbe ederek Allah’tan (c.c) mağfiret dilediği zaman, Allah’ın (c.c) onu bağışlayacağını müjdelemektedir.</p>
<p>Bu Ayet-i kerime ile alakalı olarak Hz. Ali’den (r.a) şöyle bir Hadis nakledilmiştir:</p>
<p>Hz. Ali’den (r.a) şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah’tan (s.a.v) bir hadis işittiğimde, Allah (c.c) onunla beni dilediği kadar faydalandırırdı. Onu, başkasından işittiğim zaman, (doğruluğundan emin olmak maksadıyla), ona yemin ettirirdim. Ebubekir de (r.a) bana hadis nakletti ve Ebubekir doğru söylemiştir. Dedi ki: Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekât namaz kılar ve Allah'tan mağfiret dilerse, mutlaka Allah (c.c) ona mağfiret buyurur. Daha sonra da ; “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ın çokça mağfiret edici, çok merhametli olduğunu görür” ayetini okudu. (Kurtubi tfsr., Nisa 110)</p>
<p>Saîd ibn Cübeyr (r.a) şöyle demiştir: "Dünya, seni ahireti elde etmekten alıkoyarsa, senin için aldatan Meta’dır. Ama seni, Allah'ın (c.c) rızasını ve ahiret mutluluğunu elde etmeye götürürse, o zaman da ne güzel bir vesiledir? (F. Razi tfsr., Hadid 20)</p>
<p>Dolayısıyla Ebedi hayata kıyasla dünya hayatının bir değerinin olmadığı, binaenaleyh ebedi hayatı dünya hayatına değişip heba edilmemesi gerektiği, ancak müjdelenen ebedi hayatın elde edilmesi de kulun bu dünya hayatında göstereceği performansa bağlı olduğu, Peygamber efendimiz (s.a.v), çeşitli Hadislerinde şöyle buyuruyorlar:</p>
<p><strong> <span dir="RTL">عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَوْ كَانَتْ الدُّنْيَا تَعْدِلُ عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا سَقَى كَافِرًا مِنْهَا شَرْبَةَ مَاءٍ</span> Sehl bin Sa’d Resulullah’ın şöyle buyurduğunu söylüyor: </strong>"<strong>Eğer dünya Allah nazarında sivri sineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kafire ondan bir yudum su içirmezdi”</strong> (Musned-i Tirmizi, Kitabuzzuhd, Hds. No: 2320)</p>
<p><strong><span dir="RTL">أبا هريرة يقول سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول ألا إن الدنيا ملعونة ملعون ما فيها إلا ذكر الله وما والاه وعالم أو متعلم</span></strong> <strong>Eba Hureyre Resulullah (s.a.v)’den şunu duyduğunu söylüyor: “Bilinki Dünya mel’undür ve onun içindekilerde melundur. Ancak Allah’ın zikri ve ona yaklaştıran şeylerle bilen veya öğreten hariçtir.” </strong>(Musned-i Tirmizi, Kitabuzzuhd, Hds. No: 2322).</p>
<p> Yani; yaptığımız her meşru amelde Allah’ı (c.c) anmamız, aklımızdan çıkarmamamız gerektiği, dolayısıyla bu faaliyetlerimizi melun sıfattan Allah’ı (c.c) mezkûr sıfata çevirerek O’na olan kulluğumuzu pekiştirmek suretiyle hem dünyamızı ve hem de ahiretimizi kazanmak elimizdedir. Aksi takdirde melanetlerle lanetlenir, hem dünyada ve hem de ahirette zelil ve perişan oluruz.</p>
<p><strong><span dir="RTL">عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ السَّاعِدِيِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ رِبَاطُ يَوْمٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ خَيْرٌ مِنْ الدُّنْيَا وَمَا عَلَيْهَا وَمَوْضِعُ سَوْطِ أَحَدِكُمْ مِنْ الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِنْ الدُّنْيَا وَمَا عَلَيْهَا</span></strong><strong> Sehl bin Sa’d Essaidi’den (r.a) Resulullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduklarını nakleder: “Allah yolunda bir günlük amel işlemek</strong> <strong>dünyadan ve onun üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır ve Cennette sizden birinizin kamçısının kapladığı kadar yer, dünyadan ve onun üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır.” </strong>(Sahihulbuhari, Kitabulcihad, Hds. No: 2735)</p>
<p> Bu Hadis-i şeriflerde yerilen dünyanın, Ahiret düşüncesi ve gayesinin üzerine kurulmadığı bir dünya hayatıdır. Bu anlayış içerisinde yaşayan bir fert, artık kendini dünya hayatının cazibesine kaptırmış, ruhî ve manevî her şeyden soyutlanmış bir vaziyette dünyaya ehemmiyet veren ve dünyevi hedeflerinin tutsağı haline gelen bir ferttir. Artık böyle bir insan, Kur’an’da tarif edilen fıtratı bozulmuş ve hayatın gerçek gayesini anlama yeteneğini yitirmiş bir insandır. Dolayısıyla Kur’an’ın özünün ve mesajının kapsamı dışına çıkmış demektir. Nitekim daha önce değindiğimiz gibi, bu çerçevede sürdürülen dünya hayatını Kur’an, birçok ayetinde boş bir eğlence ve geçici bir heves olarak tanımlamıştır.</p>
<p> Hâlbuki yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi, insanoğlunun yaratılış gayesinin Allah’a (c.c) kulluk etmek olması münasebetiyle, dünya hayatında Allah’a (c.c) kulluk icabı olan emirlerine boyun eğmek ve nehiylerinden sakınmak suretiyle temel amaç olan, ahiretin kazanılması olmalıdır. Esas itibarıyla Kur’an’ın üzerinde durduğu temel nokta bu olmuştur. Ahiret düşüncesi ve gayesinin üzerine kurulmadığı bir dünya hayatı, Kur’an’ın özünün ve mesajının kapsamı dışına çıkmış demektir. Zira bu çerçevede sürdürülen dünya hayatını Kur’an, Ayetlerinde boş bir eğlence ve geçici bir heves olarak tanımlamıştır.</p>
<p> Ancak burada önemle belirtmek gerekir ki, mümin hem dünyasını ve hem de ahiretini ihya etme yolunu tercih etmelidir. Ve bunu da Allah’tan istemelidir. Zira müminin esas hedefi olması gereken ahiret hayatının kazanılması, ancak dünya hayatının ihyasıyla mümkündür. Dünya hayatının ihyasından maksat; müjdelenen ahiret hayatı olan Cennet ve Onun nimetlerine kavuşmamızı sağlamada yardımcı olan vücut sağlığı, geçim bolluğu, ilim ve ibadet gibi meşru şeyler olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hak (c.c) müminlerin şöyle dua ettikleri Kur’an-ı kerimde zikredilmektedir: <strong><span dir="RTL">رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ</span> “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” </strong>(Bakara 201)</p>
<p>Hammad b. Seleme'nin, Sabit'ten rivayet ettiğine göre, birileri Enes (r.a)'e. "Bizim için dua et" dediler. O da, bunun üzerine, "Ya Rabbena, bize hem bu dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden koru" demişti. Onlar, "Bize daha fazla dua et" dediklerinde, o aynı duayı tekrar etmiş, yine "Bize daha da fazlasını söyle.." dediklerinde, Hz. Enes (r.a): "Daha ne istiyorsunuz? Ben sizin için, dünya ve ahiretin en hayırlı şeylerini istedim demiştir. Gerçekten Enes (r.a) doğru söylemiştir. Çünkü kulun, dünya ve ahiretten başka yurdu yoktur. Binaenaleyh o, dünya ve ahiretin iyiliklerini istediğinde, geriye bir şey kalmamıştır.</p>
<p> Kaffâl Tefsir’inde, Enes (r.a)'den, Hz. Peygamber efendimizin, hastalık kendisini iyice yiyip bitirmiş bir kimsenin yanına girerek, onu ziyaret ettiğini ve ona, "Bundan önce nasıl dua ediyordun?" diye sorduğunu, o adamın da, "Allah'ım, bana ahirette vereceğin cezayı dünyada iken hemen ver" diye dua ediyordum" dediğini, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Suphanallah! Sen, bu hastalığa katlanamazsın. Şöyle dua etseydin ya: "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru" dediğini nakleder. Hz. Enes (r.a) sözüne şöyle devam eder: "Hz. Peygamber (s.a.s) o adama duada bulundu, adam hemen şifa buldu." (F. Razi tfsr. Bakara 201)</p>
<p> Yukarıdaki Enes’ten (r.a) rivayet edilen Hadiste de müşahede ettiğimiz gibi, Peygamber (s.a.v)’in ahiretimizin tarlası olan dünyamızın da ihyası için dua etmemiz gerektiğini bildirmektedir.</p>
<p> Burada, dünya hayatında güzelliklerin talebi ile ayni zamanda ahiret hayatı da amaçlanmalıdır. Zira salt amaçlanan dünya hayatının güzellikleri ahiret hayatına faydalı olamayacağından, kişi için büyük bir hüsrandır. Çünkü ahiret hayatına herhangi bir paye sağlamayacaktır. Nitekim Canab-ı Hak’ın (c.c) şu Ayet-i kerimede belirttiği gibi: <strong><span dir="RTL">فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِى الْاٰخِرَةِ مِنْ خَلَاق</span> “İnsanlardan, (bazıları) “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver” diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur.” </strong>(Bakara 200).</p>
<p> Bu hususta <u>Elmalıl Hamdi Yazır</u> tefsirinde şunları söylemektadir: İmam Fahruddin Razî tefsirinde der ki: "Mutlulukların mertebeleri üçtür: Ruha ait, bedene ait ve dışarıya ait. Ruha ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş kuvvetinin tamamlanması, biri de üstün ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır. Bedene ait mutluluk da ikidir. Bunlar sağlık ve güzelliktir. Dış mutluluk da ikidir. Bunlar mal ve makamdır. “Bize dünyada ver.” talebi de bu kısımlardan her birini içine alır. Çünkü ilim, dünyada süslenmek ve emsalinden öne geçmek için istenirse dünyadan olur. Yine aynı şekilde üstün ahlâk da dünyada başa geçmek ve dünya menfaatlerini zapt ve idare etmek için istenirse bu da dünyadan olur. Öldükten sonra dirilmeye ve kâinatın sonuna imanı olmayanlar da gerek ruha ve gerekse bedene ait herhangi bir fazileti isterlerse ancak dünya için isterler. (E. Hamdi Yazır tfsr., Bakara 200)</p>
<p> Hülasa, mümin kul nereden ve neden bu dünyaya geldiğini, bu dünya hayatında neler yapması gerektiğini ve bu hayatta yapacaklarının karşılığını Ayeti kerimede belirtildiği gibi; <strong><span dir="RTL">وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَراًّ يَرَه</span></strong> . <strong><span dir="RTL">فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُۜ</span> “Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir, Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” </strong>(Zilzal 7) miskal-i zerre miktarı dahi olsa karşılığını ama kâr ama zarar göreceğini bildirmektedir. Bu bilgi de gerçek hüküm sahibi olan Allah’ın (c.c) görevlendirdiği Peygamberleri vasıtasıyla kendisine bildirilmiştir. Artık Müslüman bu gerçeği tasdik etmiş, tanık olmuştur. Binaenaleyh, her mümin bu gerçeğe göre hayatını inşa etme mesuliyeti taşımaktadır.</p>
<p> Kulun İslami bir nizama göre hayatını tanzim etmesi, Cenab-i Hakk’ın Efendimize (s.a.v) Cebrail (a.s) vasıtasıyla indirdiği Kur’an’a ve Efendimizin (s.a.v) sünnet-i seniyelerine uygun olmalıdır. Yani, Allah (c.c) ve Resulü (s.a.v) nasıl bildirdi ise, o haliyle, İslâm dinini öğrenmek ve yaşamak gereklidir. Kendi görüş ve düşüncelerimize göre dinî anlayış geliştirmek, bir yol çizmek yanlış ve bizi dalâlete götürür. Din, Allah’tan (c.c) geldiği gibi kabul edilmelidir. Zira dünya ve ahiret hayatının hakikatine dair yegâne gerçek bilgi kaynağı Allah’tan (c.c) gelen İslâm Dininin kaynağı olan Kur’andır. Bu bilgi dünyayı, ahireti, canlı ve cansız her nevi varlığı yaratan Allah’tan (c.c) gelmektedir.</p>
<p>Allah (c.c), aklın idrak edebildiği ve idrak edemediği hikmetlere bağlı olarak her yarattığına istediği sureti vermiş ve hayatını belirlemiştir. Onlar üzerinde istediği gibi etki ve tasarruf sahibi olan da O’dur. Keza Allah Teâlâ, âlemi bir bütünlük içerisinde yaratmıştır. Âlemdeki her bir unsur diğerine bağlıdır. İyi veya kötü haliyle diğerini etkiler. Varlığın fıtratından uzaklaşması, içinde bulunduğu âleme yabancılaşması demektir. Varlığın bu hali zarar görmesine yol açtığı gibi, çevresine de zarar vermeye başlar. İslâm bu yabancılaşmanın, dolayısıyla hakikatten uzaklaşmanın önüne geçmek için kurallar koymuştur. Yapılacakları ve yapılmayacakları belirler. Böylece hayat için güvenli bir alan oluşturur. (DEVAM EDECEK İNŞA-ALLAH)</p>
<p> </p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.