SEN
Toprağın saftı, tertemiz, ayıklanmış çerçöpten...
Şifa adına her şeyi bağrında besleyen öz olmuş…
Ne oldu sahrâ’nın bakir yalnızlığı, nasıl bir kutsal külfet yükledi ki sana?...
Heyhat!
Dehr rüzgârının işvesine kanmışsın, sentetik gülüşlerin zehirlemiş seni, farkına dahi varamamışsın…
Gel gör ki orman geceleri ve ıssızlığına inat bir hışımsın sen…
Ketumca susabiliyor, hayal kurabiliyor, düşleyebiliyorsun umman olan göğsünde ve kimseye nasip olmayan büyülüğüyle…
İrfani özün kodlarını çözmüşsün, ihanetin sadece kendine olmuş…
Görüyorum ki bit-âp ve yaralısın…
Lakin gaspçı zihniyete meydan okumuş, teslim de olmamışsın…
Araf’ın ince çizgisindeki yürüyüşün hiç sarsılmamış, tökezlememiş, çelmeler dahi düşürememiş seni…
Sözlerin şiir ahengi, yüreğin ıssız ve Meryem’ce, fakat aşkın Züleyha ile yarışır cinsten...
Tüm pencereler kapalı ve yüz bulamasa da yenik düşmeyi yeğlemiş, sadece secde etmiş ona…
Oysa sabrın, metanetin, duruşun her biri ateş mermisi, içindeki asiliği ipe, asilliği ise zirveye çekmiş…
Varlığın esrarlı ve hüzünlü hikâyesini yazmışsın, ayak değmemiş, bozulmamış çöl yatağında…
Ve asi yüreğin, kepenklerini kapatmamayı başarmış, kaderin kedere dönüşmesine ramak kala…
İnce, kırılgan ve zor yollardasın…
Muazzam bir yürüyüş olsa gerek…
Ey kendine elçilik yükleyen yürek!
Meryem’ce zarâfetin ve suskun çığlığınla aslında, dev bir ordusun sen…
Bir muştu sanki bir muştu…Katre katre gelen ve huruşan olan yürekte…
Zamana ve mekâna inat…