ÇANTADAKİLER-1
<p><em>(Çantacı Necmi namıyla şöhret olmuş Necmi İlgen’le mülakatımızın I. Bölümü)</em></p>
<p>Mülakat türü yazıların giriş kısmında kiminle ne konuda mülakat yapıldığıyla ilgili okurları bilgilendirmek için genel malumatların verilmesi adettendir. Ben, bu klasik âdeti biraz uzun tutacağım.</p>
<p>Mülakat: soru sorulan kişiden alınan cevaplar üzerine tertip edilen bir yazı türüdür. Mülakatların akademik çalışmalar dışında pek de yansıtılmayan ya da yansıtılamayan farklı bir yanı da vardır. Şöyle ki okurlar metinleri, orada geçen kelimeleri görürler. Sohbet sırasında yaşananlar kısmen kelimelere dökülse de metinlerde duygular çok fazla hissedilmez. Mimikleri, beden dilini, gözyaşını, o anki haletiruhiyeyi metinden görmek çoğu zaman mümkün değildir. Röportaj yapan ise bunları o an görür, yaşar ve orada bunu hisseder. Mülakatçı bir gözlemcidir. Gözlem, yerinde yapılan bir analizdir. Dolaysıyla katılımcının her hali mülakatı alanca yazılı, görsel-işitsel ya da zihinsel olarak kaydedilir. Gözlem yoluyla mülakat verenin söyledikleriyle yaptıkları ve yaşadıkları kıyaslanabilir. Yüz yüze ve doğal mekânda yapılan mülakat bu imkânı doğurur. Bir ölçüde yerinde yapılan gözlemin sözden öteye bir samimiyet testi sunduğu söylenebilir. Bazı insanlar dışarıda öyle bir imaj verirler ki onları İstanbul beyefendisi-hanımefendisi sanırsınız tâki yakın bir diyaloğunuz olup, o çirkef yüzle karşılaşana kadar… Hatta geçmişte ünlü bir simadan Ramazan ayı ile ilgili bir mülakat almaya gitmiştim Beykoz’a hanımefendinin yaşam tarzının Ramazan’ın R’si ile alakası yoktu. İşini profesyonelce yapan bir riyakârdı. Ama biz o gözlemelerimizi değil de, söylediklerini yazmak durumunda kalıyorduk mecmualara. O yüzden mülakat sadece sormaca olmayıp, alınan cevapları yazmaktan öte bir şeydir. Bu hafta sonu Çantacı Necmi (Necmettin İlgen) namıyla şöhret bulmuş Nur talebelerinin artık kadim diyebileceğimiz ağabeysi kabul edilen bu zatın evine gittim. Bu uzun girizgâhı yazmama sebep olan da ağabeyin evine giderken ki duygu ve düşüncelerimin dönerken ters yüz olma halinin bende ki bir yansımasıdır.</p>
<p>Aslında bu ağabeyle müstakil bir kitap haline getirilecek bir mülakat gerçekleştirmek için takriben üç sene önce randevu talep etmiş, bunun için de pek çok soru hazırlamıştım belki yüz, belki daha fazla lakin çeşitli sebeplerle bu mülakat bugüne kadar gecikti.</p>
<p>Ağabey kendi camiasında herkesçe tanınan sevilen biri olmakla beraber hem yurt içinde hem de yurt dışında pek çok kişi tarafında da takip edilen, tanınan ve sevilen bir sima... Yaklaşık 85 yaşında olan ağabey kendi farkında ya da değil ama adeta bir sosyal medya fenomeni olduğunu YouTube’deki yüzlerce videosunun binlerce kez tıklandığından anlayabilirsiniz.</p>
<p>Uzun asırlardır gündemimizde olup, tartışılan İslam dünyasının malum bir mevzusu var: Müslümanların fakrı zaruretine mukabil, karşıtlarının müferrah hayatları nedendir. Bu hep tartışılmıştır (röportajda bu konu da tartışıldı) ve hala da tartışılmaktadır. Müslüman fakir mi olmalıdır, “bir lokma bir hırka” İslamiyet’in genel bir anlayışı mıdır, dünya Müslümanlar için tedenni, inanmayanlar için terakki yeri midir, İslam da “dünya fani, ölüm anidir” o sepele asıl mesele ahirettir, dünya işleriyle fazla meşguliyet Müslümana ziyandır. İslam, bu veya bunlara benzer öğretiler üzerine mi bina edilmiştir? Yukarıda ifade edilen yaygın görüş ve inanışlar bütünüyle doğru ya da bütünüyle hata mıdır? Diyeceksiniz ki “mülakat dedin ama sahneden de inmedin, seni mi okuyalım mülakat yapılan kişinin düşüncelerini mi?” haklısınız lakin mülakat zaten seri yazı şeklinde uzun bir çalışma olacağından ben, bir kere yazacağım kalanında sadece sorular ve cevapları olacak. Lakin yukarıda açıkladığım vecihle ben bu mülakattan hiçbir şey konuşmadan dönmüş olsaydım bile gözlemlerimle o kadar çok bilgi toplamıştım ki sırf onlardan bile rahat bir mülakat çıkarabilirdim. Müsaade ediniz o gözlemlerimden yukarıdaki sorularıma da kendim cevap vereyim. Evet, pek çok ayette açıkça belirtildiği üzere arz ve semada ne varsa bütün yaratılanların tamamı Allah’ındır. Mülk umumen onundur. Dolayısıyla mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ayetlerinde (Şura: 20 ve Hut: 15-16) isteyene dünyanın bütün nimetlerini verebileceğini söylemektedir. Yok mu isteyen, isteyin vereyim diyen bir ilahın kullarıyız. Yani Müslüman fakir ve güçsüz olmak zorunda değil, hatta olmaması için de çaba içinde olmalı. Tüm beşeri çabalarına rağmen ilmi, istidadı, sosyal çevresi, mali sermayesi vesaire yetmeyip çaresiz kaldığında o zaman da ümidi kırılmasın, hayata küsmesin diye ahirete iman imdadına yetişiyor “dünya fani, üzülme” sırıyla ebedi ve parlak bir hayatı ümit veriyor. Zaten İslam peygamberinin yaşamı buna en iyi örnektir. Ticaret yapmıştır. Evlilik yaptığı ilk eşi dönemin önemli tüccarlarındadır. Başka zengin sahabeler de vardır. Hatta çok zengin mezhep imamları, âlimler de vardır. Yani İslam mülkiyete düşman değildir. Hatta Hac ve Zekât gibi iki önemli farzın yapılabilmesi doğrudan mal varlığıyla ilişkilidir. Hatta peygamberimizden beş vakte tayin olduğunu örenip, uyguladığımız namazın nerdeyse tüm ayetleri zekâtla birlikte zikredilmiştir. Diğer ibadetlerde de dolaylı şekilde sana rabbinden ne verilirse ilim, mal, güzel ahlak vs. bunları paylaş denir. Velhasıl Müslüman zengin olmalı ki Allah’ın verdiği mülkü başakları ile paylaşabilsin, ihtiyaç sahibi mazlum ve mağdurlar olmasın. Paylaşsın ki uhuvvet olsun, muhabbet olsun, sevinç olsun… Şimdi çok sıkılan okurlarım diyecekler “yahu mülakata geç” senin vaazlarına mı kaldık. Evet, Müslüman zengin olmalı lakin her kuruşu meşru olmalı, ya da hukuken meşru olsa da, şeklen meşru olsa da vicdanen de meşruluğu tartışılmamalı. Mesela önemli görevi ifa eden bir bürokrat ya da şöhretli bir isim bu unvanlarını hukuken veya fiilen olmasa da dolaylı şekilde ima yoluyla bile olsa kullanıp bunlar üzerinden dünyalıklar edinmemelidir.</p>
<p>Çok uzattıktan sonra saadete gelelim. Kendini hep dışarıdan tanıdığım Necmi ağabey İzmir’in yerlisi (ataları Arnavut göçmeni) Urla’da doğmuş, orada büyümüş sonra yıllar önce İzmir’in merkezinde (Basmane) iş yeri açmış, ticaretle uğraşmış pek çok siyasinin, bürokratın muhabbetini celp etmiş bu ağabeyin evine giderken şöyle düşünmüştüm: insanda eski hatırları da canlandıran büyükçe bir konakta ikamet ediyordur. Yanında hizmetini gören akrabadan da olsa birileri vardır. Öyle ya yardım almadan ayağa kalmıyor. Bacakları vücudunun ağırlığını taşıyamıyor 85 yaşına gelmiş illaki birileri hizmetlerini görüyordur. Bu düşüncelerle verdiği adrese gittik Buca Yıkıkkemer, her ne kadar İzmir’de ikamet ediyor olsam da bildiğim bir muhit değildi. Neyse ki navigasyon cihazı yardımıyla muhite vardık fakat sokak numarasını unuttuğumuz için biraz dolaşmak durumunda kaldık. O da ne! İzmir’in belki de en varoş semtlerinden birine gitmişiz. Gerçekten tam bir varoş, evi bulmak için Çantacı Necmi demek kâfi, kime sorduysak herkes tanıyor, adresi tarif ediyordu. Bu şekilde evin önüne vardık basit, sıradan 3 katlı, pek büyük olmayan bir zemine kurulmuş beton eski bir ev, zili çaldık, ağabeyin oğlu kapıyı açtı adımımızı içeri attık, ağabeyi gördük. Girer girmez hemen solda iki-üç metre kare belki daha küçük bir yer, abartı değil bir çek-yat bir mini buzdolabı, bir küçük masa gibi bir şey, dolapların üzerinde günlük kullandığı hacetler, çatal, kaşık, bardak, kesme tahtası cezve vesaire iki duvarda da boydan boya kitaplıklar yer alıyordu. Üç kişi diz dize ancak oturabildiğimiz alanda iki de tabure vardı. Bu sahne beni ilk etapta sarsmıştı. Dışarıda bir yıldız gibi tanınan ağabey sanki sokağa terk edilenlerin sığındığı dar bir alana terk edilmiş gibiydi. Elini öptük. Ben gördüğüm manzaradan ötürü şaşkınlığımı gizleyemeyince ağabey ilk cümleyi kurdu “ben başkaları için dünya hayatı yaşamıyorum, ben halimden memnunuz”</p>
<p>Ağabeyin bizi karşılayan oğlu da babasının fıtratına hiç uymayan çekingen, mahcup biriydi. Düşündüm dünyanın pek çok yerinde tanınan, sevilen konferanslara, düğünlere/derneklere resmi davetlerle çağrılan, bürokratlardan davet, rektörlerden teşekkür alan bu ağabey değil kendisi için, ailesi için bile bazı mühim mertebedeki kişilere küçük imalarda bulunmuş olsaydı zannımca giderken ki düşündüğüm manzarayla karşılamam çok olası bir durundu. Ama ne gördüm 2-3 metre bir odada masasının üzerindeki elektrikli ocakla kendi yemeğini pişiren (bize de menemen pişirmek istedi), çayını demleyen, kendi ihtiyaçlarını kendi gören bolca kitap dışında odasında zaruri ihtiyacı dışında bir şeyin olmadığı bir odada yaşayan bir adam. Hani rant hepimizin gözünü döndürdüğü şu hayatta İzmir’in bugün en pahalı semtlerinden biri olan Urla’da doğup, büyüyen çokluğunda tarla ekip, çift süren bu adama memleketinde bir tarla da mı kalmamıştı babadan. Olsaydı zannımca bunun rahatlığını 85 yaşında yaşamayıp ne zaman yaşayacaktı? Ama gördüklerimizde ve konuştuklarımızda anılardan başka bir şeyin olmadığıydı… 85 yaşında iki değnekle 3-5 metre ancak yürüyebilirken neredeyse bütün yılı seyahatlerle geçirmek… Artık röportaja geçelim…</p>
<p><strong>ALLAH’I ARARKEN TIMARHANEYE YATIRILAN ADAM: ÇANTACI NECMİ</strong></p>
<p><strong><em>Bilal Dursun Yılmaz: Risâle-i Nûrları ilk olarak nerede, nasıl tanıdınız?</em></strong></p>
<p><strong>Necmi İlgen:</strong> Sene 1966 Nurları İzmir’de tanıdım. Burada Mustafa Birlik (1932-2012) diye bir abimiz vardı, Konyalı zücaciye işi yapıyordu onun evinde sohbetler olurdu. Namazgâh diye bir semt var, oraya beni davet ettiler. Yani birisi dedi ki gel oraya. Ben de gittim. Nerede buluşalım dedim beni götüren “seni berber dükkânında bekleyeceğim” dedi. Beni alacak adamı bekliyorum geldi parmağıyla işaret etti, ben de parmağımı kaldırdım birlikte gidiyoruz, evin kapısına yaklaşınca bana “kardeşim ben şimdi şu kapıdan içeri gireceğim, kapıyı göstererek sen hemen içeri girme, biraz bekle sonra gel deyince “birden neden” dedim. Kalabalık olunca şikâyet falan ediyorlar deyince evin etrafında 1-2 tur attım. O zaman sene 1966 böyle kalabalıklar bir araya gelemiyor. Binanın etrafında tur atarken içimden bir ses “boş ver ya, gitme sakat bir yer herhalde ki adam hemen gelme dedi.” Öyle ya gelme dediğine göre sakat bir şey var ki gelme diyor içimdeki ses sürekli bunu telkin ediyordu. Git- gitme ikileminde kaldım. Yazın sıcağında buraya kadar geldim “ne olacak ya” deyip onun girdiği kapıdan ben de girdim. Yukarıya çıktım baktım kalabalık bir cemaat var. İçinde benden genç olanlar var, benden yaşlı olanlar var sohbet ediyorlar, birisi kitap okuyordu. Ben kapıdan girer girmez adam yüzüme bakarak kitaptan şu cümleyi okudu: <em>“Ey maraz-ı vesvese ile müptelâ! Bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür. Korksan, ağırlaşır, hasta eder. Korkmasan, hafif olur, hafî kalır. Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider”</em> (bu cümleyi okumak için kitaplıktan eline 800 küsur sayfalık Sözler kitabını aldı, birinci açışta bu yer açılınca). Bize dönerek “bu sahifenin açılması sekiz yüz de bir ihtimalken ilk seferde açıldı, demek ki burada samimiyet var ki aratmadan hemen açıldı” dedi.</p>
<p><strong><em>Neden vesvese bahsi sizi bu kadar etkiledi şimdi konuşurken bile sanki o anı yaşıyorsunuz?</em></strong></p>
<p>Sen bu hizmeti nasıl tanıdın diye sorunca ben nasıl tanıdığımdan başladım. Elbette bunun evveli var. Bende vesveseler vardı o vesveselerle ben senelerce uğraştım. Hatta Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde birkaç gün yattım. Yeşil reçeteli ilaçlar kullandım. Hastaydım, imansızlık hastalığı, inanıyordum ama Allah'a tam da inanamıyordum, İslamiyet’i kabul ediyordum ama tam teslim, tam konsantre olamıyordum. Benim hastalığım buydu neden inandığım gibi yaşayamıyordum, neden tam konsantre olamıyordum. Bunun üzüntüsü içindeydim, ağlıyordum. Böyle bir hengâmda çok yerler aradım, çok tarikatlara gittim. Tam 10 sene sonra Risale-i Nur karşıma çıktı. 10 sene sonra bu kitapları buldum tabii ya… 84 yaşındayım hala okuyorum. Bir yere çağırırlarsa hemen gidiyorum. Tabii ki hemen gideceğim hayatım benim bunlar. Ya ben bunları bulamasaydım... Ben sair hocalara gittim, müftüye gittim sordum. Gencim 16-17 yaşlarındayım, tabi bunu (Risale-i Nur’u) buluncaya kadar 26-27 yaşında olduk. Yani aradan 10 sene geçti. Müftüye adeta yalvarırcasına soruyorum “efendim benim böyle böyle şüphelerim, vesveselerim var diyorum.” Müftü: “imanın gürlüğündendir o, söyle o Şeytan’a benim müftü amcam var, senin ananı ağlatır.” bana bu cevabı veren dönemin İzmir Müftüsü Hasan Akif Salı (1944-1959). Düşünün kardeşler işte o dersten sonra hakikati bulabildim. O ilk dersten sonra hemen kitap okuyan adamın yanına gittim. O da vefat etti, Allah rahmet eylesin. Dedim “kardeş bu kitaptan nerede bulabiliriz?” “buluruz abi” dedi, o gece bulmam lazım ilaç gibi ihtiyacım var, uyuyamıyordum. Sabahleyin beni derse gönderen otelci Mehmet Metin abiye gittim. Beni o göndermiş ya kendi gelmemişti garip… Onun oteline gittim dedim. “abi bu kitapları nerede bulacağız” dedi “buluruz, Muzaffer abi yeni kitaplar getirdi.” Muzaffer Arslan ağabey bavullarla Türkiye’ye kitap dağıtıyordu (bunu söylerken gözleri doldu, sesi titredi). Hemen bir tane Sözler, bir tane Mektubat bir de Tarihçe-i hayat aldım döndüm dükkânıma. Açtım Birinci Söz’ü<em> “<strong>Bismillah</strong> her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır…</em> <em>Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar</em><em>… Demek her bir ağaç, <strong>Bismillah</strong> der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.</em>” deyince bende şafak attı. Dedim demek ağaç bismillah deyip bize portakal veriyor, odun ya bunlar odun… Odun şeftali veriyor, odun elma veriyor, odun üzüm veriyor. Odundan kayısı, odundan kiraz, portakal, mandalina Allah Allah dedim… Kitap okuyorum dükkâna müşteri geliyor çanta alacak bakıyor, muhatap arıyor. Ben okuyorum içimden de “şimdi bu niye geldi” diyorum, bakmıyorum müşteriye, ilgilenmiyorum, gitsin diye bekliyorum kendimi kitaba öyle vermişim ki konsantrasyonumu bozmasın istiyorum. Hizmeti böyle tanıdık, o gün bugün devam ediyoruz.</p>
<p><strong>Gelecek Yazıda Çantacı Necmi Bu zamanda niçin Risale-i Nur okumalıdır buna cevap verecek. Ayrıca Çantacı Necmi’nin kendine has üslubunu konuşacağız. </strong></p>
<p> </p>
Ekleme
Tarihi: 03 Ağustos 2019 - Cumartesi
ÇANTADAKİLER-1
<p><em>(Çantacı Necmi namıyla şöhret olmuş Necmi İlgen’le mülakatımızın I. Bölümü)</em></p>
<p>Mülakat türü yazıların giriş kısmında kiminle ne konuda mülakat yapıldığıyla ilgili okurları bilgilendirmek için genel malumatların verilmesi adettendir. Ben, bu klasik âdeti biraz uzun tutacağım.</p>
<p>Mülakat: soru sorulan kişiden alınan cevaplar üzerine tertip edilen bir yazı türüdür. Mülakatların akademik çalışmalar dışında pek de yansıtılmayan ya da yansıtılamayan farklı bir yanı da vardır. Şöyle ki okurlar metinleri, orada geçen kelimeleri görürler. Sohbet sırasında yaşananlar kısmen kelimelere dökülse de metinlerde duygular çok fazla hissedilmez. Mimikleri, beden dilini, gözyaşını, o anki haletiruhiyeyi metinden görmek çoğu zaman mümkün değildir. Röportaj yapan ise bunları o an görür, yaşar ve orada bunu hisseder. Mülakatçı bir gözlemcidir. Gözlem, yerinde yapılan bir analizdir. Dolaysıyla katılımcının her hali mülakatı alanca yazılı, görsel-işitsel ya da zihinsel olarak kaydedilir. Gözlem yoluyla mülakat verenin söyledikleriyle yaptıkları ve yaşadıkları kıyaslanabilir. Yüz yüze ve doğal mekânda yapılan mülakat bu imkânı doğurur. Bir ölçüde yerinde yapılan gözlemin sözden öteye bir samimiyet testi sunduğu söylenebilir. Bazı insanlar dışarıda öyle bir imaj verirler ki onları İstanbul beyefendisi-hanımefendisi sanırsınız tâki yakın bir diyaloğunuz olup, o çirkef yüzle karşılaşana kadar… Hatta geçmişte ünlü bir simadan Ramazan ayı ile ilgili bir mülakat almaya gitmiştim Beykoz’a hanımefendinin yaşam tarzının Ramazan’ın R’si ile alakası yoktu. İşini profesyonelce yapan bir riyakârdı. Ama biz o gözlemelerimizi değil de, söylediklerini yazmak durumunda kalıyorduk mecmualara. O yüzden mülakat sadece sormaca olmayıp, alınan cevapları yazmaktan öte bir şeydir. Bu hafta sonu Çantacı Necmi (Necmettin İlgen) namıyla şöhret bulmuş Nur talebelerinin artık kadim diyebileceğimiz ağabeysi kabul edilen bu zatın evine gittim. Bu uzun girizgâhı yazmama sebep olan da ağabeyin evine giderken ki duygu ve düşüncelerimin dönerken ters yüz olma halinin bende ki bir yansımasıdır.</p>
<p>Aslında bu ağabeyle müstakil bir kitap haline getirilecek bir mülakat gerçekleştirmek için takriben üç sene önce randevu talep etmiş, bunun için de pek çok soru hazırlamıştım belki yüz, belki daha fazla lakin çeşitli sebeplerle bu mülakat bugüne kadar gecikti.</p>
<p>Ağabey kendi camiasında herkesçe tanınan sevilen biri olmakla beraber hem yurt içinde hem de yurt dışında pek çok kişi tarafında da takip edilen, tanınan ve sevilen bir sima... Yaklaşık 85 yaşında olan ağabey kendi farkında ya da değil ama adeta bir sosyal medya fenomeni olduğunu YouTube’deki yüzlerce videosunun binlerce kez tıklandığından anlayabilirsiniz.</p>
<p>Uzun asırlardır gündemimizde olup, tartışılan İslam dünyasının malum bir mevzusu var: Müslümanların fakrı zaruretine mukabil, karşıtlarının müferrah hayatları nedendir. Bu hep tartışılmıştır (röportajda bu konu da tartışıldı) ve hala da tartışılmaktadır. Müslüman fakir mi olmalıdır, “bir lokma bir hırka” İslamiyet’in genel bir anlayışı mıdır, dünya Müslümanlar için tedenni, inanmayanlar için terakki yeri midir, İslam da “dünya fani, ölüm anidir” o sepele asıl mesele ahirettir, dünya işleriyle fazla meşguliyet Müslümana ziyandır. İslam, bu veya bunlara benzer öğretiler üzerine mi bina edilmiştir? Yukarıda ifade edilen yaygın görüş ve inanışlar bütünüyle doğru ya da bütünüyle hata mıdır? Diyeceksiniz ki “mülakat dedin ama sahneden de inmedin, seni mi okuyalım mülakat yapılan kişinin düşüncelerini mi?” haklısınız lakin mülakat zaten seri yazı şeklinde uzun bir çalışma olacağından ben, bir kere yazacağım kalanında sadece sorular ve cevapları olacak. Lakin yukarıda açıkladığım vecihle ben bu mülakattan hiçbir şey konuşmadan dönmüş olsaydım bile gözlemlerimle o kadar çok bilgi toplamıştım ki sırf onlardan bile rahat bir mülakat çıkarabilirdim. Müsaade ediniz o gözlemlerimden yukarıdaki sorularıma da kendim cevap vereyim. Evet, pek çok ayette açıkça belirtildiği üzere arz ve semada ne varsa bütün yaratılanların tamamı Allah’ındır. Mülk umumen onundur. Dolayısıyla mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ayetlerinde (Şura: 20 ve Hut: 15-16) isteyene dünyanın bütün nimetlerini verebileceğini söylemektedir. Yok mu isteyen, isteyin vereyim diyen bir ilahın kullarıyız. Yani Müslüman fakir ve güçsüz olmak zorunda değil, hatta olmaması için de çaba içinde olmalı. Tüm beşeri çabalarına rağmen ilmi, istidadı, sosyal çevresi, mali sermayesi vesaire yetmeyip çaresiz kaldığında o zaman da ümidi kırılmasın, hayata küsmesin diye ahirete iman imdadına yetişiyor “dünya fani, üzülme” sırıyla ebedi ve parlak bir hayatı ümit veriyor. Zaten İslam peygamberinin yaşamı buna en iyi örnektir. Ticaret yapmıştır. Evlilik yaptığı ilk eşi dönemin önemli tüccarlarındadır. Başka zengin sahabeler de vardır. Hatta çok zengin mezhep imamları, âlimler de vardır. Yani İslam mülkiyete düşman değildir. Hatta Hac ve Zekât gibi iki önemli farzın yapılabilmesi doğrudan mal varlığıyla ilişkilidir. Hatta peygamberimizden beş vakte tayin olduğunu örenip, uyguladığımız namazın nerdeyse tüm ayetleri zekâtla birlikte zikredilmiştir. Diğer ibadetlerde de dolaylı şekilde sana rabbinden ne verilirse ilim, mal, güzel ahlak vs. bunları paylaş denir. Velhasıl Müslüman zengin olmalı ki Allah’ın verdiği mülkü başakları ile paylaşabilsin, ihtiyaç sahibi mazlum ve mağdurlar olmasın. Paylaşsın ki uhuvvet olsun, muhabbet olsun, sevinç olsun… Şimdi çok sıkılan okurlarım diyecekler “yahu mülakata geç” senin vaazlarına mı kaldık. Evet, Müslüman zengin olmalı lakin her kuruşu meşru olmalı, ya da hukuken meşru olsa da, şeklen meşru olsa da vicdanen de meşruluğu tartışılmamalı. Mesela önemli görevi ifa eden bir bürokrat ya da şöhretli bir isim bu unvanlarını hukuken veya fiilen olmasa da dolaylı şekilde ima yoluyla bile olsa kullanıp bunlar üzerinden dünyalıklar edinmemelidir.</p>
<p>Çok uzattıktan sonra saadete gelelim. Kendini hep dışarıdan tanıdığım Necmi ağabey İzmir’in yerlisi (ataları Arnavut göçmeni) Urla’da doğmuş, orada büyümüş sonra yıllar önce İzmir’in merkezinde (Basmane) iş yeri açmış, ticaretle uğraşmış pek çok siyasinin, bürokratın muhabbetini celp etmiş bu ağabeyin evine giderken şöyle düşünmüştüm: insanda eski hatırları da canlandıran büyükçe bir konakta ikamet ediyordur. Yanında hizmetini gören akrabadan da olsa birileri vardır. Öyle ya yardım almadan ayağa kalmıyor. Bacakları vücudunun ağırlığını taşıyamıyor 85 yaşına gelmiş illaki birileri hizmetlerini görüyordur. Bu düşüncelerle verdiği adrese gittik Buca Yıkıkkemer, her ne kadar İzmir’de ikamet ediyor olsam da bildiğim bir muhit değildi. Neyse ki navigasyon cihazı yardımıyla muhite vardık fakat sokak numarasını unuttuğumuz için biraz dolaşmak durumunda kaldık. O da ne! İzmir’in belki de en varoş semtlerinden birine gitmişiz. Gerçekten tam bir varoş, evi bulmak için Çantacı Necmi demek kâfi, kime sorduysak herkes tanıyor, adresi tarif ediyordu. Bu şekilde evin önüne vardık basit, sıradan 3 katlı, pek büyük olmayan bir zemine kurulmuş beton eski bir ev, zili çaldık, ağabeyin oğlu kapıyı açtı adımımızı içeri attık, ağabeyi gördük. Girer girmez hemen solda iki-üç metre kare belki daha küçük bir yer, abartı değil bir çek-yat bir mini buzdolabı, bir küçük masa gibi bir şey, dolapların üzerinde günlük kullandığı hacetler, çatal, kaşık, bardak, kesme tahtası cezve vesaire iki duvarda da boydan boya kitaplıklar yer alıyordu. Üç kişi diz dize ancak oturabildiğimiz alanda iki de tabure vardı. Bu sahne beni ilk etapta sarsmıştı. Dışarıda bir yıldız gibi tanınan ağabey sanki sokağa terk edilenlerin sığındığı dar bir alana terk edilmiş gibiydi. Elini öptük. Ben gördüğüm manzaradan ötürü şaşkınlığımı gizleyemeyince ağabey ilk cümleyi kurdu “ben başkaları için dünya hayatı yaşamıyorum, ben halimden memnunuz”</p>
<p>Ağabeyin bizi karşılayan oğlu da babasının fıtratına hiç uymayan çekingen, mahcup biriydi. Düşündüm dünyanın pek çok yerinde tanınan, sevilen konferanslara, düğünlere/derneklere resmi davetlerle çağrılan, bürokratlardan davet, rektörlerden teşekkür alan bu ağabey değil kendisi için, ailesi için bile bazı mühim mertebedeki kişilere küçük imalarda bulunmuş olsaydı zannımca giderken ki düşündüğüm manzarayla karşılamam çok olası bir durundu. Ama ne gördüm 2-3 metre bir odada masasının üzerindeki elektrikli ocakla kendi yemeğini pişiren (bize de menemen pişirmek istedi), çayını demleyen, kendi ihtiyaçlarını kendi gören bolca kitap dışında odasında zaruri ihtiyacı dışında bir şeyin olmadığı bir odada yaşayan bir adam. Hani rant hepimizin gözünü döndürdüğü şu hayatta İzmir’in bugün en pahalı semtlerinden biri olan Urla’da doğup, büyüyen çokluğunda tarla ekip, çift süren bu adama memleketinde bir tarla da mı kalmamıştı babadan. Olsaydı zannımca bunun rahatlığını 85 yaşında yaşamayıp ne zaman yaşayacaktı? Ama gördüklerimizde ve konuştuklarımızda anılardan başka bir şeyin olmadığıydı… 85 yaşında iki değnekle 3-5 metre ancak yürüyebilirken neredeyse bütün yılı seyahatlerle geçirmek… Artık röportaja geçelim…</p>
<p><strong>ALLAH’I ARARKEN TIMARHANEYE YATIRILAN ADAM: ÇANTACI NECMİ</strong></p>
<p><strong><em>Bilal Dursun Yılmaz: Risâle-i Nûrları ilk olarak nerede, nasıl tanıdınız?</em></strong></p>
<p><strong>Necmi İlgen:</strong> Sene 1966 Nurları İzmir’de tanıdım. Burada Mustafa Birlik (1932-2012) diye bir abimiz vardı, Konyalı zücaciye işi yapıyordu onun evinde sohbetler olurdu. Namazgâh diye bir semt var, oraya beni davet ettiler. Yani birisi dedi ki gel oraya. Ben de gittim. Nerede buluşalım dedim beni götüren “seni berber dükkânında bekleyeceğim” dedi. Beni alacak adamı bekliyorum geldi parmağıyla işaret etti, ben de parmağımı kaldırdım birlikte gidiyoruz, evin kapısına yaklaşınca bana “kardeşim ben şimdi şu kapıdan içeri gireceğim, kapıyı göstererek sen hemen içeri girme, biraz bekle sonra gel deyince “birden neden” dedim. Kalabalık olunca şikâyet falan ediyorlar deyince evin etrafında 1-2 tur attım. O zaman sene 1966 böyle kalabalıklar bir araya gelemiyor. Binanın etrafında tur atarken içimden bir ses “boş ver ya, gitme sakat bir yer herhalde ki adam hemen gelme dedi.” Öyle ya gelme dediğine göre sakat bir şey var ki gelme diyor içimdeki ses sürekli bunu telkin ediyordu. Git- gitme ikileminde kaldım. Yazın sıcağında buraya kadar geldim “ne olacak ya” deyip onun girdiği kapıdan ben de girdim. Yukarıya çıktım baktım kalabalık bir cemaat var. İçinde benden genç olanlar var, benden yaşlı olanlar var sohbet ediyorlar, birisi kitap okuyordu. Ben kapıdan girer girmez adam yüzüme bakarak kitaptan şu cümleyi okudu: <em>“Ey maraz-ı vesvese ile müptelâ! Bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür. Korksan, ağırlaşır, hasta eder. Korkmasan, hafif olur, hafî kalır. Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider”</em> (bu cümleyi okumak için kitaplıktan eline 800 küsur sayfalık Sözler kitabını aldı, birinci açışta bu yer açılınca). Bize dönerek “bu sahifenin açılması sekiz yüz de bir ihtimalken ilk seferde açıldı, demek ki burada samimiyet var ki aratmadan hemen açıldı” dedi.</p>
<p><strong><em>Neden vesvese bahsi sizi bu kadar etkiledi şimdi konuşurken bile sanki o anı yaşıyorsunuz?</em></strong></p>
<p>Sen bu hizmeti nasıl tanıdın diye sorunca ben nasıl tanıdığımdan başladım. Elbette bunun evveli var. Bende vesveseler vardı o vesveselerle ben senelerce uğraştım. Hatta Manisa Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde birkaç gün yattım. Yeşil reçeteli ilaçlar kullandım. Hastaydım, imansızlık hastalığı, inanıyordum ama Allah'a tam da inanamıyordum, İslamiyet’i kabul ediyordum ama tam teslim, tam konsantre olamıyordum. Benim hastalığım buydu neden inandığım gibi yaşayamıyordum, neden tam konsantre olamıyordum. Bunun üzüntüsü içindeydim, ağlıyordum. Böyle bir hengâmda çok yerler aradım, çok tarikatlara gittim. Tam 10 sene sonra Risale-i Nur karşıma çıktı. 10 sene sonra bu kitapları buldum tabii ya… 84 yaşındayım hala okuyorum. Bir yere çağırırlarsa hemen gidiyorum. Tabii ki hemen gideceğim hayatım benim bunlar. Ya ben bunları bulamasaydım... Ben sair hocalara gittim, müftüye gittim sordum. Gencim 16-17 yaşlarındayım, tabi bunu (Risale-i Nur’u) buluncaya kadar 26-27 yaşında olduk. Yani aradan 10 sene geçti. Müftüye adeta yalvarırcasına soruyorum “efendim benim böyle böyle şüphelerim, vesveselerim var diyorum.” Müftü: “imanın gürlüğündendir o, söyle o Şeytan’a benim müftü amcam var, senin ananı ağlatır.” bana bu cevabı veren dönemin İzmir Müftüsü Hasan Akif Salı (1944-1959). Düşünün kardeşler işte o dersten sonra hakikati bulabildim. O ilk dersten sonra hemen kitap okuyan adamın yanına gittim. O da vefat etti, Allah rahmet eylesin. Dedim “kardeş bu kitaptan nerede bulabiliriz?” “buluruz abi” dedi, o gece bulmam lazım ilaç gibi ihtiyacım var, uyuyamıyordum. Sabahleyin beni derse gönderen otelci Mehmet Metin abiye gittim. Beni o göndermiş ya kendi gelmemişti garip… Onun oteline gittim dedim. “abi bu kitapları nerede bulacağız” dedi “buluruz, Muzaffer abi yeni kitaplar getirdi.” Muzaffer Arslan ağabey bavullarla Türkiye’ye kitap dağıtıyordu (bunu söylerken gözleri doldu, sesi titredi). Hemen bir tane Sözler, bir tane Mektubat bir de Tarihçe-i hayat aldım döndüm dükkânıma. Açtım Birinci Söz’ü<em> “<strong>Bismillah</strong> her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır…</em> <em>Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar</em><em>… Demek her bir ağaç, <strong>Bismillah</strong> der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.</em>” deyince bende şafak attı. Dedim demek ağaç bismillah deyip bize portakal veriyor, odun ya bunlar odun… Odun şeftali veriyor, odun elma veriyor, odun üzüm veriyor. Odundan kayısı, odundan kiraz, portakal, mandalina Allah Allah dedim… Kitap okuyorum dükkâna müşteri geliyor çanta alacak bakıyor, muhatap arıyor. Ben okuyorum içimden de “şimdi bu niye geldi” diyorum, bakmıyorum müşteriye, ilgilenmiyorum, gitsin diye bekliyorum kendimi kitaba öyle vermişim ki konsantrasyonumu bozmasın istiyorum. Hizmeti böyle tanıdık, o gün bugün devam ediyoruz.</p>
<p><strong>Gelecek Yazıda Çantacı Necmi Bu zamanda niçin Risale-i Nur okumalıdır buna cevap verecek. Ayrıca Çantacı Necmi’nin kendine has üslubunu konuşacağız. </strong></p>
<p> </p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.