Mısra, “ mübalağa” sanatıyla olsa da bir hakikatı izah ettiğinden mühim. Mazide kalan günlerde, bugüne ve meselelerine pencere açan öyle müstakim dersler vardır ki dünya malından bile değerlidir bunlar.
Hayalim bir an gerilere kaydı meseleyi düşünürken.
Mesele nedir derseniz, apaçık. En büyük meselelerimizden biri, “belağat.” Yani “tebliğ” ederken “beliğ” olamayışımız yüzünden düştüğümüz “handikaplar”.
Sene 1982… Bahar yaşadığım şehrin parklarına, kırlarına, korularına, mesire yerlerine ve – o zaman- şehrin en yeşil mekânları cami avlularına baskın vermiştir. Her taraf iğde kokarken, erguvan ağaçlarının rengi gözlerimi almakta. Çok denememde “erguvan” kelimesini kullanışımın asıl saiki belki de o günlerdir, bunu bilemem.
Hocam Mehmet Kaplan’ın tavsiyesiyle yaptığım okul bitirme tezinin nihayetine güzel ve mânalı bir düğüm atmak için Rahmetlik Buğra ile telefonda randevulaşmış, verdiği adrese gidiyorum. “Sahaflar”ın o adı gibi sahife kokan iklimini geride bırakıp, civardaki yayınevine girmiş ve şu ifadelerin de bulunduğu röportajı yapmıştım.
“Nerede doğdun, nerede okudun, kaç fakültede okudun, bunlar hep bilinen şeylerdir. Şunu söyleyeyim; benim hayatımın özeti 1938’le 1950 yılları arasıdır. İsteyen serserilik yılları desin, ben ona “kendimi arayış” diyorum.
O yıllarda ben kendimi aradım ve buldum. Çok şükürbuldum. Fakültelerden kopuşum bu yüzdendir, politikadan kaçışım bu yüzdendir, bana serilen imkânlardan kaçışım bu yüzdendir; sırf kendimi kurtarayım, kendimle kalayım, bana kimse yol göstermesin, yapmak istediğimi engellemesin, yapmak istemediğime zorlamasın diyedir bu kaçışlar. Ben hayatımı bu şekilde özetliyorum.
Bir gün bana bir zat, çok önemli ve kuvvetli bir zat: “Tarık Bey, siz istemesini bilmiyorsunuz.” dedi. Yakındır bu olay. “-Yooo, ben isteyebilirim,” dedim; “ istemesini iyi bilirim. Ama kaybolmasın diye çırpınacağım şeyi istemem ben,” dedim. “Anlatabildim mi?”
Bir ödül için kendini satan adam yazar değil, insan bile olamaz. İnsan olmadan da yazar olunmaz. Bağımsızlık lazım. Sıradan bir insan değildir yazar. Bunu politikacılar kabul etmez. Politika uydusu yazarlar kabul etmez, fıkra yazarları kabul etmez, eleştirmeciler kabul etmezler bunu… Ama, gerçek yazar sıradan bir insan değildir. Ona ihtiyacı vardır toplumun. Bu ihtiyacı duyan toplum yükselir. Bu ihtiyacı karşılayan insan kazanır.” (BİNGÖL M. NuriTarık Buğra’nın Romanlarını Bir Tahlil Denemesi, İ.Ü. Bitirme Tezi, no:18976; Türk Edebiyatı Dergisi, 1986, Kasım sayısı; Tarık Buğra’yla Söyleşiler, Mehmet Tekin, Çizgi yayınevi…)
Bu iktibası şu yüzden yaptım: Ne adına olursa olsun, eğer karşıya okuyacak bir nesne –ya da metin- sunmak istiyorsanız, onu “belağat”ın kaideleri içinde kalarak takdim edeceksiniz. Hitap ettiğimiz “kitle” eğer insansa – ki o nev’den ayrı bir okuyucu taifesi yoktur!- o “marifet”i takdim ederken, en lüzümlu yola süluk edeceksiniz. Bunu yaptıktan sonra, belki “bizi kimse dinlemiyor” gibi bir şikayetin – ya da bahanenin- bir mânası belki olur.
İnsanı unutmayalım, gözden ırak tutmayalım. Onu ve onları görmezlikten gelmek, hatta “gayya-yı adem”e yuvarlamak, şimdiye kadar kime ne kazandırdı? Birilerine “ödül” belki, at gözlüğü takan belli bir “zümre”nin yanında şan ve şöhret? O da mümkün. Ya sonra?..
İnsan unutulur ve gözden ırak tutulursa – inanınız- her şey olur? Pek çok husus takla atmaya, belki de perende atmaya kalkar. Hani Rahmetlik Necip Fazıl’ın dediği var ya. Hazret’e soruyorlar; “Ayağa kalk Sakarya dediniz. Bunu anlayan oldu mu?” “Evet, biri anladı ve dinledi. Ama ayağa değil, amuda kalktı o da…”
Aslında kedi iken kendini aslan gibi göstermeye kalkan her edip, insanı ve onların beşeri zaaflarını, beşeri yönlerini es geçiyor demektir. Yazdıklarınızı kime okutacaksınız peki? Hiç kàle almadığınız insanlara mı?
Böylesi bir hal neyi mi doğurur? Bildirilerin adı makale olur, sloganların adı başyazı… İnsan görmezlikten gelinirse roman ise “destan”dan ayrılmayan bir ucube olur?
Uzun propaganda konuşmaları, tiratları, sefalet ya da esatir sahneleri, üç beş hissi söz, bir kaç tumturaklı nutuk el ele tutuşup roman diye önümüze sürülür, yeni tabirle “dayatılır.” Kusura kalınmasın ama demeden de olmayacak. Bir metin tahlilci – hele bu metin usuliddin kaideleriyle mâna verilmesi şart olan dini, imani bir metinse- ya da “yorumcu”, eğer ele aldığı mevzuyu sadece, -la teşbih, yağsız tuzsuz pilav misali- bir üslupla işlerse, hakikata ya da “o ilhami esere” karşı iri bir kabahat işlemiş, ona karşı , görülmesine “mani olan” kalın bir perde çekmiş olur. O perdeyi sıyırabilecek bir “muharrik fikri” bekle bekleyebilirsen?..
Yok eğer ben bildiğimi – ya da anladığımı- derim, üst yanına karışmam- “ o Allah’ın vazifesidir.” denirse, “ tevekkül” hakikatının da aksi istikametini tutturmuş olur; “dun-himmetli”ler sınıfına adım atarız.
Bazıları eğer bunu gereksiz buluyorsa, Bediüzzaman’ın pek çok ifadesinden tek birine bakmamız gerekecek demektir.
“…kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye’yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim. Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim. Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kari’! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!..” (Sözler, 693)
“Fakat ey kari’! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme!” tabiri – bence- anahtar cümledir. Ama bir tesbitimi de diyeyim ki bu ifadeleri Hazret, o yüksek “tevazuundan” demiş olsa gerek. Çünkü hem bu girişten sonraki Lemaat eserinde, hem de Nur Külliyatı’nın bütününde öyle üsluplar kullanmıştır ki, Risaleler’in neden bu kadar çok okuyucu bulmasının sebeplerinden birini daha açıklıyor.
“Ettekrarü ahsen…” sırrıyla yine diyeceğiz.
Bazılarınca “münevver” diye bakılan bir ehl-i kalem, mevzuyu tek yönlü ve “at gözlüğü” takmış bir mantıkla ele alacaksa , bir şeyler karalamasına ya da “meydana düş”mesine bir gerek kalmaz; kendi “hayali arkadaş”ı ile geçinip gitmesi daha yeğ tutulur; başkasına itikaden – inanç yönüyle- bir zararı dokunmaz.
Hem daha kolayı var! Ele aldığı mevzu ile alakalı eser isimlerini, sayfa numaralarını verirsin, olur biter! Nasılsa çok insanın evinde “Külliyat” vardır, satırlara bakarak seslendirmek de mest edici bir haldir!
*
Hani güzel ve hikmetli bir beyan var: “Müştebih ağaçları gösteren semereleridir.”
“Semereler” kelimesini sadece dünyada bırakılan eserler, yapılan maddi çalışma ve hizmetler, kitaplık çapta eserler ya da türlü neşir vasıtalarında neşrettirilen “pare pare” edebi çalışmalar şeklinde anlamıyorum.
Hadis –bilenlerce- meşhurdur; mâna olarak böyle- “Hadis-i Bilmana”: “ Mü’min bir yılan deliğinden iki defa ısırılmayan bir insandır.”
Seneler ve senelerce , hatta on yıllarca belli bir “metne” bakıp da, Barla’daki hizmetin kıyısına bile varamamak, okunduğu varsayılan o metnin doğru ve “isabetli” anlaşılmadığının en büyük alametidir.
“…Çünki yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmi, insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet; yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlastan geldiğine kat’iyyen şübhem kalmadı.” ( Lemalar, 21. Lema, 161-162)
*
“Hüzün Çiçeği” ve “İttihad-ı İslam ve Müslüman Kürtler” Yazarı Hüseyin Yılmaz dostumun güzel bir yazar tarifi var ve bence yazılı medya dünyasındaki “olmayışımızın” en mühim sebeplerinden biri de bu anlayışa eremeyişimizdir.
Bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim. “Hakkın hatırı alidir, hiç bir hatıra feda edilmemek gerektir.” beyanı ile “ Bazen hak, ehaktan ehaktır.” tabirini – kimi zaman- birbirine zıtmış (!) gibi mütelaa edebiliyoruz.
Sanki, “eğer birilerinin hoşuna gitmeyip de uzaklaşmasına yol açıyorsa, hakkı ketmekmek lazım.” gibi fasit bir kıyas unsuru yapanları gördükçe “ucube” görmüş gibi şaşırıyorum. “ Her doğruyu her yerde demek doğru değildir.” beyanındaki “doğru” mefhumunun “hakikat-ı imaniye ve İslamiye” manasında olamayacağını “akledemeyenler” gibi tıpkı… [İşte, bir mesele daha çıktı. Merak edenler için diyelim, “ Felsefe Yenir Bir Şey midir?”( hyilmaz.net) ve “ Felsefe ve Biz” (Karakalem.net) yazılarımıza müracaat…]
Külliyat nedir? “Mücmel”i, bir başka eserde “tafsil” edilen bir bütün, bir eserdeki tek bir ibare ile amel edilemeyip, o mevzudaki bütün “düstur”ları bir arada görüp nasıl anlaşılıp amel edildiyse “fehmedilebilecek” bir eser.
İbare neydi peki? “Bazen hak, ehaktan ehaktır.” Nedir hak?… Kur’an-ı Azimüşşan ve “ müfessir-i hakikisi olan ehadisin” tesbit ettiğidir, talimatıdır, bizleri “ümmet-i vusta” haline getiren “ahkam”dır.
Onları ilerisine taşma “haddini bilmeme” manasına gelir ki, Kur’an-ı Kerim’in çok Ayeti, Yahudi kavmini bu yüzden te’dip eder, helaklarının ya da başlarına gelen musibetlerin, Üstad’ın da “ bi-edep” dediği haddi aşmaları sebebiyle olduğunu beyan buyurmuştur.