KIRMIZI İPEK ya da YEMİN- Hikâye
KIRMIZI İPEK ya da YEMİN- Hikâye
(Yahya’nın Atölyesi — Topkapı Sarayı, 1844)
"Hilâl ve yıldız teâli edecektir vesselam " ( Bediüzzaman)
Topkapı Sarayı’nın iç kısmında, duvarları nem kokan dar bir koridor. Koridorun sonunda küçük, penceresi Boğaz’a bakan bir oda… Yahya Efendi’nin dünyası.
Yahya Efendi, kırmızı ipek kumaşı usulca masanın üzerine serdi. Kumaş, mum ışığında hafifçe parlıyordu; tıpkı Boğaz’da uğurlanan gün batımının kırmızısı gibi.
Yahya’nın elleri yılların tecrübesiyle sertleşmiş; fakat dokunuşunda hâlâ bir zarafet. Dışarıda rüzgâr, sarayın taş duvarlarına çarpıyor; Boğaz’dan yosun kokusu geliyordu. Sarayın baş kâtibi olan Hüsnü Efendi, içeri girdi.
— Yahya Usta, dedi, Padişah’ın iradesi kesinleşti. Bu sancak, devletin resmî bayrağı olacak.
Yahya başını kaldırdı. Yüzünde yorgun bir tebessüm belirdi.
— Bir kumaş parçası için çok söz ediliyor Hüsnü Efendi.
Hüsnü Efendi yaklaşarak sessizce konuştu:
— Kumaş değil, Yahya Usta… Devletin ruhu.
Padişah buyurmuştur: “Hilal, devletin gölgesi; yıldız milletin talihidir.”
Yahya Usta'nın gözleri hafifçe parladı.
— O halde… biz talihin üzerine iğne vuruyoruz, öyle mi?
İkisi de güldü. Ama Yahya’nın içinden bir ses yükselmişti: “Bu iş, bugünü değil, geleceği ilgilendiriyor.”
Yahya hilali ipek üzerine işledikçe çocukluğu gözünün önüne geldi.
Yeniçeri dedesi Ömer Ağa’nın sesi kulaklarında yankılandı:
— Bayrağı taşıyan düştü mü, millet düşer. Bayrak ayakta kaldı mı, millet de ayağa kalkar.
Yahya elini durdurdu. Derin bir nefes aldı.
— Dedem… görsen gurur duyardın.
Tam o esnada kapı hafifçe aralandı. İçeri giren genç bir çırak, Samet, heyecanla konuştu:
— Ustam! Donanma sefere hazırlanıyor. Bu sancak… bir fırkateyne çekilecekmiş.
Yahya, elindeki iğneyi masaya bıraktı.
— Hangi gemiymiş öğrenebildin mi?
— Aziziye fırkateyni, ustam.
Yahya’nın yüzü ciddileşti.
Bir gemiye çekilen sancak, bir milletin ufka uzanan adımıdır.
— Samet, dedi yavaşça,
— Bugün işlediğimiz şey ipek değil… kader.
**
Gökyüzü pusluydu. Sarayın yüksek pencerelerinden deniz ve karşı kıyı zar zor görünüyordu. Yahya Efendi yıldızı işlemeye başlamadan önce durdu. Kırmızı zemin sessizdi. Hilâl, ışığın altında beyaz bir nefes gibi duruyordu.
Yahya yıldızı işlemek yerine konuştu:
— İzin verir misin hilâl?
Sanki ipek kumaş, Yahya’nın iç sesini duydu.
“Yıldızın doğmasına izin ver.”
İğnesini aldı, ilk dikişi attı.
Her dikişte bir insan sesi duyuyordu:
— Varna’dan haber var!
— Ankara Ovasında düşen bayrağımızı kaldırdık!
— Şehitlerimiz hilale gölgedir!
Yahya’nın elleri titredi.
Bir damla yaş, ipek kumaşın üzerine düştü.
**
(Tersane-i Âmire — Aziziye Fırkateyni)
Ertesi sabah İstanbul erkenden uyanmıştı. Haliç’in sularında onlarca yelkenli gemi salınıyordu. Tersane işçileri koşturuyor; ustalar keten çuvallar taşıyor, demirciler kızgın çubuklarla güvertelerde çalışıyordu.
Yahya elinde sandıkla gemiye doğru yürüdü.
Aziziye, üç direkli büyük bir savaş fırkateyniydi. Gövdesi gece mavisi, burun kısmında altın yaldızlı Osmanlı tuğrası vardı. Geminin komutanı Selman Paşa, Yahya’yı görünce selâm verdi:
— Hoş geldiniz Yahya Efendi.
— Bayrağı teslim almaya geldim Paşa Hazretleri.
Genç levent Mehmed, sancak direğinin yanında bekliyordu. Gözlerinde bir titreme vardı. Yahya onu fark etti.
— İlk seferin mi evlat?
Mehmed başını eğdi.
— Evet usta. Babam da bir sancak eri idi… şehit düştü.
Yahya sandığı açtı, bayrağı çıkardı. Kırmızı ipek, sabah güneşinde parladı. Herkes sustu. Selman Paşa sert ama duygulu bir ses tonuyla konuştu:
— Bu sancak, Osmanlı’nın değil… Bu milletin alnıdır.
Mehmed, bayrağı teslim alırken gözleri doldu.
— Usta… Bu babamın emaneti gibi geldi bana.
Yahya elini Mehmet’in omzuna koydu.
— O hâlde düşürme. Çünkü bayrak düşerse, vatan susar.
**
(Akdeniz — Aziziye Fırkateyni)
Rüzgâr, Akdeniz’in koyu mavi sularını köpüklere boğuyordu. Aziziye fırkateyni İstanbul’dan ayrılalı sekiz gün olmuştu. Başlangıçta yolculuk sakindi; deniz, tatlı bir ninni gibi gemiyi sallıyordu.
Ama o gece…
Gökyüzü keskin bir çizgi hâlinde ikiye bölündü. Bir taraf hâlâ maviydi, diğer tarafta kara bulutlar bir ordu gibi ilerliyordu. Gözcü, direğin tepesinden bağırdı:
— Kasırga! Güneybatıdan geliyor!
Mehmed, sancak direğine yakın yerdeydi. Bayrak rüzgârla çoktan kabarmaya başlamıştı. Hilâl ve yıldız gökyüzünde adeta nefes alıyordu.
Selman Paşa güverteye çıktı: — Yelkenler indirilsin! Demir halatları hazır tutun!
Rüzgâr aniden şiddetlendi. Aziziye, sanki dev bir gücün yumruğunu yemiş gibi sallandı. Dalgalar geminin gövdesini döverken gökyüzünden şimşekler parçalar koparıyordu.
Bir er bağırdı:
— Bayrak… fena sallanıyor!
Mehmet koşmak istedi, fakat bir anda dalga güverteye vurdu. Tahta zemin buz gibi ve kaygandı. Mehmet sendeledi; ama gözleri hep göndere taktığı bayraktaydı.
Birden yıldırım, sancak direğinin çok yakınında patladı.
— Bayrak düşerse, biz de düşeriz!
Bu söz, fırtınanın uğultusunun içinde yankılandı. Bu kez söz Mehmed’e ait değildi. Selman Paşa bağırıyordu:
— Bayrağı bırakmayın! Hilal gökyüzünde kalacak!
Rüzgâr, bayrağı yırtmaya çalışıyor gibiydi. Hilâl, rüzgârın hışmında sağa sola savrulurken Mehmet halata yapıştı. Ellerini halata doladı. Bütün bedeninin ağırlığını verdi.
— Dayan bayrak…
— Ne olur dayan…
Halat Mehmed’in avuçlarını kesti. Kan, kırmızı ipeğe değdi; ama Mehmet bunu hissetmedi.
Yanında bir başka er bağırdı:
— Mehmet! Bırak halatı! Düşeceksin!
Mehmed başını kaldırdı, gözlerinde fırtınadan bile sert bir irade vardı:
— Ben değil… bayrak düşmesin.
Selman Paşa, güvertede devrilen bir sandığı kaldırırken Mehmet’e seslendi:
— Evlat! Geri çekil!
Mehmed, rüzgârın gücüne karşı haykırdı:
— Paşam! Bu bayrağın altında babam yattı. Ben geri çekilmem!
Dalgalar bir kez daha güverteyi yuttu. Mehmet halatla birlikte savruldu. Vücudu sancak direğine çarptı. Gözleri karardı.
Ama elleri hâlâ halattaydı. Gemide ölümle hayat arasındaki sınır bir anlığına görünmez oldu. Son bir dalga daha vurdu. Gür bir ses duyuldu:
— AY YILDIZ DÜŞMEDİ, PAŞAM!
Askerlerin gözleri gönderdeydi. Bayrak hâlâ oradaydı. Renksiz Rüzgâr ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hilâl ve yıldız boyun eğmemişti. Selman Paşa, gökyüzüne bakarak fısıldadı:
— Bu millet… zorluk karşısında böyle duracak.
**
Fırtına sabaha karşı dindi. Güneş ufukta doğarken, kırmızı bayrak ışıkla doldu. Hilâl, sabah güneşinde parladı.
Mehmed, güverteye oturdu. Elleri hâlâ halattaydı. Selman Paşa yanına geldi.
— Evlat… dün gece o bayrağı sen tuttun.
— Hayır, paşam, dedi Mehmet.
— Bayrak beni tuttu.
**
(Rodos Limanı — Fırtınadan sonra)
Kasırgadan üç gün sonra Aziziye Rodos açıklarına ulaştı. Gemi tamir için limana girerken, askerler güvertede toplanmıştı. Mehmed’in elleri hâlâ bandajlıydı. Selman Paşa ona bir kâğıt uzattı:
— Yaz evlat. Bu yaşadığını ailene anlat.
Mehmed kalemi eline aldı. Kağıda ilk satırı titreyerek yazdı:
"Ana, merak etme. Ben iyiyim. Dün gece gök gürledi, deniz kükredi.
Ama bayrak düşmedi."
Kâğıda düşen bir damla yaş mürekkebi dağıttı.
“Ve ben, bu sancak düşmesin diye Allah’a söz verdim.”
Mehmet Nuri BİNGÖL
Ekleme
Tarihi: 05 Kasım 2025 -Çarşamba
KIRMIZI İPEK ya da YEMİN- Hikâye
KIRMIZI İPEK ya da YEMİN- Hikâye
(Yahya’nın Atölyesi — Topkapı Sarayı, 1844)
"Hilâl ve yıldız teâli edecektir vesselam " ( Bediüzzaman)
Topkapı Sarayı’nın iç kısmında, duvarları nem kokan dar bir koridor. Koridorun sonunda küçük, penceresi Boğaz’a bakan bir oda… Yahya Efendi’nin dünyası.
Yahya Efendi, kırmızı ipek kumaşı usulca masanın üzerine serdi. Kumaş, mum ışığında hafifçe parlıyordu; tıpkı Boğaz’da uğurlanan gün batımının kırmızısı gibi.
Yahya’nın elleri yılların tecrübesiyle sertleşmiş; fakat dokunuşunda hâlâ bir zarafet. Dışarıda rüzgâr, sarayın taş duvarlarına çarpıyor; Boğaz’dan yosun kokusu geliyordu. Sarayın baş kâtibi olan Hüsnü Efendi, içeri girdi.
— Yahya Usta, dedi, Padişah’ın iradesi kesinleşti. Bu sancak, devletin resmî bayrağı olacak.
Yahya başını kaldırdı. Yüzünde yorgun bir tebessüm belirdi.
— Bir kumaş parçası için çok söz ediliyor Hüsnü Efendi.
Hüsnü Efendi yaklaşarak sessizce konuştu:
— Kumaş değil, Yahya Usta… Devletin ruhu.
Padişah buyurmuştur: “Hilal, devletin gölgesi; yıldız milletin talihidir.”
Yahya Usta'nın gözleri hafifçe parladı.
— O halde… biz talihin üzerine iğne vuruyoruz, öyle mi?
İkisi de güldü. Ama Yahya’nın içinden bir ses yükselmişti: “Bu iş, bugünü değil, geleceği ilgilendiriyor.”
Yahya hilali ipek üzerine işledikçe çocukluğu gözünün önüne geldi.
Yeniçeri dedesi Ömer Ağa’nın sesi kulaklarında yankılandı:
— Bayrağı taşıyan düştü mü, millet düşer. Bayrak ayakta kaldı mı, millet de ayağa kalkar.
Yahya elini durdurdu. Derin bir nefes aldı.
— Dedem… görsen gurur duyardın.
Tam o esnada kapı hafifçe aralandı. İçeri giren genç bir çırak, Samet, heyecanla konuştu:
— Ustam! Donanma sefere hazırlanıyor. Bu sancak… bir fırkateyne çekilecekmiş.
Yahya, elindeki iğneyi masaya bıraktı.
— Hangi gemiymiş öğrenebildin mi?
— Aziziye fırkateyni, ustam.
Yahya’nın yüzü ciddileşti.
Bir gemiye çekilen sancak, bir milletin ufka uzanan adımıdır.
— Samet, dedi yavaşça,
— Bugün işlediğimiz şey ipek değil… kader.
**
Gökyüzü pusluydu. Sarayın yüksek pencerelerinden deniz ve karşı kıyı zar zor görünüyordu. Yahya Efendi yıldızı işlemeye başlamadan önce durdu. Kırmızı zemin sessizdi. Hilâl, ışığın altında beyaz bir nefes gibi duruyordu.
Yahya yıldızı işlemek yerine konuştu:
— İzin verir misin hilâl?
Sanki ipek kumaş, Yahya’nın iç sesini duydu.
“Yıldızın doğmasına izin ver.”
İğnesini aldı, ilk dikişi attı.
Her dikişte bir insan sesi duyuyordu:
— Varna’dan haber var!
— Ankara Ovasında düşen bayrağımızı kaldırdık!
— Şehitlerimiz hilale gölgedir!
Yahya’nın elleri titredi.
Bir damla yaş, ipek kumaşın üzerine düştü.
**
(Tersane-i Âmire — Aziziye Fırkateyni)
Ertesi sabah İstanbul erkenden uyanmıştı. Haliç’in sularında onlarca yelkenli gemi salınıyordu. Tersane işçileri koşturuyor; ustalar keten çuvallar taşıyor, demirciler kızgın çubuklarla güvertelerde çalışıyordu.
Yahya elinde sandıkla gemiye doğru yürüdü.
Aziziye, üç direkli büyük bir savaş fırkateyniydi. Gövdesi gece mavisi, burun kısmında altın yaldızlı Osmanlı tuğrası vardı. Geminin komutanı Selman Paşa, Yahya’yı görünce selâm verdi:
— Hoş geldiniz Yahya Efendi.
— Bayrağı teslim almaya geldim Paşa Hazretleri.
Genç levent Mehmed, sancak direğinin yanında bekliyordu. Gözlerinde bir titreme vardı. Yahya onu fark etti.
— İlk seferin mi evlat?
Mehmed başını eğdi.
— Evet usta. Babam da bir sancak eri idi… şehit düştü.
Yahya sandığı açtı, bayrağı çıkardı. Kırmızı ipek, sabah güneşinde parladı. Herkes sustu. Selman Paşa sert ama duygulu bir ses tonuyla konuştu:
— Bu sancak, Osmanlı’nın değil… Bu milletin alnıdır.
Mehmed, bayrağı teslim alırken gözleri doldu.
— Usta… Bu babamın emaneti gibi geldi bana.
Yahya elini Mehmet’in omzuna koydu.
— O hâlde düşürme. Çünkü bayrak düşerse, vatan susar.
**
(Akdeniz — Aziziye Fırkateyni)
Rüzgâr, Akdeniz’in koyu mavi sularını köpüklere boğuyordu. Aziziye fırkateyni İstanbul’dan ayrılalı sekiz gün olmuştu. Başlangıçta yolculuk sakindi; deniz, tatlı bir ninni gibi gemiyi sallıyordu.
Ama o gece…
Gökyüzü keskin bir çizgi hâlinde ikiye bölündü. Bir taraf hâlâ maviydi, diğer tarafta kara bulutlar bir ordu gibi ilerliyordu. Gözcü, direğin tepesinden bağırdı:
— Kasırga! Güneybatıdan geliyor!
Mehmed, sancak direğine yakın yerdeydi. Bayrak rüzgârla çoktan kabarmaya başlamıştı. Hilâl ve yıldız gökyüzünde adeta nefes alıyordu.
Selman Paşa güverteye çıktı: — Yelkenler indirilsin! Demir halatları hazır tutun!
Rüzgâr aniden şiddetlendi. Aziziye, sanki dev bir gücün yumruğunu yemiş gibi sallandı. Dalgalar geminin gövdesini döverken gökyüzünden şimşekler parçalar koparıyordu.
Bir er bağırdı:
— Bayrak… fena sallanıyor!
Mehmet koşmak istedi, fakat bir anda dalga güverteye vurdu. Tahta zemin buz gibi ve kaygandı. Mehmet sendeledi; ama gözleri hep göndere taktığı bayraktaydı.
Birden yıldırım, sancak direğinin çok yakınında patladı.
— Bayrak düşerse, biz de düşeriz!
Bu söz, fırtınanın uğultusunun içinde yankılandı. Bu kez söz Mehmed’e ait değildi. Selman Paşa bağırıyordu:
— Bayrağı bırakmayın! Hilal gökyüzünde kalacak!
Rüzgâr, bayrağı yırtmaya çalışıyor gibiydi. Hilâl, rüzgârın hışmında sağa sola savrulurken Mehmet halata yapıştı. Ellerini halata doladı. Bütün bedeninin ağırlığını verdi.
— Dayan bayrak…
— Ne olur dayan…
Halat Mehmed’in avuçlarını kesti. Kan, kırmızı ipeğe değdi; ama Mehmet bunu hissetmedi.
Yanında bir başka er bağırdı:
— Mehmet! Bırak halatı! Düşeceksin!
Mehmed başını kaldırdı, gözlerinde fırtınadan bile sert bir irade vardı:
— Ben değil… bayrak düşmesin.
Selman Paşa, güvertede devrilen bir sandığı kaldırırken Mehmet’e seslendi:
— Evlat! Geri çekil!
Mehmed, rüzgârın gücüne karşı haykırdı:
— Paşam! Bu bayrağın altında babam yattı. Ben geri çekilmem!
Dalgalar bir kez daha güverteyi yuttu. Mehmet halatla birlikte savruldu. Vücudu sancak direğine çarptı. Gözleri karardı.
Ama elleri hâlâ halattaydı. Gemide ölümle hayat arasındaki sınır bir anlığına görünmez oldu. Son bir dalga daha vurdu. Gür bir ses duyuldu:
— AY YILDIZ DÜŞMEDİ, PAŞAM!
Askerlerin gözleri gönderdeydi. Bayrak hâlâ oradaydı. Renksiz Rüzgâr ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hilâl ve yıldız boyun eğmemişti. Selman Paşa, gökyüzüne bakarak fısıldadı:
— Bu millet… zorluk karşısında böyle duracak.
**
Fırtına sabaha karşı dindi. Güneş ufukta doğarken, kırmızı bayrak ışıkla doldu. Hilâl, sabah güneşinde parladı.
Mehmed, güverteye oturdu. Elleri hâlâ halattaydı. Selman Paşa yanına geldi.
— Evlat… dün gece o bayrağı sen tuttun.
— Hayır, paşam, dedi Mehmet.
— Bayrak beni tuttu.
**
(Rodos Limanı — Fırtınadan sonra)
Kasırgadan üç gün sonra Aziziye Rodos açıklarına ulaştı. Gemi tamir için limana girerken, askerler güvertede toplanmıştı. Mehmed’in elleri hâlâ bandajlıydı. Selman Paşa ona bir kâğıt uzattı:
— Yaz evlat. Bu yaşadığını ailene anlat.
Mehmed kalemi eline aldı. Kağıda ilk satırı titreyerek yazdı:
"Ana, merak etme. Ben iyiyim. Dün gece gök gürledi, deniz kükredi.
Ama bayrak düşmedi."
Kâğıda düşen bir damla yaş mürekkebi dağıttı.
“Ve ben, bu sancak düşmesin diye Allah’a söz verdim.”
Mehmet Nuri BİNGÖL
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.
