Sen Olmasaydın Âlemleri Yaratmazdım
Sen Olmasaydın Âlemleri Yaratmazdım
Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın insanlığın en büyük peygamberi olduğunu ifade eden bu hadis-i kutsi’yi iyi anlamak gerekiyor. Bu konuda çok sayıda yorum yapıldığından dolayı çoğu insanın sorularına cevap maksadı ile uzunca bir şekilde izah edilecektir.
Evet Hazreti Muhammed’in (asm) hakikati; alemin yaratılış sebebi olduğu gibi aynı zamanda O zat (asm) kainatın en mükemmel sonucu ve meyvesidir. Çünkü kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın hikmetli fiillerinin eserleri ancak Risalet-i Ahmediye (asm) ile yani O’nun peygamberliği ile tahakkuk edip anlaşılabilir.
Peygamberliğinin delilleri pek çok olup okumak ve yazmak öğrenmediği ve ümmi olduğu halde, on beş asrın insanlarını ve filozoflarını Kuran ile hayrette bırakmıştır. Semavi dinlerin birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz ve defaten meydana çıkması emsal kabul etmez. Hiç bir peygamber Sultan-ı Levlak’e (asm) yetişemez.
İşte bu Zatın sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslamiyet, bu asırda 1,5 milyar insanın ruhlarını, nefislerini, akıllarını terbiye edip ders vermesi ve manevi terakkiyata sevk etmesi, muhteşem bir hadisedir.
Hem, öyle bir şeriatla meydana gelmiş ki, adil kanunlarıyla insanoğlunun en az beşte biri maddi ve manevi terakki etmiştir. O Zat (asm) öyle bir iman ve itikadla meydana çıkmıştır ki, bütün hakikat ehli, her zaman onun iman mertebesinden feyiz almıştır.
Kendisine muhalefet edenler karşısında zerre kadar bir telaş, bir vesvese, bir şüphe vermemesi gösteriyor ki, iman kuvvetinde dahi onun emsali yoktur. O’nun yüksek imanı benzersizdir.
Hem, öyle bir ubudiyet ve ibadet göstermiştir ki, başlangıcı ve sonu birleştirip hiç kimseyi taklit etmeyerek, ibadetin en ince esrarını görüp önce kendisi uyarak en dağdağalı zamanlarda dahi tam tamına yapması örneği olmayan bir durumdur.
Yaratıcısına karşı öyle bir dua etmiş ki bu zamana kadar insanlık o mertebeye yetişememiştir.
Mesela, bir çok kişinin üzerinde taşıdığı ve okuduğu, Cevşenü’l-Kebir duası; pek harikadır. Allah’a 1001 isimle dua ederek Yaratıcımızı öyle bir tarzda tarif eder ki, emsali yoktur. Allah’ı tanımak yani marifetullahta kimse ona yetişememiştir.
Hem, öyle bir metanetle insanları dine davet ve öyle bir cüretle peygamberliğini tebliğ etmiş ki, kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin tabileri ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okumuştur.
Miraç adı verilen emsalsiz yolculuğun sahibi de Hazreti Muhammed (asm) olup Kab-ı Kavseyn makamına ulaşmıştır. Başka bir kula nasip olmayan Miraç hadisesi için kitap yazılsa yetmez.
Bütün Müslümanlar, her gün kıldıkları namazlarında “esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühü- Allah’ın rahmet ve bereketinin üzerine olduğu nebiye selam olsun” der ve onun memuriyetini tasdik eder.
İnsanlığın derin bir aşkla pek kuvvetli bir iştiyakla aradığı sonsuz hayata sağlam bir yol açtığına karşı, İslam alemi minnettarane ve teşekkür ederek namazlarında ettehiyyatü duasını okur ve o’nu anarak manevi bir ziyaret yaparlar.
İmanın altı esası Muhammed’in (asm) risaletine ve hakkaniyetine dahi kati şahadet eder. Çünkü onun hayatının manevi şahsiyeti ve bütün davalarının esası o altı rükündür. Yani Allah’ın varlığına ve birliğine, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, haşir gününe ve kadere inanmak imanın esaslarıdır. Öyle ise bu altı esasın tahakkuklarına delalet eden bütün deliller, Hazreti Muhammed’in (a.s.m.) risaletinin hak olduğuna ve onun sadıkıyetine, doğruluğuna dahi delalet ederler.
Kainatı bir saray ve Peygamberimizi (asm) de o kainat sarayının rehberi olarak tasavvur ettiğimizde; saray sahibinin, sarayı yapmaktaki maksatlarının gerçekleşmesi iki şeye bağlıdır:
Birisi, rehberin varlığıdır. Eğer o rehber olmazsa, sarayın maksatları ve davetlilerden istenilenler bilinmez. O yüksek maksatlar, boşa gider. Tıpkı, dilini bilmediğimizden kendi başımıza anlayamayacağımız bir kitabın manalarını öğretecek birinin olmaması halinde, o kitabın bizim için bir kâğıt parçasından başka bir anlam ifade etmeyeceği gibi.
Bu nedenle o rehber üstadın varlığı, sarayın var olma sebebi olarak görülebilir. Diğeri de, davetlilerin o rehberin sözünü dinleyip ona uymalarıdır. Davetlilerin rehberi dinlemesi de, sarayın varlığını devam ettirmesine sebeptir.
Elbette, mantıken denilebilir ki: O rehber olmasaydı, bu saray yapılmazdı. Bir anlamı olmazdı çünkü. Ve yine denilebilir ki: O rehber dinlenmediği zaman, o sarayın varlık sebebi kalmadığı nedenle, saray ortadan kaldırılacak ve başka şekle dönüştürülecektir.
Peygamberimiz (asm) olmasaydı, kâinat yaratılmazdı denilebilir. Çünkü kâinatın yaratılış maksatları, ancak onun varlığı ve dersiyle bilinip, gerçekleşiyor. Ve insanlık O’nu dinlemekten tamamen uzaklaştığında, kâinatın varlık sebebi kalmayacak, kıyamet kopacak, ebedî âhiret diyarı ve cennet sarayı inşa edilecek denilebilir."
Peygamberimizin (asm) Allah katında ne derece makbul bir zat olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra “Levlake levlake lema halaktül eflak - sen olmasaydın sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadisini kabul etmeyen bazı insanlara izahatta bulunmak istiyorum. Çünkü bu önemli hakikati inkar etmek sureti ile zarara girenlere yardımcı olmaya çalışacağım. Zira Peygamberimizin (asm) şefaatinden mahrum kalmaya bir delil bu yaklaşım tarzıdır.
Öncelikle ne diye bu zavallı hadis inkarcılarının fitnelerine alet olup kendimizi sıkıntıya sokalım ki? Bir Rafızı hadise yanlış mana verdi diye hadis inkâr edilmez. Hadis ile verilmek istenen mesaj nedir? İşte bunu anlamaya çalışmak lazımdır.
Bazı zavallılardan salâvat için "gereksizdir", "yağcılıktır", "kutsamacılıktır" türünden laflar edenlere de şunu söyleyeyim:
Salâvatın en genel manası rahmettir. Hazreti Muhammed (asm) biz insanları Allah katında temsil ettiği için bizler de Yüce Rabbimizden O'na rahmet etmesini dileriz. O'na edilen dua Dergâh-ı İzzet'ten geri döndürülmez... Ve O'na ne kadar çok rahmet edilirse, O'nun vasıtasıyla bize de o kadar çok rahmet düşer...
Neticede O'na dua ederken makbuliyetinden emin olduğumuz, adeta bir "anahtar" duayla hem kendimize dua etmiş hem de Yüce Rabbimizin emrine ittiba etmiş oluruz. Âlemlerin Rabbi, Melekleriyle birlikte salât eder de (Ahzab 33/56) bize bu kutlu tabloya ittiba etmekten başka ne düşer...!
Bediüzzaman, sözünü ettiğimiz hadis-i kutsinin nasıl anlaşılması gerektiğini ve izahını bir çok eserinde yapmıştır. Emirdağ Lahikasında daha net bir ifadede bulunur:" Küllî Hakikat-ı Muhammediye (asm), hem hayatın hayatı, hem kainatı hayatı, hem İsm-i A'zam'ın mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdeği aslîsi ve gâye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap ( Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım), hitabı doğrudan doğruya O'na (asm) bakar."
Ahmet bin Hanbel, Buhari, Tirmizi, Darekutni, İbni Hibban, İmamı Hakim, İbnül Hacer ve İmamı Suyuti gibi daha nice gerçek muhakkik muhaddisler, kamil veli ve büyük allameler cerh ve tadil usulünü yaparak hadisleri günümüze kadar titizlikle ulaştırmışlardır.
Hadisin sahih ve mevzuu olması, bizim sahamıza giren bir husus değildir. Hadisin sıhhat çalışmasını hadis âlimleri yapmışlar ve bize sunmuşlar. Bize düşen; o hadisi kabul etmektir.
Akıl meselesine gelecek olursak; Evet, İslam dini, aklı muteber saymış. Hatta usulud din ilminin bir kaidesi olan: Akıl ve nakil birbirine muaraza ettikleri vakit akıl asıl itibar olunur. Nakil ise tevil olunur diye pek mühim ve esaslı hüküm vermiştir.
Lakin ey birader, o akıl, senin ve benim gibilerin aklı değildir. Belki içtihad derecesine çıkan külli marifet sahiplerinin ve nurani basiret erbabının akıllarıdır. Ve böyle olan akıl ise, kendisine uygun gelmeyen bir meseleyi ve bir hadisi inkar değil, ancak tevil ve tefsir ederler. Aynı zamanda Nasıl ki Kur’an’ın müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Öylede hadislerinde müteşabihat (benzerlik) gibi müşkilatı vardır. Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki müruru zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telakki ediliyor.
Mesela; Bir vakit huzuru nebevide derin bir ses işitildi. Resulu Ekrem (asm) ferman etti ki; Bu gürültü yetmiş senedir yuvarlanıp ta, ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür” demiş. (Sahihi Müslim hadis no: 2844; Müsnedi Ahmed 2/271, İmamı Beyhakinin Delail-ün Nübüvve 4/59 ).
Günümüzde bir takım din düşmanları, özellikle hadis sahasına şüphe atmak için sistematik olarak çaba sarf ediyorlar. Bunu da bir takım ulema-i su kapsamına giren ehli bidat âlimlerince dillendiriyorlar. Bu da avam müminlerin zihnini karıştırıyor.
Zayıf hadisler mahiyetleri itibariyle yine aynen hadistirler. Bu hüküm bütün hadis ulemasınca müttefikun aleyhtir. Yani hadisin zafiyetine sebep gösterilen hallerin bulunmasıyla birlikte, yine de hadisi şeriflerin umumiyeti içindedirler. Fakat dereceleri üçüncüdür. Yani 22 ayar 18 ayar ve 14 ayar altın şeklinde değerlendirebiliriz.
Amma bütün bu ayarlamalar münhasıran hadisin senedindeki insanların hal, vaziyet ve durumlarına göre yapılmıştır. Senedi zaif olan bir hadis , metni de , manası da zayıftır diye bir şey söz konusu değildir. ( El Menhelül Latif sayfa 74 ).
Aynı zamanda muhaddislerin mutlak ekseriyetinin “zayıf” tabirinde murat ettikleri mana şöyledir: Bu hadis senedi itibariyle sahihlerin mertebesinde değildir. Fakat çoğu zaman ifade ettiği manası ve yine çoğu zaman sahih hadislerin manalarına muvafık olan ifadesiyle, hadis aynen hadistir, zayıf olmakla beraber yine hadis olarak kalır ve hiçbir zaman mevzu bir hadis değildir ve olamaz diye ittifak etmişler.
Mesela; men kezebe aleyye muteammiden hadisi mütavatirdir. Fakat aynı hadis aynı metin farklı bir senedle zayıf olarak da gelmiştir.
Zayıf hadisler ne kadar zayıf da olsa, yan yana gelseler, yani aynı manayı ifade eden hadisler aynı noktaya parmak bassalar, o zaman şahsi zafiyetleri zail olup, umumiyet içinde kuvvetlenirler” diye kati görüş beyan etmişler. (Aliyy-ul Karinin şerh-üş şifasında 1/694, İmamı Suyutinin Ed-Dürer-ül Müntesire s. 153 de mevcuttur).
Başta İmam-ı Azam olarak birçok müçtehit, fukaha ve bazı muhaddisler: ‘’Rivayetle gelen hadislerin senedinin sahih veya zayıflığına bakılmadan; Eğer Ümmeti İslamiye’nin telakki-i bi-l kabulüne mazhar olmuşsa artık o meselede rivayet veya hadis hüccettir” diye kabul etmişlerdir.
Mesela; “Levlake” hadisinin mana ve hakikati, İslam aleminin kalbine o kadar yerleşmiştir ki; hadis usulüne göre yüz kere zayıf da gösterilse onu ümmetin telakki-i bi-l kabulünden çıkarmak mümkün değildir. Yani ümmetin ekseriyetinin kabulüne ve manası itibarıyle doğruluğuna olan inancına mazhar olmuşsa, artık o meseleyi beyan etmek için hadisin senedinin zayıflık veya kuvvetliliğine bakılmaz tarzında ifadeler ileri sürülmüştür.
Şimdide levlake hadisini tasdik eden diğer hadislere bakalım:
Evvelu me halakallahu nurii- Allah önce nurumu yarattı. (Acluni- Keşful Hafa, Abdullah Kettanin Nazmul Mütenasir s. 111 de mütevatir olarak kaydetmiş, Şa’rani El-Yevakıt Ve-l Cevahir 2/18 , İmamı Kastalani Mevahibü Ledunniye)
Resûlullah (asm) bir hadisi kudsîde: "Allah, seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım, buyurdu" (Îmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü'l-Hâfâ I-265/827)
“Adem ruh ile cesed arasında iken ben peygamberdim” buyurmuştur. (Tirmizi hadis no: 3069, Teberani hadis no 12571, Ahmed bin Hanbelin müsnedi 4/66, İbni Hibban Fethul Kebir).
“Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım ve yine sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım” buyurmuştur. (Deylemi- Müsnedül Firdevs 5/227, İbni Hacer – Tesdidül Kavs eserinde geçer, Suyuti- Kenzul Ummal hadis no : 32025. Hatta Nasirüddin El Elbani bile sadece zayıf diyebilmiş)
Levlake hadisini tasdik eden muhaddisler ve kitapları da şunlardır: Suyuti- El-Leali-l Masnua, Şevkani-EL-Fevaid-ul Mecmua, Acluni- Keşful Hafa, İbnul Hacer, İmamı Leknevi.
Bu imamlar eserlerinde levlake hadisinin manasını diğer hadisleri ele alarak ve ayetler çerçevesinde de değerlendirerek doğruluğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
Hatta hadis otoriterlerince pek itibara alınmayan ve şiddetli lakabıyla adlandırılan İbni Teymiye bile bu Hadisin manasını fetva kitabında izhar etmiştir.
Cumhuru ulemanın görüşü de benzer şekildedir. Şeyh Abdulkadir Geylani, İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Mevlana Cami, Mevlana Halidi Bağdadi, Şeyh Ahmedi Cezeri, Bediüzzaman Said Nursi bu hadisi kutsiyi kabul edip izahta bulunmuşlardır, vesselam…
Dr. Vehbi Kara
Ekleme
Tarihi: 25 Kasım 2021 - Perşembe
Sen Olmasaydın Âlemleri Yaratmazdım
Sen Olmasaydın Âlemleri Yaratmazdım
Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın insanlığın en büyük peygamberi olduğunu ifade eden bu hadis-i kutsi’yi iyi anlamak gerekiyor. Bu konuda çok sayıda yorum yapıldığından dolayı çoğu insanın sorularına cevap maksadı ile uzunca bir şekilde izah edilecektir.
Evet Hazreti Muhammed’in (asm) hakikati; alemin yaratılış sebebi olduğu gibi aynı zamanda O zat (asm) kainatın en mükemmel sonucu ve meyvesidir. Çünkü kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın hikmetli fiillerinin eserleri ancak Risalet-i Ahmediye (asm) ile yani O’nun peygamberliği ile tahakkuk edip anlaşılabilir.
Peygamberliğinin delilleri pek çok olup okumak ve yazmak öğrenmediği ve ümmi olduğu halde, on beş asrın insanlarını ve filozoflarını Kuran ile hayrette bırakmıştır. Semavi dinlerin birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz ve defaten meydana çıkması emsal kabul etmez. Hiç bir peygamber Sultan-ı Levlak’e (asm) yetişemez.
İşte bu Zatın sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslamiyet, bu asırda 1,5 milyar insanın ruhlarını, nefislerini, akıllarını terbiye edip ders vermesi ve manevi terakkiyata sevk etmesi, muhteşem bir hadisedir.
Hem, öyle bir şeriatla meydana gelmiş ki, adil kanunlarıyla insanoğlunun en az beşte biri maddi ve manevi terakki etmiştir. O Zat (asm) öyle bir iman ve itikadla meydana çıkmıştır ki, bütün hakikat ehli, her zaman onun iman mertebesinden feyiz almıştır.
Kendisine muhalefet edenler karşısında zerre kadar bir telaş, bir vesvese, bir şüphe vermemesi gösteriyor ki, iman kuvvetinde dahi onun emsali yoktur. O’nun yüksek imanı benzersizdir.
Hem, öyle bir ubudiyet ve ibadet göstermiştir ki, başlangıcı ve sonu birleştirip hiç kimseyi taklit etmeyerek, ibadetin en ince esrarını görüp önce kendisi uyarak en dağdağalı zamanlarda dahi tam tamına yapması örneği olmayan bir durumdur.
Yaratıcısına karşı öyle bir dua etmiş ki bu zamana kadar insanlık o mertebeye yetişememiştir.
Mesela, bir çok kişinin üzerinde taşıdığı ve okuduğu, Cevşenü’l-Kebir duası; pek harikadır. Allah’a 1001 isimle dua ederek Yaratıcımızı öyle bir tarzda tarif eder ki, emsali yoktur. Allah’ı tanımak yani marifetullahta kimse ona yetişememiştir.
Hem, öyle bir metanetle insanları dine davet ve öyle bir cüretle peygamberliğini tebliğ etmiş ki, kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin tabileri ona muarız ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okumuştur.
Miraç adı verilen emsalsiz yolculuğun sahibi de Hazreti Muhammed (asm) olup Kab-ı Kavseyn makamına ulaşmıştır. Başka bir kula nasip olmayan Miraç hadisesi için kitap yazılsa yetmez.
Bütün Müslümanlar, her gün kıldıkları namazlarında “esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühü- Allah’ın rahmet ve bereketinin üzerine olduğu nebiye selam olsun” der ve onun memuriyetini tasdik eder.
İnsanlığın derin bir aşkla pek kuvvetli bir iştiyakla aradığı sonsuz hayata sağlam bir yol açtığına karşı, İslam alemi minnettarane ve teşekkür ederek namazlarında ettehiyyatü duasını okur ve o’nu anarak manevi bir ziyaret yaparlar.
İmanın altı esası Muhammed’in (asm) risaletine ve hakkaniyetine dahi kati şahadet eder. Çünkü onun hayatının manevi şahsiyeti ve bütün davalarının esası o altı rükündür. Yani Allah’ın varlığına ve birliğine, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, haşir gününe ve kadere inanmak imanın esaslarıdır. Öyle ise bu altı esasın tahakkuklarına delalet eden bütün deliller, Hazreti Muhammed’in (a.s.m.) risaletinin hak olduğuna ve onun sadıkıyetine, doğruluğuna dahi delalet ederler.
Kainatı bir saray ve Peygamberimizi (asm) de o kainat sarayının rehberi olarak tasavvur ettiğimizde; saray sahibinin, sarayı yapmaktaki maksatlarının gerçekleşmesi iki şeye bağlıdır:
Birisi, rehberin varlığıdır. Eğer o rehber olmazsa, sarayın maksatları ve davetlilerden istenilenler bilinmez. O yüksek maksatlar, boşa gider. Tıpkı, dilini bilmediğimizden kendi başımıza anlayamayacağımız bir kitabın manalarını öğretecek birinin olmaması halinde, o kitabın bizim için bir kâğıt parçasından başka bir anlam ifade etmeyeceği gibi.
Bu nedenle o rehber üstadın varlığı, sarayın var olma sebebi olarak görülebilir. Diğeri de, davetlilerin o rehberin sözünü dinleyip ona uymalarıdır. Davetlilerin rehberi dinlemesi de, sarayın varlığını devam ettirmesine sebeptir.
Elbette, mantıken denilebilir ki: O rehber olmasaydı, bu saray yapılmazdı. Bir anlamı olmazdı çünkü. Ve yine denilebilir ki: O rehber dinlenmediği zaman, o sarayın varlık sebebi kalmadığı nedenle, saray ortadan kaldırılacak ve başka şekle dönüştürülecektir.
Peygamberimiz (asm) olmasaydı, kâinat yaratılmazdı denilebilir. Çünkü kâinatın yaratılış maksatları, ancak onun varlığı ve dersiyle bilinip, gerçekleşiyor. Ve insanlık O’nu dinlemekten tamamen uzaklaştığında, kâinatın varlık sebebi kalmayacak, kıyamet kopacak, ebedî âhiret diyarı ve cennet sarayı inşa edilecek denilebilir."
Peygamberimizin (asm) Allah katında ne derece makbul bir zat olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra “Levlake levlake lema halaktül eflak - sen olmasaydın sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadisini kabul etmeyen bazı insanlara izahatta bulunmak istiyorum. Çünkü bu önemli hakikati inkar etmek sureti ile zarara girenlere yardımcı olmaya çalışacağım. Zira Peygamberimizin (asm) şefaatinden mahrum kalmaya bir delil bu yaklaşım tarzıdır.
Öncelikle ne diye bu zavallı hadis inkarcılarının fitnelerine alet olup kendimizi sıkıntıya sokalım ki? Bir Rafızı hadise yanlış mana verdi diye hadis inkâr edilmez. Hadis ile verilmek istenen mesaj nedir? İşte bunu anlamaya çalışmak lazımdır.
Bazı zavallılardan salâvat için "gereksizdir", "yağcılıktır", "kutsamacılıktır" türünden laflar edenlere de şunu söyleyeyim:
Salâvatın en genel manası rahmettir. Hazreti Muhammed (asm) biz insanları Allah katında temsil ettiği için bizler de Yüce Rabbimizden O'na rahmet etmesini dileriz. O'na edilen dua Dergâh-ı İzzet'ten geri döndürülmez... Ve O'na ne kadar çok rahmet edilirse, O'nun vasıtasıyla bize de o kadar çok rahmet düşer...
Neticede O'na dua ederken makbuliyetinden emin olduğumuz, adeta bir "anahtar" duayla hem kendimize dua etmiş hem de Yüce Rabbimizin emrine ittiba etmiş oluruz. Âlemlerin Rabbi, Melekleriyle birlikte salât eder de (Ahzab 33/56) bize bu kutlu tabloya ittiba etmekten başka ne düşer...!
Bediüzzaman, sözünü ettiğimiz hadis-i kutsinin nasıl anlaşılması gerektiğini ve izahını bir çok eserinde yapmıştır. Emirdağ Lahikasında daha net bir ifadede bulunur:" Küllî Hakikat-ı Muhammediye (asm), hem hayatın hayatı, hem kainatı hayatı, hem İsm-i A'zam'ın mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdeği aslîsi ve gâye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap ( Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım), hitabı doğrudan doğruya O'na (asm) bakar."
Ahmet bin Hanbel, Buhari, Tirmizi, Darekutni, İbni Hibban, İmamı Hakim, İbnül Hacer ve İmamı Suyuti gibi daha nice gerçek muhakkik muhaddisler, kamil veli ve büyük allameler cerh ve tadil usulünü yaparak hadisleri günümüze kadar titizlikle ulaştırmışlardır.
Hadisin sahih ve mevzuu olması, bizim sahamıza giren bir husus değildir. Hadisin sıhhat çalışmasını hadis âlimleri yapmışlar ve bize sunmuşlar. Bize düşen; o hadisi kabul etmektir.
Akıl meselesine gelecek olursak; Evet, İslam dini, aklı muteber saymış. Hatta usulud din ilminin bir kaidesi olan: Akıl ve nakil birbirine muaraza ettikleri vakit akıl asıl itibar olunur. Nakil ise tevil olunur diye pek mühim ve esaslı hüküm vermiştir.
Lakin ey birader, o akıl, senin ve benim gibilerin aklı değildir. Belki içtihad derecesine çıkan külli marifet sahiplerinin ve nurani basiret erbabının akıllarıdır. Ve böyle olan akıl ise, kendisine uygun gelmeyen bir meseleyi ve bir hadisi inkar değil, ancak tevil ve tefsir ederler. Aynı zamanda Nasıl ki Kur’an’ın müteşabihatı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Öylede hadislerinde müteşabihat (benzerlik) gibi müşkilatı vardır. Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki müruru zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telakki ediliyor.
Mesela; Bir vakit huzuru nebevide derin bir ses işitildi. Resulu Ekrem (asm) ferman etti ki; Bu gürültü yetmiş senedir yuvarlanıp ta, ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür” demiş. (Sahihi Müslim hadis no: 2844; Müsnedi Ahmed 2/271, İmamı Beyhakinin Delail-ün Nübüvve 4/59 ).
Günümüzde bir takım din düşmanları, özellikle hadis sahasına şüphe atmak için sistematik olarak çaba sarf ediyorlar. Bunu da bir takım ulema-i su kapsamına giren ehli bidat âlimlerince dillendiriyorlar. Bu da avam müminlerin zihnini karıştırıyor.
Zayıf hadisler mahiyetleri itibariyle yine aynen hadistirler. Bu hüküm bütün hadis ulemasınca müttefikun aleyhtir. Yani hadisin zafiyetine sebep gösterilen hallerin bulunmasıyla birlikte, yine de hadisi şeriflerin umumiyeti içindedirler. Fakat dereceleri üçüncüdür. Yani 22 ayar 18 ayar ve 14 ayar altın şeklinde değerlendirebiliriz.
Amma bütün bu ayarlamalar münhasıran hadisin senedindeki insanların hal, vaziyet ve durumlarına göre yapılmıştır. Senedi zaif olan bir hadis , metni de , manası da zayıftır diye bir şey söz konusu değildir. ( El Menhelül Latif sayfa 74 ).
Aynı zamanda muhaddislerin mutlak ekseriyetinin “zayıf” tabirinde murat ettikleri mana şöyledir: Bu hadis senedi itibariyle sahihlerin mertebesinde değildir. Fakat çoğu zaman ifade ettiği manası ve yine çoğu zaman sahih hadislerin manalarına muvafık olan ifadesiyle, hadis aynen hadistir, zayıf olmakla beraber yine hadis olarak kalır ve hiçbir zaman mevzu bir hadis değildir ve olamaz diye ittifak etmişler.
Mesela; men kezebe aleyye muteammiden hadisi mütavatirdir. Fakat aynı hadis aynı metin farklı bir senedle zayıf olarak da gelmiştir.
Zayıf hadisler ne kadar zayıf da olsa, yan yana gelseler, yani aynı manayı ifade eden hadisler aynı noktaya parmak bassalar, o zaman şahsi zafiyetleri zail olup, umumiyet içinde kuvvetlenirler” diye kati görüş beyan etmişler. (Aliyy-ul Karinin şerh-üş şifasında 1/694, İmamı Suyutinin Ed-Dürer-ül Müntesire s. 153 de mevcuttur).
Başta İmam-ı Azam olarak birçok müçtehit, fukaha ve bazı muhaddisler: ‘’Rivayetle gelen hadislerin senedinin sahih veya zayıflığına bakılmadan; Eğer Ümmeti İslamiye’nin telakki-i bi-l kabulüne mazhar olmuşsa artık o meselede rivayet veya hadis hüccettir” diye kabul etmişlerdir.
Mesela; “Levlake” hadisinin mana ve hakikati, İslam aleminin kalbine o kadar yerleşmiştir ki; hadis usulüne göre yüz kere zayıf da gösterilse onu ümmetin telakki-i bi-l kabulünden çıkarmak mümkün değildir. Yani ümmetin ekseriyetinin kabulüne ve manası itibarıyle doğruluğuna olan inancına mazhar olmuşsa, artık o meseleyi beyan etmek için hadisin senedinin zayıflık veya kuvvetliliğine bakılmaz tarzında ifadeler ileri sürülmüştür.
Şimdide levlake hadisini tasdik eden diğer hadislere bakalım:
Evvelu me halakallahu nurii- Allah önce nurumu yarattı. (Acluni- Keşful Hafa, Abdullah Kettanin Nazmul Mütenasir s. 111 de mütevatir olarak kaydetmiş, Şa’rani El-Yevakıt Ve-l Cevahir 2/18 , İmamı Kastalani Mevahibü Ledunniye)
Resûlullah (asm) bir hadisi kudsîde: "Allah, seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım, buyurdu" (Îmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü'l-Hâfâ I-265/827)
“Adem ruh ile cesed arasında iken ben peygamberdim” buyurmuştur. (Tirmizi hadis no: 3069, Teberani hadis no 12571, Ahmed bin Hanbelin müsnedi 4/66, İbni Hibban Fethul Kebir).
“Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım ve yine sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım” buyurmuştur. (Deylemi- Müsnedül Firdevs 5/227, İbni Hacer – Tesdidül Kavs eserinde geçer, Suyuti- Kenzul Ummal hadis no : 32025. Hatta Nasirüddin El Elbani bile sadece zayıf diyebilmiş)
Levlake hadisini tasdik eden muhaddisler ve kitapları da şunlardır: Suyuti- El-Leali-l Masnua, Şevkani-EL-Fevaid-ul Mecmua, Acluni- Keşful Hafa, İbnul Hacer, İmamı Leknevi.
Bu imamlar eserlerinde levlake hadisinin manasını diğer hadisleri ele alarak ve ayetler çerçevesinde de değerlendirerek doğruluğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
Hatta hadis otoriterlerince pek itibara alınmayan ve şiddetli lakabıyla adlandırılan İbni Teymiye bile bu Hadisin manasını fetva kitabında izhar etmiştir.
Cumhuru ulemanın görüşü de benzer şekildedir. Şeyh Abdulkadir Geylani, İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Mevlana Cami, Mevlana Halidi Bağdadi, Şeyh Ahmedi Cezeri, Bediüzzaman Said Nursi bu hadisi kutsiyi kabul edip izahta bulunmuşlardır, vesselam…
Dr. Vehbi Kara
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.