HÜSNÜ BAYRAMOĞLU AĞABEY (II)
HÜSNÜ BAYRAMOĞLU AĞABEY (II)
Üstad’ın vefatına kadar geçen on yıl boyunca Bediüzzaman Hazretlerinin yakın hizmetinde bulunma, meslek ve meşrebini yakından tanıma şerefini elde etmişti. Bu şekilde geçen son derece önemli on yıllık süre içinde yazılan mektuplarda ve vasiyetnamelerde, varis ve vekiller arasında ismi hep sayılmış ve bu şekilde büyük bir itimat ve alakaya mazhar olmuştur.
Bu süre zarfında çok genç yaşta olmanın verdiği avantajları da kullanarak ve Üstad’ın çok yakınında bulunmanın vermiş olduğu fırsat ile Üstad’ı, Risale-i Nur’a hizmet etme metot ve prensiplerini çok yakından tanıma, müşahede etme ve bunları bir hayat tarzı halinde yaşamak için gayret gösterme imkânını en iyi şekilde elde etmeye çalışmıştı.
Bu on yıllık sürenin önemli bir kısmında Bediüzzaman Hazretlerinin hep yakınında bulunmuş ve bazı zamanlarda Üstad’ın talimat ve görevlendirmesi doğrultusunda farklı bazı bölgelerde de çeşitli hizmetlerde bulunmuştur.
Bu çerçevede 1952 yılında hizmet için bulunduğu Urfa’da Zübeyir Gündüzalp ve Abdullah Yeğin Ağabeyler ile birlikte tutuklanmış ve bir müddet hapishanede kalmıştır. Diğer ağabeylerle birlikte yaptığı müdafaa, Nur Çeşmesi’nin sonlarına eklenerek yayınlanmıştır. Bu mahkeme sırasında Hüsnü Bayramoğlu’nun yaptığı savunma şu şekildedir:
Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına, Urfa
Muhterem heyet-i hâkime!
Bizlere yapılan gizli mektep zan veya ittihamı bütün bütün hakikat hilafınadır. Çünkü bulunduğumuz cami önünde çeşmeler var, buraya ve camiye günde iki yüz kişinin gelmesi, böyle bir yerin gizli olamayacağı, çocukların dahi bileceği bir hakikattir. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki gizlilikle ve gizli şeylerle alâkamız yoktur.
Mektep açmışsınız sözü de büsbütün yanlış bir şâyiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz Kur’an-ı Kerîm’in gayet parlak ve yüksek tefsiri Risale-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet, aslâ inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor, bu bir mektep midir? Şahitlerin görüşleri doğrudur fakat hükümleri yanlıştır, hakikat hilafınadır.
Biz o gün arkadaşımla kendi elimizle yazdığımız iki adet Âyet-ül-Kübra Risalesi’ni tashih etmek için beraber okuyorduk ve o iki arkadaş da dinliyordu. Bu vaziyette, sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi, hem zabıtayı, hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevk ettiriyorlar.
Hem sizlerin de bildiğiniz gibi Urfa’nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar. Hem bir yerde, yasak olmayan bir eseri okuyup başkalarının dinlemesiyle bir mektep mi açılmış olur? Sadece kitap okumak ve dinlemekten ibarettir.
Bu vaziyetten anlaşılıyor ki biz yalnız bu asırda Kur’an’ın yüksek ve parlak bir tefsiri ve kâinatta en yüksek olan iman hakikatlerini beyan eden Risale-i Nur’u okuyoruz. İmanî ve İslâmî kitapları okuyup dinlemeye tedrisat süsü vermek, kuvvetli bir icbarla üzerimize mektep açmışsınız etiketini yapıştırmaya gayret etmek olduğunu; bizim masum, dindar, iman ve ahiretiyle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi sizce de malûmdur.
Hem dâhi mütefekkir Üstadımız Bedîüzzaman otuz seneden beri siyaseti terk etmiş “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” demiş ve talebelerine de “Biz imanın cereyanındayız, gayemiz rıza-yı İlahiyedir, siyasî cereyanlara girmeyiniz” diye ders verdiğinden hiçbir siyasî ve dünyevî süflî şeylerle alâkamız yoktur. Hem altı vilayetin zabıtası, Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî hakkında: “Bedîüzzaman ve Risale-i Nur talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar.” diye rapor vermişler.
Muhterem hâkimler!
Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız Risale-i Nur, bütün mahkemelerde beraat etmiş ve sırf İslâmiyet ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesinde; bütün kitap, risale ve mektupları iade etmeye ittifaken karar vermişlerdir.
Risale-i Nur: Yüz otuz parça harikulade risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle ulûm-u imaniye ve hakaik-i Kur’aniyeyi mezc ve telif ederek, bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatçe, filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete malik eserlerinin neşriyatı; Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişaf etmiş. Müellifi büyük İslâm dâhisi Bedîüzzaman Said Nursî Risale-i Nur hakkında şöyle diyor:
“Risale-i Nur, manevî hakikatleri ve iman ilmini Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken ispat eder. Risale-i Nur, hal ve istikbalin, ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. Risale-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesidir. Risale-i Nur, yüz manevî keşfiyatı hâvi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır. Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.”
Muhterem heyet-i hâkime!
Risale-i Nur’un gayet harika bir cüzü olan Âyet-ül-Kübra Risalesi’nin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan imanı sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlup olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. (Şimdi yirmi sekiz sene oldu.) İman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlup olmazlar. Risale-i Nur’u mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır.
Çünkü Risale-i Nur, dünyevî işlere, şahsî ve süflî menfaatlere âlet olamaz. Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati tanıyan Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemez.
Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatleriyle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları da imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz.
Heyet-i hâkime!
Bin seneden beri Kur’an’ın bayraktarı ve mücahidi ve âlem-i İslâm’ın kahraman mücahidi olan ve Kur’an’ı cihanın cihat-ı sittesinde ilan eden necip ve mübarek kahraman ecdadımızın evlatlarını nur-u imandan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i âliyesine zıt olarak maddî ve manevî helâketlere maruz bırakmak olan dehşetli sû-i kasdlara ve o kahraman ecdadın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri o şeref-i âlîden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı; Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedî’deki (asm) aziz dellâlı ve bu asrın bir hidayet medarı ve bu müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını, milyonlar talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı Bedîüzzaman Said Nursî ve yüz bin başlar feda oldukları hakikate başımız dahi feda olsun diyerek nur-u İslâm’ı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele eden, istibdatlara, icbarlara karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ve şeref-i imanı âleme ilan eden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlerini güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle ispat eden ve Risale-i Nur’la dinsizlik, dalalet ejderlerine meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-i Kur’an’a feda olan bu başı zalimlere eğmem” diyen ve ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen kahraman-ı İslâm olan Üstadımız Bedîüzzaman ve Risale-i Nur’dan bizi uzaklaştıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur. Hem Risale-i Nur iki hayatımızın halâskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır.
Komünistler ve dinsizler kâğıt ve mürekkebi kaldırsalar eğer mümkün olsa derimizi kâğıt ve kanımızı mürekkep yapıp yine Risale-i Nur’u yazacağız.
Heyet-i hâkime bilsinler ki: Halife-i rûy-i zemin Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında âdi bir Hristiyan ile birlikte mahkemede muhakeme oldular. Hâlbuki o Hristiyan, İslâm Hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki: Adalet hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirlik güdemez.
İşte bunun içindir ki mahkemede kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:
“Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, Kur’an hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki:
Serbestiyet kanunlarıyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatan ve milleti anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıktan, vatandaşları ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa; ne cevap vereceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz diye o zaman onlara demiştim, o zaman o insaflı ve adaletli zatlar bizi beraet ettirdiler.”
İşte Hâkimler! Bu âlî hakikatlere rağmen bize deseniz ki sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar. Bu takdirde şu âyet-i kerîmenin kale-i kudsiyesine iltica ediyorum:
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ❊ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
17.2.1953 Urfa, Yusuf Paşa Mahallesinde
Hüsnü Bayramoğlu (Nur Çeşmesi, 224-226)
Ekleme
Tarihi: 20 Eylül 2021 - Pazartesi
HÜSNÜ BAYRAMOĞLU AĞABEY (II)
HÜSNÜ BAYRAMOĞLU AĞABEY (II)
Üstad’ın vefatına kadar geçen on yıl boyunca Bediüzzaman Hazretlerinin yakın hizmetinde bulunma, meslek ve meşrebini yakından tanıma şerefini elde etmişti. Bu şekilde geçen son derece önemli on yıllık süre içinde yazılan mektuplarda ve vasiyetnamelerde, varis ve vekiller arasında ismi hep sayılmış ve bu şekilde büyük bir itimat ve alakaya mazhar olmuştur.
Bu süre zarfında çok genç yaşta olmanın verdiği avantajları da kullanarak ve Üstad’ın çok yakınında bulunmanın vermiş olduğu fırsat ile Üstad’ı, Risale-i Nur’a hizmet etme metot ve prensiplerini çok yakından tanıma, müşahede etme ve bunları bir hayat tarzı halinde yaşamak için gayret gösterme imkânını en iyi şekilde elde etmeye çalışmıştı.
Bu on yıllık sürenin önemli bir kısmında Bediüzzaman Hazretlerinin hep yakınında bulunmuş ve bazı zamanlarda Üstad’ın talimat ve görevlendirmesi doğrultusunda farklı bazı bölgelerde de çeşitli hizmetlerde bulunmuştur.
Bu çerçevede 1952 yılında hizmet için bulunduğu Urfa’da Zübeyir Gündüzalp ve Abdullah Yeğin Ağabeyler ile birlikte tutuklanmış ve bir müddet hapishanede kalmıştır. Diğer ağabeylerle birlikte yaptığı müdafaa, Nur Çeşmesi’nin sonlarına eklenerek yayınlanmıştır. Bu mahkeme sırasında Hüsnü Bayramoğlu’nun yaptığı savunma şu şekildedir:
Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına, Urfa
Muhterem heyet-i hâkime!
Bizlere yapılan gizli mektep zan veya ittihamı bütün bütün hakikat hilafınadır. Çünkü bulunduğumuz cami önünde çeşmeler var, buraya ve camiye günde iki yüz kişinin gelmesi, böyle bir yerin gizli olamayacağı, çocukların dahi bileceği bir hakikattir. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki gizlilikle ve gizli şeylerle alâkamız yoktur.
Mektep açmışsınız sözü de büsbütün yanlış bir şâyiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz Kur’an-ı Kerîm’in gayet parlak ve yüksek tefsiri Risale-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet, aslâ inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor, bu bir mektep midir? Şahitlerin görüşleri doğrudur fakat hükümleri yanlıştır, hakikat hilafınadır.
Biz o gün arkadaşımla kendi elimizle yazdığımız iki adet Âyet-ül-Kübra Risalesi’ni tashih etmek için beraber okuyorduk ve o iki arkadaş da dinliyordu. Bu vaziyette, sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi, hem zabıtayı, hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevk ettiriyorlar.
Hem sizlerin de bildiğiniz gibi Urfa’nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar. Hem bir yerde, yasak olmayan bir eseri okuyup başkalarının dinlemesiyle bir mektep mi açılmış olur? Sadece kitap okumak ve dinlemekten ibarettir.
Bu vaziyetten anlaşılıyor ki biz yalnız bu asırda Kur’an’ın yüksek ve parlak bir tefsiri ve kâinatta en yüksek olan iman hakikatlerini beyan eden Risale-i Nur’u okuyoruz. İmanî ve İslâmî kitapları okuyup dinlemeye tedrisat süsü vermek, kuvvetli bir icbarla üzerimize mektep açmışsınız etiketini yapıştırmaya gayret etmek olduğunu; bizim masum, dindar, iman ve ahiretiyle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi sizce de malûmdur.
Hem dâhi mütefekkir Üstadımız Bedîüzzaman otuz seneden beri siyaseti terk etmiş “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” demiş ve talebelerine de “Biz imanın cereyanındayız, gayemiz rıza-yı İlahiyedir, siyasî cereyanlara girmeyiniz” diye ders verdiğinden hiçbir siyasî ve dünyevî süflî şeylerle alâkamız yoktur. Hem altı vilayetin zabıtası, Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî hakkında: “Bedîüzzaman ve Risale-i Nur talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar.” diye rapor vermişler.
Muhterem hâkimler!
Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız Risale-i Nur, bütün mahkemelerde beraat etmiş ve sırf İslâmiyet ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesinde; bütün kitap, risale ve mektupları iade etmeye ittifaken karar vermişlerdir.
Risale-i Nur: Yüz otuz parça harikulade risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle ulûm-u imaniye ve hakaik-i Kur’aniyeyi mezc ve telif ederek, bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatçe, filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete malik eserlerinin neşriyatı; Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişaf etmiş. Müellifi büyük İslâm dâhisi Bedîüzzaman Said Nursî Risale-i Nur hakkında şöyle diyor:
“Risale-i Nur, manevî hakikatleri ve iman ilmini Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken ispat eder. Risale-i Nur, hal ve istikbalin, ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. Risale-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesidir. Risale-i Nur, yüz manevî keşfiyatı hâvi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır. Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.”
Muhterem heyet-i hâkime!
Risale-i Nur’un gayet harika bir cüzü olan Âyet-ül-Kübra Risalesi’nin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan imanı sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlup olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. (Şimdi yirmi sekiz sene oldu.) İman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlup olmazlar. Risale-i Nur’u mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır.
Çünkü Risale-i Nur, dünyevî işlere, şahsî ve süflî menfaatlere âlet olamaz. Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati tanıyan Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemez.
Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatleriyle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları da imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz.
Heyet-i hâkime!
Bin seneden beri Kur’an’ın bayraktarı ve mücahidi ve âlem-i İslâm’ın kahraman mücahidi olan ve Kur’an’ı cihanın cihat-ı sittesinde ilan eden necip ve mübarek kahraman ecdadımızın evlatlarını nur-u imandan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i âliyesine zıt olarak maddî ve manevî helâketlere maruz bırakmak olan dehşetli sû-i kasdlara ve o kahraman ecdadın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri o şeref-i âlîden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı; Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedî’deki (asm) aziz dellâlı ve bu asrın bir hidayet medarı ve bu müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını, milyonlar talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı Bedîüzzaman Said Nursî ve yüz bin başlar feda oldukları hakikate başımız dahi feda olsun diyerek nur-u İslâm’ı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele eden, istibdatlara, icbarlara karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ve şeref-i imanı âleme ilan eden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlerini güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle ispat eden ve Risale-i Nur’la dinsizlik, dalalet ejderlerine meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-i Kur’an’a feda olan bu başı zalimlere eğmem” diyen ve ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen kahraman-ı İslâm olan Üstadımız Bedîüzzaman ve Risale-i Nur’dan bizi uzaklaştıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur. Hem Risale-i Nur iki hayatımızın halâskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır.
Komünistler ve dinsizler kâğıt ve mürekkebi kaldırsalar eğer mümkün olsa derimizi kâğıt ve kanımızı mürekkep yapıp yine Risale-i Nur’u yazacağız.
Heyet-i hâkime bilsinler ki: Halife-i rûy-i zemin Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında âdi bir Hristiyan ile birlikte mahkemede muhakeme oldular. Hâlbuki o Hristiyan, İslâm Hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki: Adalet hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirlik güdemez.
İşte bunun içindir ki mahkemede kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:
“Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, Kur’an hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki:
Serbestiyet kanunlarıyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatan ve milleti anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıktan, vatandaşları ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa; ne cevap vereceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz diye o zaman onlara demiştim, o zaman o insaflı ve adaletli zatlar bizi beraet ettirdiler.”
İşte Hâkimler! Bu âlî hakikatlere rağmen bize deseniz ki sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar. Bu takdirde şu âyet-i kerîmenin kale-i kudsiyesine iltica ediyorum:
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ❊ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ
17.2.1953 Urfa, Yusuf Paşa Mahallesinde
Hüsnü Bayramoğlu (Nur Çeşmesi, 224-226)
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.