“Hakikatı Dışlamış Kimselerle Tevhidi Toplum İnşa Edilemez.”
<p><em>“Mezar Yeri 47 Yıldır Tartışılan Nur Üstad” adlı kitabıyla tanıdığımız Mehmet Nuri Bingöl ( Eminler ) Bey’le cemaat, taassup ve toplumsal gıybet konuları etrafında bir Risale-i Nur sohbeti gerçekleştirdik. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. </em></p>
<p><em> Muhterem Bingöl, sizin Risale-i Nur’u en iyi anlayanlardan birisi olduğunuzu düşünüyorum. Gerek makaleleriniz, gerekse kitaplarınız bunu ispatlıyor. Öncelikle söyleşi talebimizi kabul ettiğinizden dolayı size teşekkür ederim. Müsaadenizle sorularıma başlamak istiyorum. </em></p>
<p> Ben teşekkür ederim. Tabi buyurun.</p>
<p><em> Toplumsal değerlerin aşınmaya yüz tuttuğu bu dönemde ilmi eserlere olan ihtiyacımız da artıyor. Bu meyanda gençlerimizin kökleriyle irtibatının kurulabilmesi için Risale -i Nur gibi büyük eserler önem taşıyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir? </em></p>
<p> Dediğiniz hâza hakikat; “Risale” gibi birleştirici eserlere ihtiyacımız açık. Ama asıl meselemiz onu Kur’an ve Hadis istikametinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî tevillerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğü içinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükmeden, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etmeden yaşamaktır. Yani Nur Üstad’ı doğru takip etmektir. O, Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışındayken eski talebelerine şöyle öğüt vermiştir: “Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yoldan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selamete erişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefa gerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rabbaniye’ye binaendir.”</p>
<p> <em>Okumayan bir toplum olduğumuz bilinen bir gerçek. Böyle bir toplumda medeniyet ve kültür birikimimizi aktarabilmek için başka çarelere de başvurma ihtiyacımız var. Siz modern iletişim imkânlarının yeterince kullanılabildiğine inanıyor musunuz? </em></p>
<p> Resul-ü Kibriya Efendimiz aleyhisselatü ve selamın beyanı ne muhteşemdir: “Düşmanın silahıyla silahlanınız.” (Evkamekal) Bunlardan biri de Sinema… Hakkını vererek yapılacak filmlerin büyük inkişaflara, fütuhatlara yol açacağına inanıyorum. Kısaca karşılık vereyim sualinize; oyunu kaidesine göre oynayacaksınız. Ne yaparsanız yapın, hakkını vereceksiniz.</p>
<p> <em>Basın yayın konusunda yapılanlar yeterli mi? Meseleye İslami açıdan bakıldığında basın yayında hususen gazetecilikte ne durumdayız? </em></p>
<p> Yapılan gazetecilikleri her grubun kendine dair haberleri vermek üzere çıkardığı bültenler olarak görmekteyim. İşin bir de politik yanı var elbet. Taraftarı olduğu görüşü onun bunun kalbine ilka etme meşgalesinden fırsat bulunup da hakiki gazetecilik yapılamıyor ki…</p>
<p> <em>Evet, gazetecilik alanında grup taassubu olduğuna ben de katılıyorum. Bakıyoruz bir grubun gazetesi diğerinin, öteki de öbürünün aleyhine yayınlar yapıyor. Oysa yan yana yaşamak zorunda olduğumuz şu dünyada birbirimize karşı daha iltimaslı olmamız gerekiyor. Kendi aramızdaki sorunların temelinde taassup kaynaklı çekişmeler yatıyor. Bu anlamda cemaatçiliği ve taassubu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?</em></p>
<p> Taassup, biliyorsunuz, Arapça menşeli bir kelime. “A’sab”dan müştak ve “asabiyet” mefhumu ile de çok alâkalı. Eğer bahsettiğiniz “grup, cemaat taassubu” ise, bunun ırkçılık ve unsuriyetçilikten bir farkı yok. Bazıları, belki de tıpkı “milliyet” mefhumu gibi bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bulunabileceği diyecektir, öyle düşünecek veya öyle düşünmek işine gelecektir!.. Hâlbuki Risale’de (Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılan husus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o “bazıları”nın suyunun suyu nevinden tefsirleri doğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mefhum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya da grupçuluk” değildir.</p>
<p> <em>Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mefhumu hangi anlamdadır?</em></p>
<p> “Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat; yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan da anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” için ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi gibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama “kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir “Cebbetü-l cahiliyye”dir.</p>
<p><em> Bundan anladığım şu: Aynı hedefe doğru koşan farklı cemaatler esasında tek bir büyük cemaatin unsurlarıdır. Bu anlamda farklı cemaatlerin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ın bir rahmeti de söz konusu. Fakat “cemaatçilik” mefhumu için aynı şeyi söyleyemiyoruz. </em></p>
<p> Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Lemaat’da “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının “atalete”, meseleler karşısındaki vurdumduymazlığa itebileceğini der, İfadenin siyam ve sıbakına bakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak” olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz. Mesele 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğer mesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu “ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz etme” gibi, - Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime” değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.</p>
<p> <em> Bireysel gıybetin helalleşme imkânı kolayken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme imkânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli gurupların birbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır ithamlarını nasıl yorumlamalıyız? </em></p>
<p> Gıybet mevzundaki hassasiyetiniz ne müstakim… Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mütearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetin en çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünye arızaları olduğunu diyen Allah Resulü’dür. Demek ki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insan eğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlayacak şeydir. Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarken Bediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayı ve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kullanılan; ‘Onun ile teşri-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne girmeyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususi- maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caizdir” ( Mektubat, s: 467) der.</p>
<p> <em>Peki, bir cemaatin gıybeti yapılabilir mi? </em></p>
<p> Hak ve hakikati izah için, umumi bir grup adını misal vermenin gıybet olduğu kanaatinde değilim, ama bahsedilen kayıtlarla: Garazsız olacaksın, sırf hak için olacak niyetin, milletin imanını batıldan muhafaza maslahatını düşüneceksin ki tavrın “livechillah” olsun. Bununla birlikte cemaatlerin topluca “ferdiyetle alâkalı” kusurlarını teşhir, “ehl-i dalalet” ya da “ehl-i zındıka” denen canibin ekmeğine yağ sürmektir.</p>
<p> <em>Evet haklısınız bunun için dilimize sahip çıkmamız gerekmiyor mu? </em></p>
<p> Hani mâna olarak Hadis-i Şerif malumdur. Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar: “İnsanı Cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?” Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olamamaktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bu mânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şeklinde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var ama temel talimatın, “dil ile imanın zıddına ve afâki teviller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleri beyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi)</p>
<p> <em>Biraz önce maslahat için gıybete cevaz verildiğini söylediniz. İyi ama maslahat adına hakikati incitenler yok mudur? Buna ne dersiniz? </em></p>
<p> Bir anekdotla cevap vereyim: Muhitimizde bir konferans düzenlenmişti birkaç sene evvel. Mevzu; “Peygamberimizden Müjdeler.” Konuşmacı, konferansın bir yerinde “Hâla Hz. İsa’nın inişini bekleyenler var!” gibi bir laf etti heyecana kapılarak; yani Hz. İsa’nın nüzul etmeyeceğini, sadece bir şahs-ı mânevi olduğunu demek istedi. Hâlbuki bütün ehl-i sünnet itikad kitaplarına bakınız, Risale-i Nur’un Mektubat eserinin 15. Mektup’taki izaha bakınız, oralarda Hz. İsa aleyhis selam’ın “semada cism-i beşerisiyle” bulunduğu, “zemin müheyya” olunca “Rahmet-i İlahiye’nin semasından nüzul” edeceğinin izahından başka bir şey göremezsiniz. Konuşmanın sonunda bunları hatırlatınca, kendisinin de bunları bildiğini, ama maslahat için o sözleri etmesi gerektiğini deyince içimden şu Hadis-i Şerif’i hatırladım: “Ya hayır söyle, ya sus!” Maslahat eğer hakikati eğdirip seni batıla atacaksa, susmayı seçebilirsin veya o mevzua hiç temas etmezsiniz, olur biter. Ümmet-i Muhammed’in, yani Ümmet-i İcabe olan biz Müslümanların maslahat için hakikatı ters göstermemelerinin, o ideal toplumun inşasındaki “şeh-rah”, en büyük yol, “cadde-i kübra” olduğuna inanıyorum. Maslahat eğer öyle gerekiyorsa susarsın, seni izleyenleri saptırmamış olursun böylece. Sapmış, hakikatten huruç etmiş kimselerle de tevhidî bir toplum inşa edilemez. “Cemaatta vahid-i sahih”in temini için “ilim” ve “cehaletin izalesi” şarttır.</p>
<p> <em>Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum. Biz Müslümanların aramızdaki ayrılıklara sebep olan şey nedir? Nedir birliğimizi bozan? </em></p>
<p> İlim; Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnet/hadisler”den müteşekkildir. Bedahetle görürüz ki; ihtilafımızın sebebi bunlardan cehaletimizdir, Risale-i Nur’u “müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi” anlamamızın –yani anlamamamızın- sebebi de bu cehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü.</p>
Ekleme
Tarihi: 26 Aralık 2019 - Perşembe
“Hakikatı Dışlamış Kimselerle Tevhidi Toplum İnşa Edilemez.”
<p><em>“Mezar Yeri 47 Yıldır Tartışılan Nur Üstad” adlı kitabıyla tanıdığımız Mehmet Nuri Bingöl ( Eminler ) Bey’le cemaat, taassup ve toplumsal gıybet konuları etrafında bir Risale-i Nur sohbeti gerçekleştirdik. Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz. </em></p>
<p><em> Muhterem Bingöl, sizin Risale-i Nur’u en iyi anlayanlardan birisi olduğunuzu düşünüyorum. Gerek makaleleriniz, gerekse kitaplarınız bunu ispatlıyor. Öncelikle söyleşi talebimizi kabul ettiğinizden dolayı size teşekkür ederim. Müsaadenizle sorularıma başlamak istiyorum. </em></p>
<p> Ben teşekkür ederim. Tabi buyurun.</p>
<p><em> Toplumsal değerlerin aşınmaya yüz tuttuğu bu dönemde ilmi eserlere olan ihtiyacımız da artıyor. Bu meyanda gençlerimizin kökleriyle irtibatının kurulabilmesi için Risale -i Nur gibi büyük eserler önem taşıyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir? </em></p>
<p> Dediğiniz hâza hakikat; “Risale” gibi birleştirici eserlere ihtiyacımız açık. Ama asıl meselemiz onu Kur’an ve Hadis istikametinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî tevillerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğü içinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükmeden, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etmeden yaşamaktır. Yani Nur Üstad’ı doğru takip etmektir. O, Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışındayken eski talebelerine şöyle öğüt vermiştir: “Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yoldan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selamete erişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefa gerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rabbaniye’ye binaendir.”</p>
<p> <em>Okumayan bir toplum olduğumuz bilinen bir gerçek. Böyle bir toplumda medeniyet ve kültür birikimimizi aktarabilmek için başka çarelere de başvurma ihtiyacımız var. Siz modern iletişim imkânlarının yeterince kullanılabildiğine inanıyor musunuz? </em></p>
<p> Resul-ü Kibriya Efendimiz aleyhisselatü ve selamın beyanı ne muhteşemdir: “Düşmanın silahıyla silahlanınız.” (Evkamekal) Bunlardan biri de Sinema… Hakkını vererek yapılacak filmlerin büyük inkişaflara, fütuhatlara yol açacağına inanıyorum. Kısaca karşılık vereyim sualinize; oyunu kaidesine göre oynayacaksınız. Ne yaparsanız yapın, hakkını vereceksiniz.</p>
<p> <em>Basın yayın konusunda yapılanlar yeterli mi? Meseleye İslami açıdan bakıldığında basın yayında hususen gazetecilikte ne durumdayız? </em></p>
<p> Yapılan gazetecilikleri her grubun kendine dair haberleri vermek üzere çıkardığı bültenler olarak görmekteyim. İşin bir de politik yanı var elbet. Taraftarı olduğu görüşü onun bunun kalbine ilka etme meşgalesinden fırsat bulunup da hakiki gazetecilik yapılamıyor ki…</p>
<p> <em>Evet, gazetecilik alanında grup taassubu olduğuna ben de katılıyorum. Bakıyoruz bir grubun gazetesi diğerinin, öteki de öbürünün aleyhine yayınlar yapıyor. Oysa yan yana yaşamak zorunda olduğumuz şu dünyada birbirimize karşı daha iltimaslı olmamız gerekiyor. Kendi aramızdaki sorunların temelinde taassup kaynaklı çekişmeler yatıyor. Bu anlamda cemaatçiliği ve taassubu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?</em></p>
<p> Taassup, biliyorsunuz, Arapça menşeli bir kelime. “A’sab”dan müştak ve “asabiyet” mefhumu ile de çok alâkalı. Eğer bahsettiğiniz “grup, cemaat taassubu” ise, bunun ırkçılık ve unsuriyetçilikten bir farkı yok. Bazıları, belki de tıpkı “milliyet” mefhumu gibi bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bulunabileceği diyecektir, öyle düşünecek veya öyle düşünmek işine gelecektir!.. Hâlbuki Risale’de (Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılan husus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o “bazıları”nın suyunun suyu nevinden tefsirleri doğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mefhum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya da grupçuluk” değildir.</p>
<p> <em>Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mefhumu hangi anlamdadır?</em></p>
<p> “Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat; yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan da anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” için ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi gibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama “kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir “Cebbetü-l cahiliyye”dir.</p>
<p><em> Bundan anladığım şu: Aynı hedefe doğru koşan farklı cemaatler esasında tek bir büyük cemaatin unsurlarıdır. Bu anlamda farklı cemaatlerin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ın bir rahmeti de söz konusu. Fakat “cemaatçilik” mefhumu için aynı şeyi söyleyemiyoruz. </em></p>
<p> Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Lemaat’da “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının “atalete”, meseleler karşısındaki vurdumduymazlığa itebileceğini der, İfadenin siyam ve sıbakına bakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak” olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz. Mesele 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğer mesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu “ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz etme” gibi, - Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime” değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.</p>
<p> <em> Bireysel gıybetin helalleşme imkânı kolayken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme imkânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli gurupların birbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır ithamlarını nasıl yorumlamalıyız? </em></p>
<p> Gıybet mevzundaki hassasiyetiniz ne müstakim… Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mütearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetin en çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünye arızaları olduğunu diyen Allah Resulü’dür. Demek ki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insan eğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlayacak şeydir. Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarken Bediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayı ve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kullanılan; ‘Onun ile teşri-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne girmeyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususi- maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caizdir” ( Mektubat, s: 467) der.</p>
<p> <em>Peki, bir cemaatin gıybeti yapılabilir mi? </em></p>
<p> Hak ve hakikati izah için, umumi bir grup adını misal vermenin gıybet olduğu kanaatinde değilim, ama bahsedilen kayıtlarla: Garazsız olacaksın, sırf hak için olacak niyetin, milletin imanını batıldan muhafaza maslahatını düşüneceksin ki tavrın “livechillah” olsun. Bununla birlikte cemaatlerin topluca “ferdiyetle alâkalı” kusurlarını teşhir, “ehl-i dalalet” ya da “ehl-i zındıka” denen canibin ekmeğine yağ sürmektir.</p>
<p> <em>Evet haklısınız bunun için dilimize sahip çıkmamız gerekmiyor mu? </em></p>
<p> Hani mâna olarak Hadis-i Şerif malumdur. Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar: “İnsanı Cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?” Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olamamaktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bu mânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şeklinde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var ama temel talimatın, “dil ile imanın zıddına ve afâki teviller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleri beyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi)</p>
<p> <em>Biraz önce maslahat için gıybete cevaz verildiğini söylediniz. İyi ama maslahat adına hakikati incitenler yok mudur? Buna ne dersiniz? </em></p>
<p> Bir anekdotla cevap vereyim: Muhitimizde bir konferans düzenlenmişti birkaç sene evvel. Mevzu; “Peygamberimizden Müjdeler.” Konuşmacı, konferansın bir yerinde “Hâla Hz. İsa’nın inişini bekleyenler var!” gibi bir laf etti heyecana kapılarak; yani Hz. İsa’nın nüzul etmeyeceğini, sadece bir şahs-ı mânevi olduğunu demek istedi. Hâlbuki bütün ehl-i sünnet itikad kitaplarına bakınız, Risale-i Nur’un Mektubat eserinin 15. Mektup’taki izaha bakınız, oralarda Hz. İsa aleyhis selam’ın “semada cism-i beşerisiyle” bulunduğu, “zemin müheyya” olunca “Rahmet-i İlahiye’nin semasından nüzul” edeceğinin izahından başka bir şey göremezsiniz. Konuşmanın sonunda bunları hatırlatınca, kendisinin de bunları bildiğini, ama maslahat için o sözleri etmesi gerektiğini deyince içimden şu Hadis-i Şerif’i hatırladım: “Ya hayır söyle, ya sus!” Maslahat eğer hakikati eğdirip seni batıla atacaksa, susmayı seçebilirsin veya o mevzua hiç temas etmezsiniz, olur biter. Ümmet-i Muhammed’in, yani Ümmet-i İcabe olan biz Müslümanların maslahat için hakikatı ters göstermemelerinin, o ideal toplumun inşasındaki “şeh-rah”, en büyük yol, “cadde-i kübra” olduğuna inanıyorum. Maslahat eğer öyle gerekiyorsa susarsın, seni izleyenleri saptırmamış olursun böylece. Sapmış, hakikatten huruç etmiş kimselerle de tevhidî bir toplum inşa edilemez. “Cemaatta vahid-i sahih”in temini için “ilim” ve “cehaletin izalesi” şarttır.</p>
<p> <em>Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum. Biz Müslümanların aramızdaki ayrılıklara sebep olan şey nedir? Nedir birliğimizi bozan? </em></p>
<p> İlim; Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnet/hadisler”den müteşekkildir. Bedahetle görürüz ki; ihtilafımızın sebebi bunlardan cehaletimizdir, Risale-i Nur’u “müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi” anlamamızın –yani anlamamamızın- sebebi de bu cehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü.</p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.