Dr. Vehbi KARA
Köşe Yazarı
Dr. Vehbi KARA
 

Deprem ABD işi değildir

Ülkemiz bir günde üst üste 6 ve 7'nin üzerindeki şiddetlerde dört büyük deprem yaşadı. 10 ilimizde yaklaşık 20 milyon insanın yaşadığı bu bölgede adeta küçük bir kıyamet yaşadık. Bu depremler Allah’ın iradesi ve kudreti ile gerçekleşmektedir. Dünyanın fani olduğunu ve her an ölümün kapımızı çalacağını hatırlatmaktadır. Depremin esası budur. Elbette çok hikmeti de vardır. Bununla birlikte birçok insan farkında olmadan ABD propagandasına katılmaktadır. Derler ki; ABD'nin HAARP isimli bir merkezi vardır ve bu merkezde geliştirilen bir teknoloji ile depremler insan eliyle gerçekleştirilmektedir. Bu iddia özellikle FETÖ tarafından ortaya atılıp insanlarımız kandırılmaktadır. Yıllar önce Aydoğan Vatandaş isimli FETÖ sanığı ve suçlusu, bunu kitaplaştırmıştır.  Maksat çok basittir. ABD'nin elinde öyle müthiş bir teknoloji vardır ki bunun ile 7 ve 8 şiddetinde depremler meydana getirebilmektedir. Bu akıl dışı iddia sahipleri yerin 20 kilometre altında 200 atom bombası şiddetinde bir enerjinin patlatılması gerektiğini bilmeyecek kadar cahildirler.  Eğer belirli bir frekans yayarak deprem çıkarılacağı mümkün olsaydı ABD bunu öncelikle devam eden Rusya-Ukrayna savaşında Rusya'nin kritik tesislerinin bulunduğu bölgelerde çıkarırdı. Bunu düşünmeyecek kadar propagandalara kalmaktadırlar. Türkiye'yi işgal etmek için bir deprem çıkarıp sonrasında deprem kurtarma operasyonu ile ülkemizi işgal etmek kadar akildisi bir operasyon olamaz. Doğrusu şudur: ABD, kendisinin hala dünyanın süper gücü olduğunu ve kimsenin elinde bulunmayan gelişmiş teknoloji bulunduğunu göstermeye çalışmaktadır. Yandaşları ve uzantısı olan medya kuruluşlarında bu propagandayı yapmaktadırlar. Biz Muslumanlar böyle gülünç iddialara inanacak kadar saf değiliz. Zira Allah’ın izni olmadan yaprak dahi kımıldayamaz. Peki depremin esasını belirttik. Bunun hikmetleri nedir? İşte bir kısmını ifade etmeye çalışalım. Bediüzzaman,  Sözler isimli kitabında bunların en onemli kısımlarından bahsetmistir. Şöyleki: "Küre-i Arz, hare­ket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.  Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibe­tinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir? Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoş­çasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızla­rın sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittiril­mesi, bu korku azabını netice verdi. İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor? Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkez­lerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’­hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.  Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu mu­sibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir? Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fi­ilen([2]) veya iltizamen([3]) veya iltihaken([4]) taraftar olma­sıyla ma­nen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet ve­rir. Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hatala­rın neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hata­sız­ların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî canibden elcevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada (bir ayet mealinde) Yani: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mü­cahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî te­rakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı. Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir? Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o ma­sumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni ha­yatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir. Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, ne­den hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer? Elcevab: Kadîr-i Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsu­run birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, in­sana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel neticeler adedince ha­yırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar ade­dince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete geti­recek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hu­kukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hik­mettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir. Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini gör­müyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad et­tiği maddenin bir hakikatı var mıdır? Elcevab: Dalaletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva’ın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz ef­radından birtek ferdin yüzer a’zasından birtek uzvu olan ka­nadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhari­yeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gös­teriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hik­metinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büs­bütün hukukunu zayi’ etmek; ne derece belâhet ve divanelik­tir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelal’in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için “ateşlendir” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir. Altıncı Sualin Tetimmesi ve Haşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kız­dıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın he­yet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazge­çirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çar­parak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kay­yumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir madenin patlama­sıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız bi­rer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek bü­yük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahi­yeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı. İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meç­huleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâdedilen fıtrî kanunların bi­risine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca’ eder. O irca’ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariye­den keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir ni­zam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, pa­dişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını ke­ser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de... Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor? Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyan­dırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok ema­relerin delaletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var: Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta’cil edildi. İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zendekanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel ora­ları tokatladı, ihtimali var. (Sözler 171)"  Sözler ve bir başka kitabında ise: "İman nokta-i nazarıyla alemde tesadüf yok. Evet, zelzele gibi musibetlerin, tesadüfî olmayıp pek çok hikmetleri içine alan irade-i İlâhiye ile olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, böyle musibetlerdeki hikmetin varlığını anlamak için, alemdeki İlahî hikmetlere bakmak gerektiğine dikkat çekip der ki: Ey insan! «Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafir­hane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, te­sadüf oyuncağı değiller. Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva’ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşa­ğıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez ol­duklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i inti­zam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, ba­husus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hâdisat-ı hayati­yesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zanne­derek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bu­lur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker. Ehl-i şükre “Haydi, Cennet’e buyurun” der. (Sözler: 170)" "Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ru­huna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetin­den daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziye­tini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zel­ze­leye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.(Sözler: 636)" "Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtiza­zatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i küb­ra­sından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mik­robdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıl­dızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dün­yayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de had­siz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir in­sanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. (Lem’alar sh: 7)" Vesselam...
Ekleme Tarihi: 09 Şubat 2023 - Perşembe

Deprem ABD işi değildir


Ülkemiz bir günde üst üste 6 ve 7'nin üzerindeki şiddetlerde dört büyük deprem yaşadı. 10 ilimizde yaklaşık 20 milyon insanın yaşadığı bu bölgede adeta küçük bir kıyamet yaşadık.
Bu depremler Allah’ın iradesi ve kudreti ile gerçekleşmektedir. Dünyanın fani olduğunu ve her an ölümün kapımızı çalacağını hatırlatmaktadır. Depremin esası budur. Elbette çok hikmeti de vardır.
Bununla birlikte birçok insan farkında olmadan ABD propagandasına katılmaktadır. Derler ki; ABD'nin HAARP isimli bir merkezi vardır ve bu merkezde geliştirilen bir teknoloji ile depremler insan eliyle gerçekleştirilmektedir.
Bu iddia özellikle FETÖ tarafından ortaya atılıp insanlarımız kandırılmaktadır. Yıllar önce Aydoğan Vatandaş isimli FETÖ sanığı ve suçlusu, bunu kitaplaştırmıştır. 
Maksat çok basittir. ABD'nin elinde öyle müthiş bir teknoloji vardır ki bunun ile 7 ve 8 şiddetinde depremler meydana getirebilmektedir.
Bu akıl dışı iddia sahipleri yerin 20 kilometre altında 200 atom bombası şiddetinde bir enerjinin patlatılması gerektiğini bilmeyecek kadar cahildirler. 
Eğer belirli bir frekans yayarak deprem çıkarılacağı mümkün olsaydı ABD bunu öncelikle devam eden Rusya-Ukrayna savaşında Rusya'nin kritik tesislerinin bulunduğu bölgelerde çıkarırdı. Bunu düşünmeyecek kadar propagandalara kalmaktadırlar.
Türkiye'yi işgal etmek için bir deprem çıkarıp sonrasında deprem kurtarma operasyonu ile ülkemizi işgal etmek kadar akildisi bir operasyon olamaz. Doğrusu şudur:
ABD, kendisinin hala dünyanın süper gücü olduğunu ve kimsenin elinde bulunmayan gelişmiş teknoloji bulunduğunu göstermeye çalışmaktadır. Yandaşları ve uzantısı olan medya kuruluşlarında bu propagandayı yapmaktadırlar.
Biz Muslumanlar böyle gülünç iddialara inanacak kadar saf değiliz.
Zira Allah’ın izni olmadan yaprak dahi kımıldayamaz.
Peki depremin esasını belirttik. Bunun hikmetleri nedir? İşte bir kısmını ifade etmeye çalışalım.
Bediüzzaman,  Sözler isimli kitabında bunların en onemli kısımlarından bahsetmistir. Şöyleki:
"Küre-i Arz, hare­ket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor. 
Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibe­tinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?
Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemal-i neş’e ve sürur ile sarhoş­çasına gayet heveskârane şarkıları ve bazan kızla­rın sesleriyle radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittiril­mesi, bu korku azabını netice verdi.
İkinci Sual: Niçin gavurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor? Bu bîçare müslümanlara iniyor?
Elcevab: Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkez­lerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’­hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir. 
Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu mu­sibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fi­ilen([2]) veya iltizamen([3]) veya iltihaken([4]) taraftar olma­sıyla ma­nen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet ve­rir.
Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hatala­rın neticesi ve keffaret-üz zünubdur. Masumların ve hata­sız­ların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
Yine manevî canibden elcevab: Bu mes’ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada (bir ayet mealinde)
Yani: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mü­cahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî te­rakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.
Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?
Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünki o ma­sumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni ha­yatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.
Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, ne­den hususî hatalara hususî ceza vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?
Elcevab: Kadîr-i Zülcelal, herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsu­run birtek vazifesinde, birtek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, in­sana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse; o vakit o güzel neticeler adedince ha­yırlar terkedilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar ade­dince şerler yapılır. Tâ birtek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.
Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete geti­recek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hu­kukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hik­mettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip, âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksadsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini gör­müyorlar; tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad et­tiği maddenin bir hakikatı var mıdır?
Elcevab: Dalaletten başka hiçbir hakikatı yoktur. Çünki her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler enva’ın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz ef­radından birtek ferdin yüzer a’zasından birtek uzvu olan ka­nadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhari­yeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gös­teriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hamisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi, -cüz’î olsun küllî olsun- irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak hik­metinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büs­bütün hukukunu zayi’ etmek; ne derece belâhet ve divanelik­tir. Aynen öyle de: Kadîr-i Zülcelal’in müsahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için “ateşlendir” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.
Altıncı Sualin Tetimmesi ve Haşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kız­dıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın he­yet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazge­çirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çar­parak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kay­yumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir madenin patlama­sıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makinaları durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye manasız hezeyanlar ediyorlar. Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız bi­rer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek bü­yük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahi­yeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.
İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meç­huleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: “Bu budur” der. Meselâ: “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâdedilen fıtrî kanunların bi­risine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca’ eder. O irca’ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariye­den keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir ni­zam ve kanun-u askeriyeye isnad edip; kumandanından, pa­dişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını ke­ser misillü âsi bir divane olur. Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakattır. Aynen öyle de...
Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi, ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?
Elcevab: Bu hâdise, hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması; hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyan­dırmak için, o zelzelenin devam etmesi gibi çok ema­relerin delaletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için ta’cil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatlı iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlub olmak fırsatıyla, ehl-i zendekanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel ora­ları tokatladı, ihtimali var. (Sözler 171)" 
Sözler ve bir başka kitabında ise:
"İman nokta-i nazarıyla alemde tesadüf yok. Evet, zelzele gibi musibetlerin, tesadüfî olmayıp pek çok hikmetleri içine alan irade-i İlâhiye ile olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, böyle musibetlerdeki hikmetin varlığını anlamak için, alemdeki İlahî hikmetlere bakmak gerektiğine dikkat çekip der ki:
Ey insan! «Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafir­hane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, te­sadüf oyuncağı değiller. Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva’ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşa­ğıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez ol­duklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i inti­zam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın benî-Âdemden, ba­husus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevt-âlûd hâdisat-ı hayati­yesini; bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zanne­derek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-mensur gösterip, müdhiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bu­lur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker. Ehl-i şükre “Haydi, Cennet’e buyurun” der. (Sözler: 170)"
"Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değilller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ru­huna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetin­den daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziye­tini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zel­ze­leye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.(Sözler: 636)"
"Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtiza­zatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i küb­ra­sından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mik­robdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıl­dızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dün­yayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de had­siz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir in­sanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. (Lem’alar sh: 7)"
Vesselam...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.