Sen de Öleceksin Onlarda Ölecekler
Sen de Öleceksin Onlarda Ölecekler
Denizciler işlerinin gereği olarak çok farklı kültür ve yaşam biçimlerini tanıma fırsatı bulurlar. İşte Çin gibi ülkeler dünyanın diğer coğrafyalarından çok farklıdır. Çalıştığım gemilerin tersane onarımı ve yük operasyonları sayesinde bu ülkede yaklaşık 6 aydan fazla bulunmuştum. İşte bu yazıda oldukça düşündürücü bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Hiçbir ülkede ölüme bu şekilde tepki verildiğini görmedim. İnsanları bir hayli düşündürecek olan bu farklılığı ve doğru bakış açısının nasıl olması gerektiğini anlatayım; biliyorum ki çok şaşıracaksınız.
Çin ve Hindistan’ı görmeyen bir insan ne kadar ben bütün dünyayı gördüm dese de doğru olmayacaktır. Zira bu ülkeler büyük nüfusu, yemek kültürü ile değil hayat ve inanç bakımından da oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Gerçi bunların hepsini bilemem ve anlatmam mümkün değil elbette; lakin “bu kadar da olmaz” diyebileceğiniz durumlar ile karşılaşmıştım.
Çin’in en büyük problemi inanç konusundadır. Yaklaşık 1,5 milyar insanın yaşadığı bu ülkede halkın çoğunluğu herhangi bir dine inanmıyor. En büyük kitle Budist kökenliler olduğu halde onlara da itibar eden kimse yok gibidir.
Biz “her dine karşı saygılıyız” derler. Hatta camilere gidip duâ ettiğini söyleyenlere dahi rastladım. Kelime-i şehadetin Müslümanlarca ne derece önemli olduğunu bildikleri için Çinli şive ile nasıl “Eşhedü en la İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluhü” dediklerini de duydum. Fakat din konusunda büyük bir felâket yaşadıkları besbelliydi. Mao ve onun başlattığı “kültür devrimi” zaten çok zayıf olan inanç sistemini neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır.
Yeri gelmişken hiç kimsenin araştırmadığı bir konudan da bahsedeyim. Çinde 2 yüzyıl önce çok sayıda Müslüman yaşarmış fakat bunlar büyük bir kitlesel kıyıma uğramış. Araştırmacıların bu konuda çalışma yapması son derece önemlidir zira Çin Müslümanlarına ait çok sayıda gelenek devam etmekte ve bazı tarihi eserlere hala rastlanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (asm) “Hazreti Âdem’den kıyamete kadar Deccal fitnesinden daha büyük bir belâ çıkmayacak” derken; Komünizmin dehşetini dahi nazarlara vermeye çalıştığını anlayabilmiştim. Evet, dine “afyondur” diyerek yani “yöneticilerin halkı uyuşturmak ve itaat için icat ettikleri bir şeydir” diyen Marks, sonrasında Lenin ve daha sonra da Mao hep bunu söylemişlerdfir.
Gerçekten de ahirzamanın en dehşetli şahısları bu komünistlerdir. Milyarlarca insanı katlettikleri gibi inançlarını dahi tahrip etmişlerdir. Bu derece büyük bir zulüm; ancak Cengiz Han’ın istilası ile mukayese edilebilir. Dehşetini tamamıyla ifade etmek bir hayli güçtür.
Günümüzde Marksizm çökmüş gibi görünse de Materyalizm, dimdik ayaktadır. İnsanların çok büyük bir kısmını dinsiz yapmakta, daha ölmeden dünya hayatlarını perişan etmektedir. Diyalektik materyalizm yani komünizm çökmüş fakat dinsizlik ayakta kalmaya devam etmektedir.
Dinsizliğin önündeki en büyük engel İslam dini ve onun esaslarını belirleyen Kur’ân-ı Kerim’dir. Kuran tefsirleri sayesinde Bolşevikliği yani komünizmi ve dinsizlik cereyanlarının mahiyetini anlamak mümkündür.
Devekuşu avcıyı görünce başını kuma gömermiş. Güya kendisini avcıdan kurtaracak. Aynen bunun gibi insanların bir kısmı kafasını kuma sokarak ölümün pençesinden kurtulacağını zannediyor. Uzak Doğu insanlarının aklını kullanmada ne kadar noksan olduğunu bilirdim fakat bu kadarını beklemiyordum. Çin’de gördüğüm bazı olaylar, insanlara pes dedirtecek kadar acı ve düşündürücüydü.
Çincede “4” rakamının okunuşu “sı” ile ifade ediliyor. Bu ifadenin vurgulu bir biçimde söylenmesi de “ölüm” ve “Budist Tapınağı” anlamına geliyor. Bütün Çinliler “ölümü” akla getirmesin ve çağrıştırmasın diye “4” rakamını adeta yok etmişler. Hiçbir yerde görünmemesi için büyük çaba sarf ediyorlar. Asansöre biniyorsun, 1, 2, 3’ten sonra bir de bakıyorsun 5. kat. Yahu 4. kat yok mu? Yok. Çünkü ölümü akla getiriyor, uğursuz bir rakam. Aynı Batı dünyasındaki “13” rakamı gibi.
Otoparklarda sıra şöyle gidiyor; 91, 92, 93–1, 93–2, 95. Yani 94 yok. Hal böyle olunca birçok apartmanda 4. katı göremiyorsunuz. Otellerde de 4 nolu odaları hep turistler tutuyor. Çünkü bu odalar çok daha ucuz. Dönüş yolculuğumda aynen buna rastladım. İlk kaldığım otelin 4. kat vardı ve benim gibi bütün turistler bu katta kalıyordu. Şanghay havaalanındaki otelde ise 4. kat hiç yoktu. Asansörde bu katı gösteren rakam bulunmuyordu.
Bir de “8” ve “9” rakamı var. Bunlarda zenginliği ve uzun ömrü çağrıştırıyormuş. 8 ve 9 rakamı olan telefonlar o kadar çok talep ediliyor ki bu rakamları çok olan telefon hatları açık arttırmayla satılıyor.
Bir de idam mahkûmu Çinlilerin durumundan bahsedelim. Çinli kadınların son gecelerini anlatan resimler pek düşündürücüdür. Ölümü görmemek hatırlamamak için türlü türlü tuhaflıklar yapıyorlar.
Elleri ve ayakları kelepçeli kadınlardan kimi tırnaklarına oje sürdürürken, kimi ertesi sabah giyeceği tişörtünü özenle katlıyor, kimi de yeni ayakkabılarını zincirli ayaklarına geçirmeye çalışıyor. İnfaza 9 saat kala hepsi birden şen şakrak poker oyununda; gardiyanlar da onların neşesine seyirci kalmıyor, hep beraber gülüp şakalaşıyorlar. Arada sırada hüzünlenen birisi olursa, onun da bir şekilde avutularak eski neşesini kazanması uzun sürmüyor. Zamanın bir şekilde “geçirilmesi” gerek! Dakikalar ve saatler uzamamalı, vakit geçmeli, bitmesi istenmeyen ömür bir an önce tüketilmeli!
İnfaz, sabahın erken saatlerinde, mahkûmların ensesine sıkılan birer kurşunla gerçekleşecek. İnfaza bir saat kala, mahkûm kadınlardan biri, ayaklarına parlak kırmızı renkte oje sürdürerek hazırlığını tamamlıyor. Bir başkası, üzerindeki beyaz tişörtün kendisini şişman göstereceğini düşünüp telâşlanıyor. Defileye çıkılacak olmasa da, insan içine çıkılacak! Gardiyanlar ve mahkûmlar seferber oluyor ve son anda bir siyah tişört bulunuyor.
İnfaza yarım saat kala, mahkûmlardan bir tanesi durumu biraz kavrar gibi oluyor ve ağlamaya başlıyor. Fakat gardiyanlar böyle durumlara yabancı değil. Saçına bir miktar jöle sürüyorlar; o da eski neşesini kazanmakta gecikmiyor.
Bu arada, infaz mahalline götürülmek üzere odasından alınan bir mahkûmun, elleri ve ayakları zincirli şekilde yürürken, yanındaki gardiyanla birlikte gülmekte olduğunu görüyoruz.Hayretten kendimizi alamıyoruz:Ojeli ayaklarla infaz mahalline gitmek, idam edilirken zayıf görünmek, ölüm acısını bir tutam jöle ile savuşturmak nasıl birşeydir?
Bu arada bir an için olsa da şunu düşünebiliriz. Aslında biz de onlar gibi ölüm mahkûmlarıyız. Sadece, infaz saatimizi bilmiyoruz, o kadar. “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” buyuruluyor hadis-i şerifte.Kur’ân da, dünya hayatına “ya bir akşam, ya da bir kuşluk vakti” kadar zaman biçiyor.Demek ki, rüyamız bize pek uzun görünüyor.
Uyandığımız an, bir de bakacağız ki, bitmeyecek sandığımız bir ömür, birkaç saat süren bir rüyadan ibaretmiş. Belki de, ölümün eşiğinden dönenlerin, o anda gözlerinin önünden bütün hayatlarının bir film şeridi gibi geçmesi bu yüzdendir, kimbilir?
Peki, ölüm denilen olay bu kadar korkunç mudur ki, bu kadar insan ölüm kelimesini bile akla getirmekten çekiniyor? Yahu nerden açtın bu konuyu, söyleyecek başka bir söz bulamadın mı diye azar işittiğimiz bile oluyor ya, aynen bunun gibi...
Hâlbuki Peygamber Efendimiz (asm) “lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü sık sık zikrediniz” diye buyurmaktadır. Yine Kur’ân’da “sen de öleceksin onlar da ölecek” mealinde çok sayıda âyet vardır.
O hâlde Kur’ân’a ve Peygamberimize itaat ederek ölüm hakikati üzerinde biraz durmak gereklidir. Hastalıklar hatta Azrail meleği birer perdedir aslında, zira ölüm olayını bizzat Cenâb-ı Allah gerçekleştirir. Benim kardeşim iki yaşında iken çok yüksekten düştü ama ölmedi. Zira vadesi dolmamıştı ve yiyecek rızkı daha tükenmemişti.
Bazen köprüden atlıyorlar, normalde parçalanması gerekirken bakıyorsun sağ çıkmış. Demek ki Allah, ölümü onlar için henüz yaratmadı. Yaratıldığı an ise hiçbir insan ecelinden kaçamaz. Hindistan’a hatta Çin’e gitse bile…
Aslında ölüm aynen hayat verilmesi gibi mahlûktur, yani yaratılmıştır. Bu şu demektir; ölüm olayı sıradan bir olay değildir. İnsan için çok büyük bir dönüm noktasıdır. İmtihan için dünyaya gönderilen insan, süresi dolunca gerçek âleme geçmektedir. Fakat bu geçiş sıradan ve kolaylıkla olmamaktadır. Gözünün önünden birçok perde kalkmakta yaşadığımız maddî âlemin dışına gerçek âleme bir dönüş yaşamaktayız.
Gerçek âlemi, ölümün küçük kardeşi olan uykuda rüya görürken kısmen de olsa fark edebiliyoruz. Burada zaman ve mesafe kavramı bambaşka. Bir anda bir aylık işi yapabildiğiniz gibi çok uzun mesafeleri aşıp geçmeniz mümkündür. İşte az da olsa kapısını araladığımız rüya ile gerçek hayatımız olan “sonsuzluk âlemini” bir parça fark edebiliyoruz. Elbette aklımızın erişemediği duygularımızın anlamaya yeterli olamadığı bu âlemi burada anlatmak çok yer kaplayacaktır. Lâkin Kur’ân ve Kur’ân tefsirlerinden yararlanarak akla kapı açmayı şimdilik yeterli görüyorum.
Evet, ölüm, Bediüzzaman’ın dediği gibi fani olan dünya âleminden baki olan ahiret yurduna geçmek için bir terhis tezkeresidir. Hani askerde iken görevimiz bitince verilen terhis emri var ya, onun gibi vazifeden bir paydos, asıl yurdumuza dönmek için bir bilettir.
Dünya hayatı, Cenâb-ı Allah’ın varlık ve birliğini idrak etmek üzere çeşitli şekillerde perdelenmiştir. Eğer perdeler açılsa ve niyet ettiğimiz iyiliklerin gerçek âlemde nasıl meyveler verdiğini ve işlediğimiz günahların nasıl sonuçlar doğurduğunu görebilsek bambaşka bir insan olup çıkıveririz. Lâkin burası imtihan yeridir. Cennet ve cehennemden canlı yayın yapmaya izin ve yetki yoktur. Bu izin ve yetki Allah’ın Peygamberlerine ve veli kullarına verdiği mu'cize ve keramet adını verdiğimiz haller ile bazen olur. Bunlar dahi teklif sırrına aykırı olmamak şartı ile belli ölçüler içinde perdelenmiştir.
Evet, ölümü biraz dikkatli düşününce onun çok kötü bir şey olmadığını hepimiz anlarız. Şimdi şöyle farz edin; dedelerinizin dedesi o hastalıklı halleri ile bugün yanı başınızda olsa onun başkasına muhtaç hali ne kadar üzücü olurdu. Hayat azap içinde azap olmaz mıydı? Fakat mevti veren Allah, onların bu perişan hallere düşmesine mani olmakta, rahmeti ile bizlere yardım elini uzatmaktadır. Çok ağır hastası olanlar bu örneği daha iyi anlayacaktır.
Ölüm üzerinde ne kadar durulsa azdır. Buna mürekkep de yetmez gazete kâğıdı da. O halde ölüm gerçeğinin toplum hayatına kazandırdığı bir-iki katkıdan bahsedip mevzuya nihayet verelim.
Evet, ölümü düşünen ondan ibret alan bir insan başkasının malına göz koyar mı? Ölüm gerçeğini bilen bir insan başkasının ardından onu çekiştirip durur mu? İşte topluma güzel ahlâkı yerleştirmek isteyenlere ciddî bir nasihat.
Ölümcül hastalıklara yakalanan insanlar başta olmak üzere yaşlılar çok daha aklı başında hareket edip topluma faydalı bir insan haline gelirler. O halde Çinliler gibi devekuşuna benzemekten vazgeçip akıllı bir insan gibi ölümü konuşmalıyız ve ondan ibret almalıyız, vesselam…
Vehbi Kara
Ekleme
Tarihi: 11 Temmuz 2021 - Pazar
Sen de Öleceksin Onlarda Ölecekler
Sen de Öleceksin Onlarda Ölecekler
Denizciler işlerinin gereği olarak çok farklı kültür ve yaşam biçimlerini tanıma fırsatı bulurlar. İşte Çin gibi ülkeler dünyanın diğer coğrafyalarından çok farklıdır. Çalıştığım gemilerin tersane onarımı ve yük operasyonları sayesinde bu ülkede yaklaşık 6 aydan fazla bulunmuştum. İşte bu yazıda oldukça düşündürücü bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Hiçbir ülkede ölüme bu şekilde tepki verildiğini görmedim. İnsanları bir hayli düşündürecek olan bu farklılığı ve doğru bakış açısının nasıl olması gerektiğini anlatayım; biliyorum ki çok şaşıracaksınız.
Çin ve Hindistan’ı görmeyen bir insan ne kadar ben bütün dünyayı gördüm dese de doğru olmayacaktır. Zira bu ülkeler büyük nüfusu, yemek kültürü ile değil hayat ve inanç bakımından da oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Gerçi bunların hepsini bilemem ve anlatmam mümkün değil elbette; lakin “bu kadar da olmaz” diyebileceğiniz durumlar ile karşılaşmıştım.
Çin’in en büyük problemi inanç konusundadır. Yaklaşık 1,5 milyar insanın yaşadığı bu ülkede halkın çoğunluğu herhangi bir dine inanmıyor. En büyük kitle Budist kökenliler olduğu halde onlara da itibar eden kimse yok gibidir.
Biz “her dine karşı saygılıyız” derler. Hatta camilere gidip duâ ettiğini söyleyenlere dahi rastladım. Kelime-i şehadetin Müslümanlarca ne derece önemli olduğunu bildikleri için Çinli şive ile nasıl “Eşhedü en la İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resuluhü” dediklerini de duydum. Fakat din konusunda büyük bir felâket yaşadıkları besbelliydi. Mao ve onun başlattığı “kültür devrimi” zaten çok zayıf olan inanç sistemini neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır.
Yeri gelmişken hiç kimsenin araştırmadığı bir konudan da bahsedeyim. Çinde 2 yüzyıl önce çok sayıda Müslüman yaşarmış fakat bunlar büyük bir kitlesel kıyıma uğramış. Araştırmacıların bu konuda çalışma yapması son derece önemlidir zira Çin Müslümanlarına ait çok sayıda gelenek devam etmekte ve bazı tarihi eserlere hala rastlanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (asm) “Hazreti Âdem’den kıyamete kadar Deccal fitnesinden daha büyük bir belâ çıkmayacak” derken; Komünizmin dehşetini dahi nazarlara vermeye çalıştığını anlayabilmiştim. Evet, dine “afyondur” diyerek yani “yöneticilerin halkı uyuşturmak ve itaat için icat ettikleri bir şeydir” diyen Marks, sonrasında Lenin ve daha sonra da Mao hep bunu söylemişlerdfir.
Gerçekten de ahirzamanın en dehşetli şahısları bu komünistlerdir. Milyarlarca insanı katlettikleri gibi inançlarını dahi tahrip etmişlerdir. Bu derece büyük bir zulüm; ancak Cengiz Han’ın istilası ile mukayese edilebilir. Dehşetini tamamıyla ifade etmek bir hayli güçtür.
Günümüzde Marksizm çökmüş gibi görünse de Materyalizm, dimdik ayaktadır. İnsanların çok büyük bir kısmını dinsiz yapmakta, daha ölmeden dünya hayatlarını perişan etmektedir. Diyalektik materyalizm yani komünizm çökmüş fakat dinsizlik ayakta kalmaya devam etmektedir.
Dinsizliğin önündeki en büyük engel İslam dini ve onun esaslarını belirleyen Kur’ân-ı Kerim’dir. Kuran tefsirleri sayesinde Bolşevikliği yani komünizmi ve dinsizlik cereyanlarının mahiyetini anlamak mümkündür.
Devekuşu avcıyı görünce başını kuma gömermiş. Güya kendisini avcıdan kurtaracak. Aynen bunun gibi insanların bir kısmı kafasını kuma sokarak ölümün pençesinden kurtulacağını zannediyor. Uzak Doğu insanlarının aklını kullanmada ne kadar noksan olduğunu bilirdim fakat bu kadarını beklemiyordum. Çin’de gördüğüm bazı olaylar, insanlara pes dedirtecek kadar acı ve düşündürücüydü.
Çincede “4” rakamının okunuşu “sı” ile ifade ediliyor. Bu ifadenin vurgulu bir biçimde söylenmesi de “ölüm” ve “Budist Tapınağı” anlamına geliyor. Bütün Çinliler “ölümü” akla getirmesin ve çağrıştırmasın diye “4” rakamını adeta yok etmişler. Hiçbir yerde görünmemesi için büyük çaba sarf ediyorlar. Asansöre biniyorsun, 1, 2, 3’ten sonra bir de bakıyorsun 5. kat. Yahu 4. kat yok mu? Yok. Çünkü ölümü akla getiriyor, uğursuz bir rakam. Aynı Batı dünyasındaki “13” rakamı gibi.
Otoparklarda sıra şöyle gidiyor; 91, 92, 93–1, 93–2, 95. Yani 94 yok. Hal böyle olunca birçok apartmanda 4. katı göremiyorsunuz. Otellerde de 4 nolu odaları hep turistler tutuyor. Çünkü bu odalar çok daha ucuz. Dönüş yolculuğumda aynen buna rastladım. İlk kaldığım otelin 4. kat vardı ve benim gibi bütün turistler bu katta kalıyordu. Şanghay havaalanındaki otelde ise 4. kat hiç yoktu. Asansörde bu katı gösteren rakam bulunmuyordu.
Bir de “8” ve “9” rakamı var. Bunlarda zenginliği ve uzun ömrü çağrıştırıyormuş. 8 ve 9 rakamı olan telefonlar o kadar çok talep ediliyor ki bu rakamları çok olan telefon hatları açık arttırmayla satılıyor.
Bir de idam mahkûmu Çinlilerin durumundan bahsedelim. Çinli kadınların son gecelerini anlatan resimler pek düşündürücüdür. Ölümü görmemek hatırlamamak için türlü türlü tuhaflıklar yapıyorlar.
Elleri ve ayakları kelepçeli kadınlardan kimi tırnaklarına oje sürdürürken, kimi ertesi sabah giyeceği tişörtünü özenle katlıyor, kimi de yeni ayakkabılarını zincirli ayaklarına geçirmeye çalışıyor. İnfaza 9 saat kala hepsi birden şen şakrak poker oyununda; gardiyanlar da onların neşesine seyirci kalmıyor, hep beraber gülüp şakalaşıyorlar. Arada sırada hüzünlenen birisi olursa, onun da bir şekilde avutularak eski neşesini kazanması uzun sürmüyor. Zamanın bir şekilde “geçirilmesi” gerek! Dakikalar ve saatler uzamamalı, vakit geçmeli, bitmesi istenmeyen ömür bir an önce tüketilmeli!
İnfaz, sabahın erken saatlerinde, mahkûmların ensesine sıkılan birer kurşunla gerçekleşecek. İnfaza bir saat kala, mahkûm kadınlardan biri, ayaklarına parlak kırmızı renkte oje sürdürerek hazırlığını tamamlıyor. Bir başkası, üzerindeki beyaz tişörtün kendisini şişman göstereceğini düşünüp telâşlanıyor. Defileye çıkılacak olmasa da, insan içine çıkılacak! Gardiyanlar ve mahkûmlar seferber oluyor ve son anda bir siyah tişört bulunuyor.
İnfaza yarım saat kala, mahkûmlardan bir tanesi durumu biraz kavrar gibi oluyor ve ağlamaya başlıyor. Fakat gardiyanlar böyle durumlara yabancı değil. Saçına bir miktar jöle sürüyorlar; o da eski neşesini kazanmakta gecikmiyor.
Bu arada, infaz mahalline götürülmek üzere odasından alınan bir mahkûmun, elleri ve ayakları zincirli şekilde yürürken, yanındaki gardiyanla birlikte gülmekte olduğunu görüyoruz.Hayretten kendimizi alamıyoruz:Ojeli ayaklarla infaz mahalline gitmek, idam edilirken zayıf görünmek, ölüm acısını bir tutam jöle ile savuşturmak nasıl birşeydir?
Bu arada bir an için olsa da şunu düşünebiliriz. Aslında biz de onlar gibi ölüm mahkûmlarıyız. Sadece, infaz saatimizi bilmiyoruz, o kadar. “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar” buyuruluyor hadis-i şerifte.Kur’ân da, dünya hayatına “ya bir akşam, ya da bir kuşluk vakti” kadar zaman biçiyor.Demek ki, rüyamız bize pek uzun görünüyor.
Uyandığımız an, bir de bakacağız ki, bitmeyecek sandığımız bir ömür, birkaç saat süren bir rüyadan ibaretmiş. Belki de, ölümün eşiğinden dönenlerin, o anda gözlerinin önünden bütün hayatlarının bir film şeridi gibi geçmesi bu yüzdendir, kimbilir?
Peki, ölüm denilen olay bu kadar korkunç mudur ki, bu kadar insan ölüm kelimesini bile akla getirmekten çekiniyor? Yahu nerden açtın bu konuyu, söyleyecek başka bir söz bulamadın mı diye azar işittiğimiz bile oluyor ya, aynen bunun gibi...
Hâlbuki Peygamber Efendimiz (asm) “lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü sık sık zikrediniz” diye buyurmaktadır. Yine Kur’ân’da “sen de öleceksin onlar da ölecek” mealinde çok sayıda âyet vardır.
O hâlde Kur’ân’a ve Peygamberimize itaat ederek ölüm hakikati üzerinde biraz durmak gereklidir. Hastalıklar hatta Azrail meleği birer perdedir aslında, zira ölüm olayını bizzat Cenâb-ı Allah gerçekleştirir. Benim kardeşim iki yaşında iken çok yüksekten düştü ama ölmedi. Zira vadesi dolmamıştı ve yiyecek rızkı daha tükenmemişti.
Bazen köprüden atlıyorlar, normalde parçalanması gerekirken bakıyorsun sağ çıkmış. Demek ki Allah, ölümü onlar için henüz yaratmadı. Yaratıldığı an ise hiçbir insan ecelinden kaçamaz. Hindistan’a hatta Çin’e gitse bile…
Aslında ölüm aynen hayat verilmesi gibi mahlûktur, yani yaratılmıştır. Bu şu demektir; ölüm olayı sıradan bir olay değildir. İnsan için çok büyük bir dönüm noktasıdır. İmtihan için dünyaya gönderilen insan, süresi dolunca gerçek âleme geçmektedir. Fakat bu geçiş sıradan ve kolaylıkla olmamaktadır. Gözünün önünden birçok perde kalkmakta yaşadığımız maddî âlemin dışına gerçek âleme bir dönüş yaşamaktayız.
Gerçek âlemi, ölümün küçük kardeşi olan uykuda rüya görürken kısmen de olsa fark edebiliyoruz. Burada zaman ve mesafe kavramı bambaşka. Bir anda bir aylık işi yapabildiğiniz gibi çok uzun mesafeleri aşıp geçmeniz mümkündür. İşte az da olsa kapısını araladığımız rüya ile gerçek hayatımız olan “sonsuzluk âlemini” bir parça fark edebiliyoruz. Elbette aklımızın erişemediği duygularımızın anlamaya yeterli olamadığı bu âlemi burada anlatmak çok yer kaplayacaktır. Lâkin Kur’ân ve Kur’ân tefsirlerinden yararlanarak akla kapı açmayı şimdilik yeterli görüyorum.
Evet, ölüm, Bediüzzaman’ın dediği gibi fani olan dünya âleminden baki olan ahiret yurduna geçmek için bir terhis tezkeresidir. Hani askerde iken görevimiz bitince verilen terhis emri var ya, onun gibi vazifeden bir paydos, asıl yurdumuza dönmek için bir bilettir.
Dünya hayatı, Cenâb-ı Allah’ın varlık ve birliğini idrak etmek üzere çeşitli şekillerde perdelenmiştir. Eğer perdeler açılsa ve niyet ettiğimiz iyiliklerin gerçek âlemde nasıl meyveler verdiğini ve işlediğimiz günahların nasıl sonuçlar doğurduğunu görebilsek bambaşka bir insan olup çıkıveririz. Lâkin burası imtihan yeridir. Cennet ve cehennemden canlı yayın yapmaya izin ve yetki yoktur. Bu izin ve yetki Allah’ın Peygamberlerine ve veli kullarına verdiği mu'cize ve keramet adını verdiğimiz haller ile bazen olur. Bunlar dahi teklif sırrına aykırı olmamak şartı ile belli ölçüler içinde perdelenmiştir.
Evet, ölümü biraz dikkatli düşününce onun çok kötü bir şey olmadığını hepimiz anlarız. Şimdi şöyle farz edin; dedelerinizin dedesi o hastalıklı halleri ile bugün yanı başınızda olsa onun başkasına muhtaç hali ne kadar üzücü olurdu. Hayat azap içinde azap olmaz mıydı? Fakat mevti veren Allah, onların bu perişan hallere düşmesine mani olmakta, rahmeti ile bizlere yardım elini uzatmaktadır. Çok ağır hastası olanlar bu örneği daha iyi anlayacaktır.
Ölüm üzerinde ne kadar durulsa azdır. Buna mürekkep de yetmez gazete kâğıdı da. O halde ölüm gerçeğinin toplum hayatına kazandırdığı bir-iki katkıdan bahsedip mevzuya nihayet verelim.
Evet, ölümü düşünen ondan ibret alan bir insan başkasının malına göz koyar mı? Ölüm gerçeğini bilen bir insan başkasının ardından onu çekiştirip durur mu? İşte topluma güzel ahlâkı yerleştirmek isteyenlere ciddî bir nasihat.
Ölümcül hastalıklara yakalanan insanlar başta olmak üzere yaşlılar çok daha aklı başında hareket edip topluma faydalı bir insan haline gelirler. O halde Çinliler gibi devekuşuna benzemekten vazgeçip akıllı bir insan gibi ölümü konuşmalıyız ve ondan ibret almalıyız, vesselam…
Vehbi Kara
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.