Son Mesaj!..
<p> </p>
<p>Sevincini, derdini, tasasını içinde yaşayan, acılarını yüreğinde biriktiren bir adam!...</p>
<p> </p>
<p>Adı: Agâh. Dışarıdan bakıldığında, somurtkan, duygusuz, buz gibi bir insan…</p>
<p> </p>
<p>Ama!..</p>
<p> </p>
<p>Yüreğine dokunduğunuzda açılan kapının ardındaki saklı güzelliğe şahitlik edebilesiniz. Şahsına münhasır bir kişilik.</p>
<p> </p>
<p>Emekli olduktan sonra yarım kalmış çocukluğunu yaşayabilmek için çocukluğuna, köyüne döndü; terk etti yaşadığı şehri.</p>
<p> </p>
<p>En yakın ilçe merkezine yirmi kilometre mesafede bulunan, bin yıl yaşayabilen, gücün ve azametin sembolü sedir ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir köy. Kendisiyle birlikte, on kişi kalıyordu köyde. Onlar da köyün vefalı ama bizim vefa göstermediğimiz yaşlılardı.</p>
<p> </p>
<p>İlk işi, ahşap olan ve mimarisiyle tarih kokan; hüzünle misafirini bekleyen yorgun evini tamir etmek oldu. Acı tatlı yaşanmışlıklar ile birlikte kendisine tebessüm ediyor, sevgi kokuyordu evi.</p>
<p> </p>
<p>Hüzün elbisesi giyinen ağaçlar ile terki mekân eden göçmen kuşlar, gelecek kışın habercisiydi. Malum, odun; kış aylarının olmazsa olmazı. Evin bulunduğu yamacın arka tarafında, kurumuş, yorgun düşmüş, meşe ağaçları vardı. Uzun süredir odun kırmayan Agâh, testere ve baltasıyla birlikte meşeliklerin bulunduğu yere geldi. Bir müddet, Sanat-ı İlahi’nin muhteşem manzarasını seyre daldı. Sonra “Bismillah” diyerek, işe koyulmaya başladı. Çok geçmemişti ki Köse Ahmetlerin Dündar Bey’i:</p>
<p> </p>
<p>-Agâh, Agâh, neredesin?</p>
<p>-Hayrolsun Dündar Bey?</p>
<p>-Biri seni soruyor, tanıyamadım da</p>
<p>-Beni mi soruyor?</p>
<p>-Evet.</p>
<p>-Bizim Çirkin’dir,</p>
<p>-O da ne? Ne çirkini Agâh?</p>
<p>-Gelince konuşuruz Dündar Bey, tamam geliyorum dedi.</p>
<p> </p>
<p>Ve malzemeleri toparlamadan eve doğru yürüdü. Evin kapısında gördüğü şahıs, evet; çok sevdiği sırdaşı, derttaşı, arkadaşı “Çirkin”di. En güzel selamlamanın ardından gelen misafiri: “Seni seviyorum, ihtiyar!” diyerek Agâh’a sarıldı. Köse Ahmetlerin Dündar Bey’i şaşkınlığını atamamıştı ki Agâh misafirine: “Ben seni sevmiyorum” dedi ama özlem ve hasretle kendisini kucakladı. Dündar Bey yaşananlara bir anlam vermeye çalıştıysa da nafile…</p>
<p> </p>
<p>Odun sobası yakıldı, çay demlendi. İki arkadaş da şiir yürekliydi, vakit şiir ile demlenme vaktiydi...</p>
<p> </p>
<p>Şiir Yürekliler!..</p>
<p> </p>
<p>Dokunmayıverin! Yürekleri okyanus misali geniştir şiir yüreklilerin. Sessiz ve durgun göründüklerine de aldanmayın. Dokunduğunuz an yüreklerinden gözyaşı misali şiir dökülüverir. O şiirlerde yalnızlık, acı ve hüzün vardır. Hüzünlü oldukları anlarda bile mutlu olabilmeyi başarabilir şiir yürekliler.</p>
<p> </p>
<p>Ne kışın karı, ne de zemherinin soğuk ayazı üşütmez şiir yüreklileri. Üşüdüklerinde ya da üşütüldüklerinde kolay kolay ısınamaz, ısıtılamazlar. Bedenleri değil, ruhları üşür şiir yüreklilerin.</p>
<p> </p>
<p>Her şeye müsamaha gösterirler lakin “vefa-sızlığa” asla. Zira vefasız değil, vefalıdırlar; “vefa”nın adına destan yazar şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p>Bu dünyadan bir beklentileri yoktur, uhrevi bir zenginliktir istedikleri. Yüreklerinde biriktirdikleri sermayenin değeri ne tartılır, ne de ölçülür. En çok da insan kazanır ve insan biriktirir şiir yürekliler. Onlara göre <strong>hakikat de fakir, dünyası zengin olup da kalbi fukara olanlardır…</strong></p>
<p> </p>
<p>İftiraya uğrasalar da müfteriye değil, Yaradan’a boyun eğerler. Çünkü hiçbir yükün “sabır”dan ağır olmadığını bilir, “Ya Sabır!” der şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p>“Mona Roza”, “Ihlamur Çiçek Açtığı Zaman” ve “Mihriban” şiirlerini dinledikleri an, âlemden âleme geçer şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p>Agâh: “Misafirime ‘Çirkin’ dediğime bakma Dündar Bey. Geç oldu ama tanıştırayım, kardeşim, dostum, sırdaşım Kemalettin. Benim ‘çirkin’ yanım işte.” dedi. Tabi son cümlesi gülüşmelere sebebiyet verdi. </p>
<p> </p>
<p>Çaylar yudumlanırken, kitaplığından bir şiir kitabı çıkardı, Kemalettin’e uzattı Agâh. Kitap, merhum Bahattin Karakoç’un “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” adlı şiir kitabıydı. Ve ekledi Agâh: “Hangi şiiri okuyacağını biliyorsun değil mi?” sorusuna: “Merak etme İhtiyar, en sevdiğimizi!” diyerek cevap verdi Kemalettin. Kadifemsi sesiyle başladı okumaya…</p>
<p> </p>
<p><em>“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü</em></p>
<p><em>Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü</em></p>
<p><em>Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü</em></p>
<p><em>Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana</em></p>
<p><em>Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana</em></p>
<p><em>-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.</em></p>
<p> </p>
<p><em>Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden</em></p>
<p><em>Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden</em></p>
<p><em>Bebekler hayta hayta yürümeden</em></p>
<p><em>Geleceğim diyorum, geleceğim sana</em></p>
<p><em>Ne olur kesin bir takvim sorma bana</em></p>
<p><em>-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”</em> …</p>
<p> </p>
<p>Her dinlediğinde gözyaşlarını tutamazdı Agâh. Yine öyle bir an yaşandı. Hâsılı şiir bitmiş, çaylar da içilmişti. “Biliyor musunuz.” dedi Dündar Bey. “Ihlamurlar hiç çiçek açmaz ki?” “Mesele de bu ya!” dedi Agâh.</p>
<p> </p>
<p>Saatler gece yarısı gösteriyordu. Tüm ihtişamıyla kötülere ve kötülükler örtü oluyordu karanlık. Agâh: “Ne oldu kardeşim, bir haber var mı?” sorusuna: “Allah var, gam yok, sen rahat ol. Masumiyetimizden hiç şüphe etmedik. Her şeyi Adil-i Mutlak olan Allah’a havale ettik.” diyerek cevap verdi Kemalettin.</p>
<p> </p>
<p>Bir haksızlığa uğramıştı. Ehliyetsiz ve liyakatsiz idarecilerin, sorgusuz ve sualsiz vermiş oldukları hukuksuz bir kararın bedelini ödüyordu Kemalettin.</p>
<p> </p>
<p>Dündar Bey, yıllarca tarih öğretmenliği yapmış, aydın; bilge bir insandı. Detaylarını bilmese de mevcut durumdan müteessir olmuştu. Üzüntüsü yüzüne yansımıştı ve söze: “Cenab-ı Allah, Kur’an’ı Kerim’de, <strong>‘Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.’</strong> (Nisa:4/58) buyurarak, emanetin ve işin ehil kimselere verilmesini emrediyor.” diyerek başladı.</p>
<p> </p>
<p>Devamla:<strong> “Emin</strong> olmak Peygamber (s.a.v) Efendimiz vasıflarındandır. O, örnek yaşayışıyla herkesin güvenini kazanmıştır. Mekke fethedildiğinde, Efendimiz Kâbe'nin kapısının açılmasını talep eder. Kâbe'nin anahtarı henüz Müslüman olmamış Osman bin Talha’dadır. Osman bin Talha, anahtarı Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e teslim etti. O esnada, çok sayıda Müslüman bu görevin kendilerine verilmesini bekledi. Fakat Hz. Peygamber, Kâbe'yi açtırıp içindeki putları temizletip, şükür için iki rekât namaz kıldıktan sonra, anahtarı yine Osman bin Talha’ya verdi. Orada bulunan herkes, Peygamber Efendimiz’in görev verme konusunda, <strong>‘ehliyet’</strong> ve <strong>‘liyâkat</strong>i’ esas aldığına şahitlik etmişlerdi” diyerek konuşmasını bitirdi.</p>
<p> </p>
<p>Kemalettin: “Ne kadar güzel anlattın Dündar Bey. Bizi ihya ettin. Rabbim size hayırlı, sağlıklı ve uzun ömürler versin inşallah. Ahir zaman ümmetiyiz ve ahir zamanda yaşıyoruz.</p>
<p> </p>
<p>İmtihan efendim, imtihan!... Biz kullarına Cenab-ı Allah’ın bir lütfu değil midir hayat? Kimi zaman bolluk, kimi zaman darlık, bazen ferahlık, bazen de musibet ile eder imtihan. İmtihan, evet imtihan…</p>
<p> </p>
<p>Eş ile evlat ile…</p>
<p>Varlık ve yokluk ile…</p>
<p>Günah ve sevap ile…</p>
<p>Dost ile düşman ile…</p>
<p>Açlık ve tokluk ile…</p>
<p>En zoru da!...</p>
<p>Mesnetsiz bir iftira ile…</p>
<p>Hasılı!...</p>
<p>Kimilerine göre zahmet, kimilerine göre ihsan olsa da hayatın kendisi değil miydi imtihan Efendim? Canı yansa da önce tahammül etmeyi öğrenmeli, sonra, acz ile O’na yüzünü dönmeli. Kurtuluş için ise şükredip, sabretmeli, diye düşünüyorum.” dedi.</p>
<p> </p>
<p>Devam edecek…</p>
<p> </p>
<p>Memdoğlu…</p>
<p> </p>
Ekleme
Tarihi: 19 Ocak 2021 - Salı
Son Mesaj!..
<p> </p>
<p>Sevincini, derdini, tasasını içinde yaşayan, acılarını yüreğinde biriktiren bir adam!...</p>
<p> </p>
<p>Adı: Agâh. Dışarıdan bakıldığında, somurtkan, duygusuz, buz gibi bir insan…</p>
<p> </p>
<p>Ama!..</p>
<p> </p>
<p>Yüreğine dokunduğunuzda açılan kapının ardındaki saklı güzelliğe şahitlik edebilesiniz. Şahsına münhasır bir kişilik.</p>
<p> </p>
<p>Emekli olduktan sonra yarım kalmış çocukluğunu yaşayabilmek için çocukluğuna, köyüne döndü; terk etti yaşadığı şehri.</p>
<p> </p>
<p>En yakın ilçe merkezine yirmi kilometre mesafede bulunan, bin yıl yaşayabilen, gücün ve azametin sembolü sedir ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir köy. Kendisiyle birlikte, on kişi kalıyordu köyde. Onlar da köyün vefalı ama bizim vefa göstermediğimiz yaşlılardı.</p>
<p> </p>
<p>İlk işi, ahşap olan ve mimarisiyle tarih kokan; hüzünle misafirini bekleyen yorgun evini tamir etmek oldu. Acı tatlı yaşanmışlıklar ile birlikte kendisine tebessüm ediyor, sevgi kokuyordu evi.</p>
<p> </p>
<p>Hüzün elbisesi giyinen ağaçlar ile terki mekân eden göçmen kuşlar, gelecek kışın habercisiydi. Malum, odun; kış aylarının olmazsa olmazı. Evin bulunduğu yamacın arka tarafında, kurumuş, yorgun düşmüş, meşe ağaçları vardı. Uzun süredir odun kırmayan Agâh, testere ve baltasıyla birlikte meşeliklerin bulunduğu yere geldi. Bir müddet, Sanat-ı İlahi’nin muhteşem manzarasını seyre daldı. Sonra “Bismillah” diyerek, işe koyulmaya başladı. Çok geçmemişti ki Köse Ahmetlerin Dündar Bey’i:</p>
<p> </p>
<p>-Agâh, Agâh, neredesin?</p>
<p>-Hayrolsun Dündar Bey?</p>
<p>-Biri seni soruyor, tanıyamadım da</p>
<p>-Beni mi soruyor?</p>
<p>-Evet.</p>
<p>-Bizim Çirkin’dir,</p>
<p>-O da ne? Ne çirkini Agâh?</p>
<p>-Gelince konuşuruz Dündar Bey, tamam geliyorum dedi.</p>
<p> </p>
<p>Ve malzemeleri toparlamadan eve doğru yürüdü. Evin kapısında gördüğü şahıs, evet; çok sevdiği sırdaşı, derttaşı, arkadaşı “Çirkin”di. En güzel selamlamanın ardından gelen misafiri: “Seni seviyorum, ihtiyar!” diyerek Agâh’a sarıldı. Köse Ahmetlerin Dündar Bey’i şaşkınlığını atamamıştı ki Agâh misafirine: “Ben seni sevmiyorum” dedi ama özlem ve hasretle kendisini kucakladı. Dündar Bey yaşananlara bir anlam vermeye çalıştıysa da nafile…</p>
<p> </p>
<p>Odun sobası yakıldı, çay demlendi. İki arkadaş da şiir yürekliydi, vakit şiir ile demlenme vaktiydi...</p>
<p> </p>
<p>Şiir Yürekliler!..</p>
<p> </p>
<p>Dokunmayıverin! Yürekleri okyanus misali geniştir şiir yüreklilerin. Sessiz ve durgun göründüklerine de aldanmayın. Dokunduğunuz an yüreklerinden gözyaşı misali şiir dökülüverir. O şiirlerde yalnızlık, acı ve hüzün vardır. Hüzünlü oldukları anlarda bile mutlu olabilmeyi başarabilir şiir yürekliler.</p>
<p> </p>
<p>Ne kışın karı, ne de zemherinin soğuk ayazı üşütmez şiir yüreklileri. Üşüdüklerinde ya da üşütüldüklerinde kolay kolay ısınamaz, ısıtılamazlar. Bedenleri değil, ruhları üşür şiir yüreklilerin.</p>
<p> </p>
<p>Her şeye müsamaha gösterirler lakin “vefa-sızlığa” asla. Zira vefasız değil, vefalıdırlar; “vefa”nın adına destan yazar şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p>Bu dünyadan bir beklentileri yoktur, uhrevi bir zenginliktir istedikleri. Yüreklerinde biriktirdikleri sermayenin değeri ne tartılır, ne de ölçülür. En çok da insan kazanır ve insan biriktirir şiir yürekliler. Onlara göre <strong>hakikat de fakir, dünyası zengin olup da kalbi fukara olanlardır…</strong></p>
<p> </p>
<p>İftiraya uğrasalar da müfteriye değil, Yaradan’a boyun eğerler. Çünkü hiçbir yükün “sabır”dan ağır olmadığını bilir, “Ya Sabır!” der şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p>“Mona Roza”, “Ihlamur Çiçek Açtığı Zaman” ve “Mihriban” şiirlerini dinledikleri an, âlemden âleme geçer şiir yürekliler…</p>
<p> </p>
<p>Agâh: “Misafirime ‘Çirkin’ dediğime bakma Dündar Bey. Geç oldu ama tanıştırayım, kardeşim, dostum, sırdaşım Kemalettin. Benim ‘çirkin’ yanım işte.” dedi. Tabi son cümlesi gülüşmelere sebebiyet verdi. </p>
<p> </p>
<p>Çaylar yudumlanırken, kitaplığından bir şiir kitabı çıkardı, Kemalettin’e uzattı Agâh. Kitap, merhum Bahattin Karakoç’un “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” adlı şiir kitabıydı. Ve ekledi Agâh: “Hangi şiiri okuyacağını biliyorsun değil mi?” sorusuna: “Merak etme İhtiyar, en sevdiğimizi!” diyerek cevap verdi Kemalettin. Kadifemsi sesiyle başladı okumaya…</p>
<p> </p>
<p><em>“Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü</em></p>
<p><em>Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü</em></p>
<p><em>Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü</em></p>
<p><em>Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana</em></p>
<p><em>Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana</em></p>
<p><em>-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.</em></p>
<p> </p>
<p><em>Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden</em></p>
<p><em>Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden</em></p>
<p><em>Bebekler hayta hayta yürümeden</em></p>
<p><em>Geleceğim diyorum, geleceğim sana</em></p>
<p><em>Ne olur kesin bir takvim sorma bana</em></p>
<p><em>-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.”</em> …</p>
<p> </p>
<p>Her dinlediğinde gözyaşlarını tutamazdı Agâh. Yine öyle bir an yaşandı. Hâsılı şiir bitmiş, çaylar da içilmişti. “Biliyor musunuz.” dedi Dündar Bey. “Ihlamurlar hiç çiçek açmaz ki?” “Mesele de bu ya!” dedi Agâh.</p>
<p> </p>
<p>Saatler gece yarısı gösteriyordu. Tüm ihtişamıyla kötülere ve kötülükler örtü oluyordu karanlık. Agâh: “Ne oldu kardeşim, bir haber var mı?” sorusuna: “Allah var, gam yok, sen rahat ol. Masumiyetimizden hiç şüphe etmedik. Her şeyi Adil-i Mutlak olan Allah’a havale ettik.” diyerek cevap verdi Kemalettin.</p>
<p> </p>
<p>Bir haksızlığa uğramıştı. Ehliyetsiz ve liyakatsiz idarecilerin, sorgusuz ve sualsiz vermiş oldukları hukuksuz bir kararın bedelini ödüyordu Kemalettin.</p>
<p> </p>
<p>Dündar Bey, yıllarca tarih öğretmenliği yapmış, aydın; bilge bir insandı. Detaylarını bilmese de mevcut durumdan müteessir olmuştu. Üzüntüsü yüzüne yansımıştı ve söze: “Cenab-ı Allah, Kur’an’ı Kerim’de, <strong>‘Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.’</strong> (Nisa:4/58) buyurarak, emanetin ve işin ehil kimselere verilmesini emrediyor.” diyerek başladı.</p>
<p> </p>
<p>Devamla:<strong> “Emin</strong> olmak Peygamber (s.a.v) Efendimiz vasıflarındandır. O, örnek yaşayışıyla herkesin güvenini kazanmıştır. Mekke fethedildiğinde, Efendimiz Kâbe'nin kapısının açılmasını talep eder. Kâbe'nin anahtarı henüz Müslüman olmamış Osman bin Talha’dadır. Osman bin Talha, anahtarı Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e teslim etti. O esnada, çok sayıda Müslüman bu görevin kendilerine verilmesini bekledi. Fakat Hz. Peygamber, Kâbe'yi açtırıp içindeki putları temizletip, şükür için iki rekât namaz kıldıktan sonra, anahtarı yine Osman bin Talha’ya verdi. Orada bulunan herkes, Peygamber Efendimiz’in görev verme konusunda, <strong>‘ehliyet’</strong> ve <strong>‘liyâkat</strong>i’ esas aldığına şahitlik etmişlerdi” diyerek konuşmasını bitirdi.</p>
<p> </p>
<p>Kemalettin: “Ne kadar güzel anlattın Dündar Bey. Bizi ihya ettin. Rabbim size hayırlı, sağlıklı ve uzun ömürler versin inşallah. Ahir zaman ümmetiyiz ve ahir zamanda yaşıyoruz.</p>
<p> </p>
<p>İmtihan efendim, imtihan!... Biz kullarına Cenab-ı Allah’ın bir lütfu değil midir hayat? Kimi zaman bolluk, kimi zaman darlık, bazen ferahlık, bazen de musibet ile eder imtihan. İmtihan, evet imtihan…</p>
<p> </p>
<p>Eş ile evlat ile…</p>
<p>Varlık ve yokluk ile…</p>
<p>Günah ve sevap ile…</p>
<p>Dost ile düşman ile…</p>
<p>Açlık ve tokluk ile…</p>
<p>En zoru da!...</p>
<p>Mesnetsiz bir iftira ile…</p>
<p>Hasılı!...</p>
<p>Kimilerine göre zahmet, kimilerine göre ihsan olsa da hayatın kendisi değil miydi imtihan Efendim? Canı yansa da önce tahammül etmeyi öğrenmeli, sonra, acz ile O’na yüzünü dönmeli. Kurtuluş için ise şükredip, sabretmeli, diye düşünüyorum.” dedi.</p>
<p> </p>
<p>Devam edecek…</p>
<p> </p>
<p>Memdoğlu…</p>
<p> </p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.