ÜNİVERSİTELER BİLİM ÜRETMİYOR
ÜNİVERSİTELER BİLİM ÜRETMİYOR
Geçtiğimiz gün yazdığım üniversiteler ile ilgili yazıma birçok olumlu dönüş aldım.
Öncelikle yazılarımın okunuyor olması ve geri dönüşler almak beni gerçekten mutlu ediyor.
Benim yazım karakterimde süslü kelimeler kullanıp, halkın birçoğunun anlamını bilmediği, sözlükten arayacağı kelimeler kullanıp, yazıyı eğip, bükmek, boğmak yok.
Yazıyı süslemeyi, yabancı kelimeler kullanmayı elbette bende biliyorum.
Ama anlatmak istediğimi sade bir dille dimdik yazmayı tercih ediyorum, hem seviyorum da.
Bugün konumuz yine Üniversiteler.
Ülkemizde devlet ve özel yaklaşık 200 civarında üniversite, yüz elli bin civarında da akademik personel var.
Yüzlerce fakülte, yüksekokul, meslek yüksek okulu ve enstitü var.
Var…
Var ama ortada kaç tane somut bilimsel bir çalışma var. En fazla 3-5
Üniversitelerde yüz elli bin civarında da akademik personel var.
Bunların içerisinde yüzlerce elektrik-elektronikçi, fizikçi, bilgisayarcı, yazılımcı mühendis, profesörler var ama İHA ve SİHA özel sektörden çıkıyor.
Ki o firmadaki mühendislerin bir çoğu belki yükseklisans mezunu bile değil.
Diğer ülkelerin üniversiteleri aya çıkmak, uzaya gitmek için uğraşırken bizim üniversiteler vasfı olmayan eşini, dostunu, akrabasını üniversiteye alma peşinde.
Sanki dersiniz aile şirketi.
Bazı hocalar 35-40 yaşına gelmiş milli eğitimdeki eşine üniversitede yükseklisans, doktora yaptırmak sureti ile akademisyen yapıyor.
Araştırın, eşlerinin akademik danışmanı kesinlikle en yakın arkadaşı çıkacaktır.
Tabii muhtemeldir ki derslerine ve tezlerini de kendileri yapıyordur.
Nerede kaldı akademik etik.
Şimdi bu şartlarda yetişmiş bir akademisyenden ne bekleyebilirsiniz.
Diğer ülkelerdeki akademisyenler, ülke için, bilim için proje peşinde koşarken bizdekiler 2 saat daha fazla ders, paralı projeler, danışmanlıklar alma peşinde koşuyor.
Hele 2. Öğretim varsa sen kavgayı gör. Bunun için astını ezmek, yok saymak pahasına neler yapılıyor ben biliyorum.
Allah'tan artık 2. öğretimde çok az kaldı.
ÜNİVERSİTELER MİLLİ EĞİTİM DEĞİLDİR.
Bir akademisyenin görevi sadece derse girip çıkmak değildir. Aynı zamanda bilime katkı sağlamalıdır.
Ha bazı bölümler sözeldir belki elle tutulur, gözle görülür bir katkı sağlayamaz ama özellikle bazı bölümler var ki elle tutulur, gözle görülür somut katkı sağlamak zorunda.
Yazımın başında iki yüz civarında üniversite var demiştim.
Her üniversiteye bir profesör rektör olsa 200, her fakülteye bir profesör dekan olsa yüzlerce profesör eder.
Bunlara birde müdürlük yapanları eklersek binlerce değerli, mesleğinde belli bir noktaya ulaşmış hocalarımızı yönetici yapmak sureti ile bilimden uzaklaştırıyoruz.
Tabii mesleğinde profesör olmuş değerli hocalarımızdan ne yazık ki her zaman iyi bir yönetici çıkmıyor.
Böyle olunca da hem mesleği hem de Üniversite kaybediyor. Bu konu da çözüme kavuşturulmalı.
Profesyonel yöneticiler mi olur, yoksa başka bir formül mü bulunur onu bilmem.
Rektör seçimlerinde de daha dikkatli ve objektif olunmalı.
İş yapmaktan ziyade siyasi kimliğini ön plana çıkartan birçok rektör var.
Rektörleri Cumhurbaşkanımız atıyor.
YÖK tarafından önerilen 3 aday arasından en uygun gördüğü adayı atıyor.
Ben bu sistemin demokratik olmadığını düşünüyorum.
Daha önceleri üniversitelerde rektörlük seçimleri oluyor, en yüksek oyu alan 6 adayın ismi YÖK e gönderiliyor, YÖK’te bu altı ismi 3’e indirip Cumhurbaşkanına sunuyor, Cumhurbaşkanı’da bu isimlerden uygun gördüğünü Rektör olarak atıyordu.
Aslına bakarsanız bu sistemde tam demokratik değildi ki bazen en düşük oy alan atanabiliyordu.
Ama bu sistem en azından bir temayülü gösteriyordu.
Üniversitelerde demokratik bir rektör seçimi için tüm üniversite çalışanları (Akademik-İdari) ile öğrenci temsilcilerinin oy kullanması ve en yüksek oyu alan hocanın da atanması gerek.
Eğer bu yapılırsa üniversitelerde siyaset ve torpil değil bilim Yapılır.
Rektör atamalarındaki atamanın bir benzeri de doçentliğe geçişte yaşanıyor.
Eskiden yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte mülakat vardı.
Doçent adayı jüri önünde yayınları ile ilgili test ediliyordu.
Şimdi bu sistem yok.
Yayınları tamam olan mülakata girmeden foçent olarak atanıyor. ,
Diyeceksiniz ki o sistem demokratik değildi jüri üyesi objektif olmayabiliyordu.
Belki haklısınız tarafgir veya ön yargılı jüriler az da olsa olabiliyor.
Lâkin o sınavlarında şöyle bir faydası vardı. Bilgiyi ölçebiliyordunuz.
Yayınları kendisi mi yapmış, yoksa bir başkası yazmışta sadece adını mı ekletmiş bunları ayırt etmek için illaki mülakat şart.
Özellikle fetöde bunu görebiliyoruz. Bir Bilimsel yayında 4-5 kişinin adı yazılı.
Oysa yazan bir kişi.
Diğerleri belki de hiç okumamış.
Üniversitelerde ki en büyük sorunlardan birisi de adrese teslim kadrolar.
YÖK bu konuda bir kriter koymuş olmasına rağmen rektörler buna pek dikkat etmiyor.
Bu şekilde istediği adama kadro açabiliyor.
Kadro ilanında belirtilen şartlara uyan en fazla bir veya iki kişi oluyor.
İkinci kişiyi de elemek o kadar zor değil.
Diyelim ki elektrik-elektronik mühendisliği bölümüne doçent alınacak.
Kadro ilanında elektrik-elektronik mühendisliği bölümünde doktora yapma şartına ek olarak örneğin “Güneş enerjisi üretiminde bilmem ne sisteminin kullanılması konusunda çalışmalar yapmış olma” şartı koyuyor.
Sizce bu şarta kaç kişi uyabilir.
Alın size adrese teslim kadro.
Geçmişte bir üniversite sözleşmeli personel kadrosu açmış, sendikacının birisi de sonuçlar açıklanmadan bir ay önce açılan bu kadrolara kimlerin alınacağını notere tasdik ettirmiş ve neticede noterce tescillenen isimler sözleşmeli olarak alınmıştı.
Bunun için rektöre ne yapıldı derseniz.
Hiçbir şey yapılmadı.
Yazdıklarımız daha aysbergin görünen yüzü.
Oysa yazacak daha çok şey var.
Velhasılı kelam üniversitelere el atmak artık sünnet değil, farz.
Sağlıcakla
Mesut BALYEMEZ
05305164000
mesutb44@mail.com
Ekleme
Tarihi: 01 Kasım 2021 - Pazartesi
ÜNİVERSİTELER BİLİM ÜRETMİYOR
ÜNİVERSİTELER BİLİM ÜRETMİYOR
Geçtiğimiz gün yazdığım üniversiteler ile ilgili yazıma birçok olumlu dönüş aldım.
Öncelikle yazılarımın okunuyor olması ve geri dönüşler almak beni gerçekten mutlu ediyor.
Benim yazım karakterimde süslü kelimeler kullanıp, halkın birçoğunun anlamını bilmediği, sözlükten arayacağı kelimeler kullanıp, yazıyı eğip, bükmek, boğmak yok.
Yazıyı süslemeyi, yabancı kelimeler kullanmayı elbette bende biliyorum.
Ama anlatmak istediğimi sade bir dille dimdik yazmayı tercih ediyorum, hem seviyorum da.
Bugün konumuz yine Üniversiteler.
Ülkemizde devlet ve özel yaklaşık 200 civarında üniversite, yüz elli bin civarında da akademik personel var.
Yüzlerce fakülte, yüksekokul, meslek yüksek okulu ve enstitü var.
Var…
Var ama ortada kaç tane somut bilimsel bir çalışma var. En fazla 3-5
Üniversitelerde yüz elli bin civarında da akademik personel var.
Bunların içerisinde yüzlerce elektrik-elektronikçi, fizikçi, bilgisayarcı, yazılımcı mühendis, profesörler var ama İHA ve SİHA özel sektörden çıkıyor.
Ki o firmadaki mühendislerin bir çoğu belki yükseklisans mezunu bile değil.
Diğer ülkelerin üniversiteleri aya çıkmak, uzaya gitmek için uğraşırken bizim üniversiteler vasfı olmayan eşini, dostunu, akrabasını üniversiteye alma peşinde.
Sanki dersiniz aile şirketi.
Bazı hocalar 35-40 yaşına gelmiş milli eğitimdeki eşine üniversitede yükseklisans, doktora yaptırmak sureti ile akademisyen yapıyor.
Araştırın, eşlerinin akademik danışmanı kesinlikle en yakın arkadaşı çıkacaktır.
Tabii muhtemeldir ki derslerine ve tezlerini de kendileri yapıyordur.
Nerede kaldı akademik etik.
Şimdi bu şartlarda yetişmiş bir akademisyenden ne bekleyebilirsiniz.
Diğer ülkelerdeki akademisyenler, ülke için, bilim için proje peşinde koşarken bizdekiler 2 saat daha fazla ders, paralı projeler, danışmanlıklar alma peşinde koşuyor.
Hele 2. Öğretim varsa sen kavgayı gör. Bunun için astını ezmek, yok saymak pahasına neler yapılıyor ben biliyorum.
Allah'tan artık 2. öğretimde çok az kaldı.
ÜNİVERSİTELER MİLLİ EĞİTİM DEĞİLDİR.
Bir akademisyenin görevi sadece derse girip çıkmak değildir. Aynı zamanda bilime katkı sağlamalıdır.
Ha bazı bölümler sözeldir belki elle tutulur, gözle görülür bir katkı sağlayamaz ama özellikle bazı bölümler var ki elle tutulur, gözle görülür somut katkı sağlamak zorunda.
Yazımın başında iki yüz civarında üniversite var demiştim.
Her üniversiteye bir profesör rektör olsa 200, her fakülteye bir profesör dekan olsa yüzlerce profesör eder.
Bunlara birde müdürlük yapanları eklersek binlerce değerli, mesleğinde belli bir noktaya ulaşmış hocalarımızı yönetici yapmak sureti ile bilimden uzaklaştırıyoruz.
Tabii mesleğinde profesör olmuş değerli hocalarımızdan ne yazık ki her zaman iyi bir yönetici çıkmıyor.
Böyle olunca da hem mesleği hem de Üniversite kaybediyor. Bu konu da çözüme kavuşturulmalı.
Profesyonel yöneticiler mi olur, yoksa başka bir formül mü bulunur onu bilmem.
Rektör seçimlerinde de daha dikkatli ve objektif olunmalı.
İş yapmaktan ziyade siyasi kimliğini ön plana çıkartan birçok rektör var.
Rektörleri Cumhurbaşkanımız atıyor.
YÖK tarafından önerilen 3 aday arasından en uygun gördüğü adayı atıyor.
Ben bu sistemin demokratik olmadığını düşünüyorum.
Daha önceleri üniversitelerde rektörlük seçimleri oluyor, en yüksek oyu alan 6 adayın ismi YÖK e gönderiliyor, YÖK’te bu altı ismi 3’e indirip Cumhurbaşkanına sunuyor, Cumhurbaşkanı’da bu isimlerden uygun gördüğünü Rektör olarak atıyordu.
Aslına bakarsanız bu sistemde tam demokratik değildi ki bazen en düşük oy alan atanabiliyordu.
Ama bu sistem en azından bir temayülü gösteriyordu.
Üniversitelerde demokratik bir rektör seçimi için tüm üniversite çalışanları (Akademik-İdari) ile öğrenci temsilcilerinin oy kullanması ve en yüksek oyu alan hocanın da atanması gerek.
Eğer bu yapılırsa üniversitelerde siyaset ve torpil değil bilim Yapılır.
Rektör atamalarındaki atamanın bir benzeri de doçentliğe geçişte yaşanıyor.
Eskiden yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte mülakat vardı.
Doçent adayı jüri önünde yayınları ile ilgili test ediliyordu.
Şimdi bu sistem yok.
Yayınları tamam olan mülakata girmeden foçent olarak atanıyor. ,
Diyeceksiniz ki o sistem demokratik değildi jüri üyesi objektif olmayabiliyordu.
Belki haklısınız tarafgir veya ön yargılı jüriler az da olsa olabiliyor.
Lâkin o sınavlarında şöyle bir faydası vardı. Bilgiyi ölçebiliyordunuz.
Yayınları kendisi mi yapmış, yoksa bir başkası yazmışta sadece adını mı ekletmiş bunları ayırt etmek için illaki mülakat şart.
Özellikle fetöde bunu görebiliyoruz. Bir Bilimsel yayında 4-5 kişinin adı yazılı.
Oysa yazan bir kişi.
Diğerleri belki de hiç okumamış.
Üniversitelerde ki en büyük sorunlardan birisi de adrese teslim kadrolar.
YÖK bu konuda bir kriter koymuş olmasına rağmen rektörler buna pek dikkat etmiyor.
Bu şekilde istediği adama kadro açabiliyor.
Kadro ilanında belirtilen şartlara uyan en fazla bir veya iki kişi oluyor.
İkinci kişiyi de elemek o kadar zor değil.
Diyelim ki elektrik-elektronik mühendisliği bölümüne doçent alınacak.
Kadro ilanında elektrik-elektronik mühendisliği bölümünde doktora yapma şartına ek olarak örneğin “Güneş enerjisi üretiminde bilmem ne sisteminin kullanılması konusunda çalışmalar yapmış olma” şartı koyuyor.
Sizce bu şarta kaç kişi uyabilir.
Alın size adrese teslim kadro.
Geçmişte bir üniversite sözleşmeli personel kadrosu açmış, sendikacının birisi de sonuçlar açıklanmadan bir ay önce açılan bu kadrolara kimlerin alınacağını notere tasdik ettirmiş ve neticede noterce tescillenen isimler sözleşmeli olarak alınmıştı.
Bunun için rektöre ne yapıldı derseniz.
Hiçbir şey yapılmadı.
Yazdıklarımız daha aysbergin görünen yüzü.
Oysa yazacak daha çok şey var.
Velhasılı kelam üniversitelere el atmak artık sünnet değil, farz.
Sağlıcakla
Mesut BALYEMEZ
05305164000
mesutb44@mail.com
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.