Dr. Vehbi KARA
Köşe Yazarı
Dr. Vehbi KARA
 

GÖKYÜZÜ ve YERYÜZÜ

GÖKYÜZÜ ve YERYÜZÜ ayetlerinden yüzünü çevirmiş olanlar sadece Kuran'ı inkar edenler mi? Hayır! Bence maalesef vaaz ve hutbelerde hatta din derslerinde de gök yüzü ve yeryüzü ayetlerine yer verilmiyor. O yüzden ateizm gibi inkarcılık cerayanlarına karşı dini söylemler tesir etmiyor diye düşünüyorum. Aşağıdaki ayette göğü (atmosferi-yakın gök) koruyucu kalkan kıldık buyruluyor. Aşağıdaki yazdıklarımızı- ilmi gerçekleri bilmeden göğün kalkan olduğunu anlayablir miyiz? Bu konuda hazırladığımız bir yazı: Burnumuzun ucunda adeta nöbet bekleyen hava, ayağımızın altındaki yeryüzü, bizi sırayla birbirine teslim eden gece ve gündüz, Güneş, bizim için kilometrelerce yol kat’eden bal arısı gibi canlılar… Şöyle bir baktığımızda, bütün varlıkların yaptıklarının ve işlerinin bize baktığını, bizim faydamıza olduğunu fark ederiz. Oysa bu kâinat ve içindeki şeyler bizlere kendi arzularıyla hizmet etmezler. Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü açmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalp ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütuf ve ihsanların bütün çeşitlerini idrak edecek terazi ve âletleri de yaratıp vermiş. Kokuları, tatları ve renkleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret ve hakikat habercisi. İşte bütün bu yardımların sebebini ve sahibini hatırlatan bir âyet-i kerime: “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye Suresi, 13) Ve âyetin devamında, bu dünyanın ve hayatın anlamını çözebilenlere, yani Allah adına bakanlara işaret ediliyor: “Elbette bunda, düşünecek kimseler için ibret vardır.” Tek bir nefes hava alabilmemiz dahi, Dünya atmosferindeki gazların dengede tutulmasına bağlıdır. Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta olması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını anlatır. Esrarengiz Filtre Havanın ilk katı olan Troposferin kalınlığı kutuplarda 8 km, ekvatorda ise 18 km kadardır. Üst kısımlara, sıcaklığın ani düşüş gösterdiği ara tabaka Tropopoz’a geldiğimizde, yerden 22 km yukarılara yükselmiş oluruz. Troposferden sonra gelen Stratosfer, yerden 50 km kadar yükseğe uzanır. Bu kısımda sıcaklık tekrar yükselir. Burası yüksek enerjili ve tehlikeli ışınların aşağıya geçit verilmediği yakalanma sınırıdır. Ozon üç atomlu bir oksijen molekülüdür. Bu moleküller güneş ışınlarının zararlılarını filtre eder. Güneşten gelen ultraviyole ışınları harika bir kimyevî denge reaksiyonuyla oksijenin Ozona dönüştürülmesinde kullanılarak burada yakalanır. ..... Evet atmosferin ilk tabakasında hava-toprak ve hava-deniz arasındaki görülen hayret verici incelikteki münasebet, bütün Güneş sistemi içinde sadece dünyayı, hayatın üzerinde tebesüm ettiği mümtaz bir gezegen haline getirmiştir. Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, adına dünya dediğimiz sıcak ve şen bir yuva içinde bulunuyoruz. Burada ne aşırı soğukluk ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca değişmemiş sabit ortalama bir sıcaklık var. Bunu daha iyi takdir etmek için yakın komşumuz Ay ile Dünyamızı kıyaslayabiliriz. Orada gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuklar hükmeder. Göktaşı sağanakları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik olmuş; ıssız, sessiz ve ölü bir diyardır Ay. Havaya yeterli miktarda serpiştirilen Karbondioksit ve su molekülleri yüksek bir ısı tutma ve emme kapasitesine sahip kılınmışlar. Bu moleküller gündüzleri güneşin fazla ışınlarını emerler, neticede aşırı ısınma olmaz. Gece olup da güneş ışığını çekince hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası gündüz dünyayı güneşin ışınlarından koruyan bir perde, geceleri ise sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Diğer gezegenler böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduklarından gündüz sıcaktan kavrulurken, geceleri de dondurucu soğukların tesiri altındadır. İklimlerin ayarlanmasında kullanılan diğer bir ayarlayıcı ise denizlerdir. Denizlerin karalardan daha çok olması çoğumuza garip gelebilir. Bizi üzerinde barındıran küreye kısaca ‘yer’ diyoruz. Yer aynı zamanda toprak mânâsına da gelmektedir. Oysa yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. İyi ki böyle olmuş dememiz lâzım. Bu sayede ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına mâruz kalıyoruz. Şöyle ki gündüz güneşin ışınlarıyla çabucak ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevresine yayar. Muazzam su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Denizler bu kadar bol olmasıyla, bir yandan iklimi düzene koyan ve aşırı ısınmayı ve soğumayı önleyen klima gibi vazife görürken, diğer yandan da bol buharlaşma sonucu, karaların suya olan ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da o nispette azalacak, ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti. Bunlar hayatın sonsuz hikmetlerle hazırlanmış bir plâna göre yaratıldığını göstermiyor mu? Başımıza Yağan Taşlar Atmosferin 50. km’sinde Stratosferi geride bırakırız. Bu katta irtifa 80. km’yi bulunca atmosferin orta katı sayılan Mezosfer’e varırız. Bu tabakanın bir vazifesi göktaşı sağanaklarına kalkan olmasıdır. Uzay yalnızca yıldızlar ve onların çevresinde dolanan gezegenlerden ibaret değildir. O koca boşlukta, iri kaya ve taşların dolaştığını biliyor muydunuz? Bu taşlar yerin çekimine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girerler. Yıldız kayması dediğimiz bu olayda atmosfere hızla giren göktaşları havayla temas edince yanarak mezosfer içinde toz haline gelir Eğer böyle bir kalkana sahip olmasaydık başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan toz haline geliyor. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur. Düşünelim; gökteki bulutların teşekkülü için hem arz kaynaklı hem de uzay kaynaklı sayısız incecik parçacıklar lâzımdır, ayrıca bu parçacıkların üst atmosfere ulaşması gerekir. Buraya taşınan nemli rüzgârlarla çekirdekler üzerinde yoğunlaşma başlayacak ve bulut taneciği oluşacak... Bulut taneciği fizikî ve matematik bir plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline gelecek, bu minicik su damlası yere doğru düşmeye başlayacak... Yerçekimi kanununa uygun olarak birkaç bin metre yukarıdan düşecek damla yere kurşun hızıyla ulaşacaktı. Bu ise her canlının yağmur altında ölümü demek olacaktı; ama yağmur tanesi sabit bir hızla yere düşüyor, usulcacık, incitmeden, yıpratmadan... Damlaların bir ölçüye göre biçimlenip küçücük yağmur damlaları haline gelmesi ile iş bitmiyor. Aynı ölçünün, aynı hesabın, aynı nizamın bu defa yerçekimine karşı koyabilecek bir başka kuvvet tarafından da müessir hale getirilmesi gerekiyor. Görüldüğü gibi en zor ve pahalı gibi görünen hizmetler, en uygun ve kısa yollardan çözüme kavuşturulmaktadır. Küremizin Aynası Mezosfer adlı hava tabakasını geçtikten sonra İyonosfer’le buluşuyoruz. İyonosfer, faaliyet sahası 350 km, hatta 650 km yukarılara kadar tesirli olan, diğerleri gibi önemli görevleri olan bir atmosfer tabakasıdır. Burada bulunan atom ve moleküller yüksüz halde değil, iyonlaşmış, yani elektron vererek veya alarak elektrikle yüklenmiş haldedir. Telsiz keşfedilip de, vasıtasız haberleşmenin mümkün olması, insanlık büyük bir heyacan yaşamıştı. Fakat bir husus ilim adamlarını kara kara düşündürüyordu: Elektromanyetik dalgalara bindirilmiş radyo dalgaları dümdüz bir hat boyunca yol alıyordu. Yer düz değil yuvarlak olduğundan, uzak mesafelerle haberleşme, en fazla 100 km çapında bir alan için mümkün olabilirdi. Daha uzak yerlerle, kıtalar veya ülkelerle haberleşme nasıl olacaktı? Kafalar bu düşünceyle meşgûlken, 1901 yılında İngiltere ile Kanada arasında radyo haberleşmesinin sağlandığı açıklandı. Bu gelişme büyük bir şaşkınlık meydana getirmişti. Radyo dalgaları daha uzak mesafelere nasıl ulaştırılmıştı? Sır daha sonra çözülecekti. İyonosfer atmosferin iyonlardan yapılmış aynası gibiydi. Fezanın çınlayan kubbesi durumundaydı. Yerden uzaya yükselen telsiz ve radyo vericilerinin elektromanyetik dalgaları bu aynaya çarpıyor ve yansıyor, tekrar dünya üzerine gönderiliyordu. Yansıyan dalgalar dünyanın her köşesine ulaşıyor ve böylece her tarafta radyo ve telsiz yayınlarını rahatça takip etmek mümkün hale geliyordu. Bu, daha dünya yaratılırken son asırların ihtiyaçlarının bile nazarı dikkate alınmış olduğunun ifadesi değil miydi? Bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve geleceği gören her ihtiyacımızı şefkat ve merhametle hazırlayan birisi vardı ki, havada, suda, yerin altında ve üstünde ihtiyaçlarımız için gerekli levazımatı depolamıştı. Zamanı gelince kullanalım diye. Yaratılışta istikbalin tohumlarını ekmişti. Manyetik Kalkan İyonosferi geride bıraktığımızda yolumuz 2000-3000 km’lerdeki Ekzosfer’e çıkar. Burada hava yoğunluğu iyice azalmış, sürtünme yok denecek hale gelmiştir. Molekül çarpışmaları giderek yok olur ve buna bağlı olarak da sıcaklık kavramı bilinen mânâsını kaybeder. Bu sebeple olmalı, suni uyduların çoğu bu tabakaya yerleştirilir. Bir pusulaya dünyanın neresinden bakarsanız bakın, daima kuzey yönünü gösterir. Eğer bu yönü takip ederseniz. Kuzey kutup noktasına varırsınız. Pusula ibreleri bu bölgedeki manyetik alanın tesirinde kalarak sürekli olarak buraya yönelir, bu yöneliş sayesinde bizler de karada, denizde ve havada yönümüzü kolayca buluruz. Vehbi Kara
Ekleme Tarihi: 07 Ağustos 2024 - Çarşamba

GÖKYÜZÜ ve YERYÜZÜ

GÖKYÜZÜ ve YERYÜZÜ ayetlerinden yüzünü çevirmiş olanlar sadece Kuran'ı inkar edenler mi? Hayır! Bence maalesef vaaz ve hutbelerde hatta din derslerinde de gök yüzü ve yeryüzü ayetlerine yer verilmiyor. O yüzden ateizm gibi inkarcılık cerayanlarına karşı dini söylemler tesir etmiyor diye düşünüyorum. Aşağıdaki ayette göğü (atmosferi-yakın gök) koruyucu kalkan kıldık buyruluyor. Aşağıdaki yazdıklarımızı- ilmi gerçekleri bilmeden göğün kalkan olduğunu anlayablir miyiz? Bu konuda hazırladığımız bir yazı: Burnumuzun ucunda adeta nöbet bekleyen hava, ayağımızın altındaki yeryüzü, bizi sırayla birbirine teslim eden gece ve gündüz, Güneş, bizim için kilometrelerce yol kat’eden bal arısı gibi canlılar… Şöyle bir baktığımızda, bütün varlıkların yaptıklarının ve işlerinin bize baktığını, bizim faydamıza olduğunu fark ederiz. Oysa bu kâinat ve içindeki şeyler bizlere kendi arzularıyla hizmet etmezler. Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü açmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalp ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütuf ve ihsanların bütün çeşitlerini idrak edecek terazi ve âletleri de yaratıp vermiş. Kokuları, tatları ve renkleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret ve hakikat habercisi. İşte bütün bu yardımların sebebini ve sahibini hatırlatan bir âyet-i kerime: “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye Suresi, 13) Ve âyetin devamında, bu dünyanın ve hayatın anlamını çözebilenlere, yani Allah adına bakanlara işaret ediliyor: “Elbette bunda, düşünecek kimseler için ibret vardır.” Tek bir nefes hava alabilmemiz dahi, Dünya atmosferindeki gazların dengede tutulmasına bağlıdır. Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta olması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını anlatır. Esrarengiz Filtre Havanın ilk katı olan Troposferin kalınlığı kutuplarda 8 km, ekvatorda ise 18 km kadardır. Üst kısımlara, sıcaklığın ani düşüş gösterdiği ara tabaka Tropopoz’a geldiğimizde, yerden 22 km yukarılara yükselmiş oluruz. Troposferden sonra gelen Stratosfer, yerden 50 km kadar yükseğe uzanır. Bu kısımda sıcaklık tekrar yükselir. Burası yüksek enerjili ve tehlikeli ışınların aşağıya geçit verilmediği yakalanma sınırıdır. Ozon üç atomlu bir oksijen molekülüdür. Bu moleküller güneş ışınlarının zararlılarını filtre eder. Güneşten gelen ultraviyole ışınları harika bir kimyevî denge reaksiyonuyla oksijenin Ozona dönüştürülmesinde kullanılarak burada yakalanır. ..... Evet atmosferin ilk tabakasında hava-toprak ve hava-deniz arasındaki görülen hayret verici incelikteki münasebet, bütün Güneş sistemi içinde sadece dünyayı, hayatın üzerinde tebesüm ettiği mümtaz bir gezegen haline getirmiştir. Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, adına dünya dediğimiz sıcak ve şen bir yuva içinde bulunuyoruz. Burada ne aşırı soğukluk ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca değişmemiş sabit ortalama bir sıcaklık var. Bunu daha iyi takdir etmek için yakın komşumuz Ay ile Dünyamızı kıyaslayabiliriz. Orada gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuklar hükmeder. Göktaşı sağanakları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik olmuş; ıssız, sessiz ve ölü bir diyardır Ay. Havaya yeterli miktarda serpiştirilen Karbondioksit ve su molekülleri yüksek bir ısı tutma ve emme kapasitesine sahip kılınmışlar. Bu moleküller gündüzleri güneşin fazla ışınlarını emerler, neticede aşırı ısınma olmaz. Gece olup da güneş ışığını çekince hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası gündüz dünyayı güneşin ışınlarından koruyan bir perde, geceleri ise sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Diğer gezegenler böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduklarından gündüz sıcaktan kavrulurken, geceleri de dondurucu soğukların tesiri altındadır. İklimlerin ayarlanmasında kullanılan diğer bir ayarlayıcı ise denizlerdir. Denizlerin karalardan daha çok olması çoğumuza garip gelebilir. Bizi üzerinde barındıran küreye kısaca ‘yer’ diyoruz. Yer aynı zamanda toprak mânâsına da gelmektedir. Oysa yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. İyi ki böyle olmuş dememiz lâzım. Bu sayede ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına mâruz kalıyoruz. Şöyle ki gündüz güneşin ışınlarıyla çabucak ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevresine yayar. Muazzam su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Denizler bu kadar bol olmasıyla, bir yandan iklimi düzene koyan ve aşırı ısınmayı ve soğumayı önleyen klima gibi vazife görürken, diğer yandan da bol buharlaşma sonucu, karaların suya olan ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da o nispette azalacak, ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti. Bunlar hayatın sonsuz hikmetlerle hazırlanmış bir plâna göre yaratıldığını göstermiyor mu? Başımıza Yağan Taşlar Atmosferin 50. km’sinde Stratosferi geride bırakırız. Bu katta irtifa 80. km’yi bulunca atmosferin orta katı sayılan Mezosfer’e varırız. Bu tabakanın bir vazifesi göktaşı sağanaklarına kalkan olmasıdır. Uzay yalnızca yıldızlar ve onların çevresinde dolanan gezegenlerden ibaret değildir. O koca boşlukta, iri kaya ve taşların dolaştığını biliyor muydunuz? Bu taşlar yerin çekimine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girerler. Yıldız kayması dediğimiz bu olayda atmosfere hızla giren göktaşları havayla temas edince yanarak mezosfer içinde toz haline gelir Eğer böyle bir kalkana sahip olmasaydık başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan toz haline geliyor. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur. Düşünelim; gökteki bulutların teşekkülü için hem arz kaynaklı hem de uzay kaynaklı sayısız incecik parçacıklar lâzımdır, ayrıca bu parçacıkların üst atmosfere ulaşması gerekir. Buraya taşınan nemli rüzgârlarla çekirdekler üzerinde yoğunlaşma başlayacak ve bulut taneciği oluşacak... Bulut taneciği fizikî ve matematik bir plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline gelecek, bu minicik su damlası yere doğru düşmeye başlayacak... Yerçekimi kanununa uygun olarak birkaç bin metre yukarıdan düşecek damla yere kurşun hızıyla ulaşacaktı. Bu ise her canlının yağmur altında ölümü demek olacaktı; ama yağmur tanesi sabit bir hızla yere düşüyor, usulcacık, incitmeden, yıpratmadan... Damlaların bir ölçüye göre biçimlenip küçücük yağmur damlaları haline gelmesi ile iş bitmiyor. Aynı ölçünün, aynı hesabın, aynı nizamın bu defa yerçekimine karşı koyabilecek bir başka kuvvet tarafından da müessir hale getirilmesi gerekiyor. Görüldüğü gibi en zor ve pahalı gibi görünen hizmetler, en uygun ve kısa yollardan çözüme kavuşturulmaktadır. Küremizin Aynası Mezosfer adlı hava tabakasını geçtikten sonra İyonosfer’le buluşuyoruz. İyonosfer, faaliyet sahası 350 km, hatta 650 km yukarılara kadar tesirli olan, diğerleri gibi önemli görevleri olan bir atmosfer tabakasıdır. Burada bulunan atom ve moleküller yüksüz halde değil, iyonlaşmış, yani elektron vererek veya alarak elektrikle yüklenmiş haldedir. Telsiz keşfedilip de, vasıtasız haberleşmenin mümkün olması, insanlık büyük bir heyacan yaşamıştı. Fakat bir husus ilim adamlarını kara kara düşündürüyordu: Elektromanyetik dalgalara bindirilmiş radyo dalgaları dümdüz bir hat boyunca yol alıyordu. Yer düz değil yuvarlak olduğundan, uzak mesafelerle haberleşme, en fazla 100 km çapında bir alan için mümkün olabilirdi. Daha uzak yerlerle, kıtalar veya ülkelerle haberleşme nasıl olacaktı? Kafalar bu düşünceyle meşgûlken, 1901 yılında İngiltere ile Kanada arasında radyo haberleşmesinin sağlandığı açıklandı. Bu gelişme büyük bir şaşkınlık meydana getirmişti. Radyo dalgaları daha uzak mesafelere nasıl ulaştırılmıştı? Sır daha sonra çözülecekti. İyonosfer atmosferin iyonlardan yapılmış aynası gibiydi. Fezanın çınlayan kubbesi durumundaydı. Yerden uzaya yükselen telsiz ve radyo vericilerinin elektromanyetik dalgaları bu aynaya çarpıyor ve yansıyor, tekrar dünya üzerine gönderiliyordu. Yansıyan dalgalar dünyanın her köşesine ulaşıyor ve böylece her tarafta radyo ve telsiz yayınlarını rahatça takip etmek mümkün hale geliyordu. Bu, daha dünya yaratılırken son asırların ihtiyaçlarının bile nazarı dikkate alınmış olduğunun ifadesi değil miydi? Bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve geleceği gören her ihtiyacımızı şefkat ve merhametle hazırlayan birisi vardı ki, havada, suda, yerin altında ve üstünde ihtiyaçlarımız için gerekli levazımatı depolamıştı. Zamanı gelince kullanalım diye. Yaratılışta istikbalin tohumlarını ekmişti. Manyetik Kalkan İyonosferi geride bıraktığımızda yolumuz 2000-3000 km’lerdeki Ekzosfer’e çıkar. Burada hava yoğunluğu iyice azalmış, sürtünme yok denecek hale gelmiştir. Molekül çarpışmaları giderek yok olur ve buna bağlı olarak da sıcaklık kavramı bilinen mânâsını kaybeder. Bu sebeple olmalı, suni uyduların çoğu bu tabakaya yerleştirilir. Bir pusulaya dünyanın neresinden bakarsanız bakın, daima kuzey yönünü gösterir. Eğer bu yönü takip ederseniz. Kuzey kutup noktasına varırsınız. Pusula ibreleri bu bölgedeki manyetik alanın tesirinde kalarak sürekli olarak buraya yönelir, bu yöneliş sayesinde bizler de karada, denizde ve havada yönümüzü kolayca buluruz. Vehbi Kara
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.