Müslümanca yaşam, Yüce Allah'ın temel ilkeleriyle hayat bulur. Bunun dışındaki her şey, onun rakibi ve alternatifi değil, yaşama dokunan hallerinin birey üzerindeki görüntüsüdür. Bu görüntünün sağlıklı bir şekilde kavranmasının ana yolu; temel ilkeler üzerinden hayata tutunan her ferdin zaman içinde yaşanabilen şeyleri ilkelere hayat veren yaşanabilir örneklerle bağımlı kılmasıdır. Onun temel ilkelerde orta yolu aramaması, temel ve de tarihsel kazanım noktasında etkin kılınan bazı yanlışlar konusunda uzlaşıcı olmadığını göstermektedir. Binaenaleyh bu iştirakin dinin temel ilkeler bağlamı dışına çıkmadığı da unutulmamalıdır. Aksi durumda sosyolojik muhalefetin devrede olduğu güçlü rekabetlerin yaşanması imkânsız değildir.
Yapılan davet noktasında Müslüman ya da bireysel kültür bağlamında ifade edilecek olan temel husus, kültürümüzün dinsel kabul ve kalıcı kimliği hususunda bazı esasları görmelerinden sonra hayat bulmasıdır diyebiliriz. Buna göre, İslâm, yabancı kültürlerden örf adı altında doğru olanı alır, yine örf ve din bağlamında yanlış olanı bırakır ve nihayetinde eksik olanı da tamamlayarak, birey ve toplum bazında yaşanabilecek olan hayata tarihsel tecrübelerin de katkı olarak sunumuna izin vermektedir. O halde İslâm’ın beşerî tecrübeler noktasında seçici olduğu, ancak buna karşın total olarak reddiyeci ve dahi inkârcı olmadığı bilinmelidir. Aksi durumlarda ise, muhatap kitlelerin onu seçen güçlü aktörler olmasının fırsatı da bulunmamaktadır.
Din ve kültürün beslenme aşamalarında görüldüğü kadarıyla zaman içinde bazı adet ve örflerin dinleşmesi hatta ibadetleşmesi söz konusudur. Dahası, dindarlığın merkezi olarak kendisini tanıtan Arap örfünün dine dönüştüğü rivayetlerin sunumu bu olguya ışık tutmaktadır. Oysaki farklı ırklardan seçilen elçilerin hayata tutunduğu toplumların kutsallığına kapı aralayan bir örnekliği olmadığını bilmek, yapılan teklifin din ve dindarlık adı altında bir etkisinin olamayacağını göstermektedir. Ve dahi bunun sağlıklı gelenekler üzerinden farklı toplumların örfünü de taşıdığı unutulmamalıdır. Vahyin tanıtımını öne aldığı yaşamsal tutumların da mutlak bağlayıcı olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır. Bilmek lazımdır ki, egemen kültürün din olgusunun adeta erkeksi olması, ümmetin yarısını oluşturan kadınların takva niteliğini de devre dışı bırakan tuhaf bir kazanımdır. Tıpkı bunun gibi, siyasi algının da zaman içinde din ve medeniyetin bir ölçüsü haline gelen hilafeti aile ya da sülaleye bağlaması, bütün dünyayı muhatap alan dinin ölçeğinde kabul edilecek bir durum da değildir. Hatta zaman içindeki sosyal algıların da bazı cemaat ve tarikatlar üzerinden din olgusuna yakın olgulara çevrilmesi, ilkesel tutumların değil, tasavvuf adı altında grup eğilimlerinin öne alındığını haber vermektedir. Üstelik hakikatin muhatabı olan birey ve toplumların hak mezhep adı altında dinsel kazanımların bölünmeyi merkeze alması ise, süreç içinde her daim grup dindarlığının öne alındığını göstermektedir. Neticede ise dindarlığı değil aidiyeti giyilen bazı kıyafetler üzerinden merkeze alıp, tanınmayı kolaylaştıran benzerlik ve de aynılığın hayat bulduğunu bilmek durumundayız.
İslâm Dini denilen ve sürecin ilk basamağını teşkil eden Hz. Âdem ve son basamağını teşkil eden Hz. Muhammed’in temel esasının “yalnız Allah’a kulluğu” merkeze alması, öteden beri bilinen bir husustur. Ancak ilginin tapınmaya, eleştirinin ise sövgüye dönüşmesi de zaman içinde gelişen yanlış dindarlığın bir veçhesidir. Sağlıklı dindarlık adına kimin daha çok sevileceği ve dahi kimin ilkelerinin benimseneceği asla unutulmamalıdır. Oysaki dinin temel amacı olan tevhidin ortak ifadesi, Yüce Allah’ı ve dahi O’nun seçilmiş elçilerini bilemek ve tanımakla kalmayıp, önerilen yollarını takip etmek olmalıdır. Hatta bu çağrının değişmeyen ortak hedeflerinden birisi olan “zina etmeyin” uyarısı da dindarlığın insanı ve ardından da toplumu kurtaran ana uyarısıdır diyebiliriz. Belki de kontrolsüz bakışın adı olan şehvetle izleyişin de buna delil olması, insanın akleden bir varlık olup iradesini öne almasına yapılan bir değinidir. Mamafih, ilk ve tek din olan İslâm’ın tevhit unsurunun zaman içinde aracılar üzerinden bozulması bile kabul edilmeyecek dindarlıkların sunumu demektir. Ayrıca bazı sosyal yaşantılarda hayat bulan çok eşliliğin de dinin temel uyarısı değil, örfe vurgu yapan geleneksel bir kabul olduğunu akıldan çıkarmamak lazımdır. Bunun devamında ise, bölgesel temizlik hatta dindarlık adı altında hayat bulmuş olan küçük yaşta evlilikler ile tecavüzcüleriyle evlendirilen kadınların da bu sosyolojiden zarar gördüğü akıldan çıkarılmamalıdır.
Bilindiği kadarıyla sorgulayan bir nesil, öncelikle kendisini muhatap alan dinsel bilgi ve tutumları sorgulamaktadır. Çünkü onun hayatını inşa eden olgu dindir. İsteğin aynı olup söz ve metodun değişmesine örnek sunan Mevlâna’nın üzüm adı altında üzüm/Türkçe, engür/Farsça, ineb/Arapça ve istafil/Rumca’ya değinmiş olması, insan ve toplumun öne aldığı anlam ve sözcüğün metodik birlikteliğini merkeze almaktadır. Tıpkı bunun gibi, merkezî yönetim anlayışlarına kapı aralayan halifelik olgusunun “yeryüzünü imar görevi” olması da akıldan çıkarılmamalıdır. Hatta bireysel donanımı değerli kılan secde olgusu da tanıma ve bilmeyi devreye sokan bir kazanımdır diyebiliriz. İşbu netlikten ötürü anlama, kavrama ve olanı bilme sürecine katkı sunan her dindarlığın birey ve toplumlara yol gösteren kazanımlar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Bazı dinsel anlatımlarda ifade edilen “önce söz/kelâm vardı” ifadelerini merkeze alan dindarlıkların buna uygun olarak Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i devreye almaları, nur-u İsa ve nur-u Muhammedî’nin yaratılan ilk şey olduğunu merkeze almalarını ifade etmektedir. Hatta vahyi Tanrı’nın sözü, Hz. İsa’nın sözü ve Azizlerin sözü noktasında ele alan Hıristiyanlığın, onu kimlerin vahiy ya da ilham aldığı noktada kişiler/azizler ile seçilmişler/veliler sınıfını merkeze alan dindarlıkların benzerliğini görmezden gelemeyiz. Her iki yaklaşımda da yer eden kabulün vahiy ve ilham benzerliği olması, seçilmiş insanları muhatap kılan mekanizmanın aynı olup haber-i sadık yani kutsal kelam üzerinden muhatapları beslediği bilinmektedir.
İnsanın yaratılışı konusunda vahyi değil de öyküsel dindarlığı merkeze alan dinsel yaklaşımlara göre insan, Allah’a benzer şekilde yaratılan ve O’nun suretinde halk edilen bir varlıktır. Allah’a benzediği için insanın diğer organlarına olmak kaydıyla sadece yüzüne vurmayı devre dışı bırakan da bu yaklaşımdır. Hatta bu yaklaşıma göre insanda kutsal olan beden ve canın birlikteliği değil, bedenden ayrı yaşama fonksiyonu alan ruhtur. Oysaki bunun özü bedensel birlikteliği can ve beden üzerinden izah eden Kur’an’a göre akletme ve iradedir. Bunları merkeze almayıp ezelî yazgıyı öne alanlara göre ise Tanrı, insanı yaratmış ve dahi sonrasında ise pişman olmuştur.
Vahiyle değil geleneksel kabullerle hayat bulan dindar insanların genel kabullerine uymayan “birlikte yaratılma” olgusu, hiçbir zaman kadınlar için doğru bir kabul olamaz. Zira buna hayat veren yaklaşımın “erkeğin kaburga kemiğinden yaratılma” seçeneği olduğuna iman edilir. Oysaki aynı özden yaratılan erkek ve kadının varlık olarak eşdeğer kalitede olması söz konusu edilmedi. Kadınların dindarlık mekânlarından dışlanması bazen de susmasının zorunlu olması hatta erkeklerin dışında saf tutması geçerli dindarlığın bir kabulüdür. Âdem ve eşi olan Havva’nın erkek ve kadını değil sadece erkeği muhatap yaratık noktasına taşıdığı bu tür dindarlıkların özel kabulüdür. Zira şeytanın erkeği değil kadını kandırarak Cennetten kovulmaya ulaştırması da kadının negativitesini ortaya koymaktadır. Buna uygun olarak kadının gebeliğinin de zahmet ve ceza olarak belirlenmesi hakikattir. Üstelik de yaratılışının doğal mekanizması olan yürüyüşün gündem dışı tutularak, yılana verilen cezanın “sürüneceksin!” bağlamında ifade edilişi de erkek ve kadın benzerliğinde neyin öne alındığını göstermektedir. Onun daha önce nasıl yürüdüğünü bilmeyen insanların kadını cezalandırma noktasında buna yakınlaştırmış olması da, beslenme aracı olan toprağı tüketen yılan özelinde farklı bir dindarlığı öne almaktadır. Esasında toprakla beslenmeyen yılanların bile bu ontolojiden arındırılarak kadına verilen cezanın muhatap benzeri olması takva sürecini büsbütün devre dışı bırakan dindarlığın yaşamsal unsura dönüştüğün göstermektedir.
Kitlesel dindarlıkların fiziksel ve tarihsel oluşumları değil de öyküsel kabulleri öne alması, zaman içinde din ve bilimin karşı karşıya getirildiğini göstermektedir. Oysaki din ve bilimin teknik unsurları asla ve kata çatışacak bildirimler değildir. Anlatının yanlış ve eksik olduğunu bilmek, din ve bilimin dediklerini farklı unsurların takibiyle görmeyi öne almaktadır. Buna uyan bir örneklemeye göre, insana haber verilen Nûh Tufanı’nın dine göre onun bölgesinde gerçekleşmesi, her daim yaşadığı yerdeki değiniyi haber vermektedir. Diğerlerine göre ise, bahsedilen durumun “bütün yeryüzünde” gerçekleştiğinin kabulünü ileri sürdüğünü ifade edebiliriz. Aynı şekilde, Kutsal Kitaba göre Nûh’un hanımı ve oğlunun gemiye bindiği, Kur’an’a göre ise binmedikleri ifade edilmektedir. Buna uygun olarak, o zamanda yaşayan elçilerin ömürlerinin de yüksek rakamlarla ifadesini detaylandırıp sünnetullah bağlamında ifade etmek gereklidir. Hatta değişen takvime göre bazen bu ifadelerin yılı değil ayı teşkil ettiği de unutulmamalıdır. Sonuçta Yecüc-Mecüc ile Gog-Magog ifadelerinin de Zülkarneyn anlatısıyla birlikte ele almanın her daim sağlıklı bir toplumsal, bölgesel ve dahi coğrafî ifadelendirmeyi deruhte ettiğine kanıt olabilecektir.
İman etmek ile amelde bulunmak olgularının zaman içinde bazı dindarlık kabullerinde şiddeti barındıran bir kusura dönüştüğü bilinmektedir. Tabiidir ki, insan için birinci basamak iman etmek, peşinden gelen kalıcı unsur da amel etmekten geçmektedir. Oysaki amelin yokluğunda imanın etkisiz hatta ölü bir unsura dönüşmesi işten bile değildir. Belki de zaman içinde temel ilkeleri ifade eden din olgusuyla, yaşanan zamanın hükümlerini devreye alan hukuk yani şeriatın her daim değişebilen bir yapısı olduğunu bilmek lazımdır. (Bkz. Maide, 5/48). Dindar insanların tıpkı on emirde olduğu gibi sebt/sebat günü olgusuyla bazen kalıcı unsurlara ekleme yapması, onlar nezdinde temel ilkelerin değiştiğini bunun için de yeni uyarılar yapıldığını göstermektedir. Hatta Allah’ın oğlu ve kızı ifadelerinin de bu yanlış kabule açık bir işaret sayılmalıdır. Üstelik “adım ile yazdım adını!” anlatımına örneklik eden Hz. İsa’nın Rab yani kurtuluş vasıtası olması, İsa’nın aracılık yapan bir elçi hatta tanrısal kişi olmasını gündeme getirmektedir. Sonuçta, kurtuluşun böylece gerçekleştiğini öne alan İncillerin Hz. İsa’ya indirilen metinlerin aynısı olmadığı bilinmesi gereken bir vahiy değişimidir diyebiliriz. Unutmamak lazımdır ki, zaman içinde böylesi dindarlıkları eğiten asıl unsurun tevhidi öne alan tutumlar olduğu devre dışı bırakılan bir yaklaşım olamaz.
Temel dindarlıkların bütün elçilerde ortak kabullerle hayat bulduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Zira indirilen din olgusu ile uydurulan din olgusunun en belirgin değişimlerinden birisini ifade eden “yüzü suyu hürmetine isteme” olgusunun tek muhatabının Yüce Allah olmadığı böylesi dindarlıkların geliştirdiği bir iman esası gibidir. Buna ek olarak, Hz. İsa’nın canlı varlık olarak göğe yükselmesi de zaman içinde diğer elçilere tanınan bir hak gibi sunulmaktadır. Müslüman kültüre nakşedildiği şekliyle, seçilen bir elçinin görev değişimi gibi bir uygulamayla elçilikten alınıp ümmet olarak hesaba çekileceği de bu yaklaşımın dindarlık içeren bir tutumudur. Binaenaleyh çarmıhta ölüp üç gün sonra dirilen İsa’yı göğe canlı olarak çıkaran kültürlerin vahyin açık ifadeleriyle çeliştiği gün gibi aşikârdır. Bu algının Müslüman kültürde Hıristiyan yaklaşımlar gibi bir noktaya vardığı açıkça görülmelidir. Oysaki evrensel kabulleri hatta sünnetullah olgusunu devreye alan vahye göre, haksızlık ve de zulmün kendisi olan çarmıhtan kurtulan İsa’nın zaman içinde kısa bir süre yaşayıp öldüğü bilinen bir realitedir. Onun Allah’a yükselen niteliğinin canı olması ve Kıyamette dirileceğinin belirtilmesi, elçiler dâhil yaratılan insan olgusunun değişmediğini göstermektedir. (Nisâ, 4/156-159).
Kur’an’a göre gayb bilgisine sahip olan tek Yüce Allah’tır. Bunun dışında O’nun seçilmiş elçiler üzerinden bazı bilgilendirmelerinin olduğu da açıktır. Bu yaklaşımın İslâm adı altında tek din olan ve süreci ilk elçiden başlayan bilgilendirmelerde apaçık bir olgudur. Kitab-ı Mukaddes’te bunun bilgilendirme faili Cebrail olarak ifade edilir. Hz. İsa’nın kendisinden istenen hatta sorgulanan bazı bilgiler için “bilmem/bilemem!” demiş olması da bu hakikatin yaşanmış formu olarak karşımızda durmaktadır. Esasında bu konudaki asıl sorunun, bu kişilerin bildiği bazı şeylerin vahiy mi tecrübe usulü mu olduğunun yakından bilinmesidir. Yüce Allah’ın bu kişileri elçi olarak seçtiğine göre özel durumlar hariç genel ifadelendirmelerin hepsinin herkesi bağlayıcı vahiy olduğu ve Kutsal Kitap adı altında hayat bulduğu unutulmamalıdır. Kendilerini bu serüvenin kutsal ve seçilmiş adamları olarak gören bazı kişilerin aldıkları ve de elde ettikleri bazı şeyleri bu süreçle açıklamış olmaları hayal kırıklığı olarak görülmelidir.
İnsanlığa temel ilkeler bazında katkı sunan vahyin hayat verdiği bir duruma göre, vahyin muhatabı olan elçilerin sadece vahiy konusunda hata yapmayacakları ya da yapamayacakları gündeme getirilir. Buna göre bizlere aktarılan Kutsal Kitap formlarında hata, yanlış, günah hatta büyük günah denilen bazı uygulamaların bu süreçte yaşanmış olduğunu yine Yüce Allah dile getirmektedir. Geleneğin bu gibi seçilmiş insanları kendi formlarından çıkarıp melek olgusuna yakın görmesi, insanlık için yaşayan örneklik olgusunu devre dışı bırakır. Ancak özellikle Kitab-ı Mukaddes’te dile getirildiği şekliyle, elçilerin bazı hataları abartılarak ve dahi uydurularak servis edilmiştir. Bunlar arasında ifade edilen Hz. Davud’un ilke dışı yolla istediği kadın, Tamaria ile yakın ilişkisi/yatması, Hz. Lut’un içki içirilip kızlarıyla yatması/zina etmesi, Hz. Nuh’un sarhoş olup çıplak olması, Hz. Harun’un put yapıp tapması ve Hz. İbrahim’in hanımını kız kardeşi diye tanıtması gibi anlatıların seçilmiş elçilerin dahi böylesi yasakları işlediği öne alınmaktadır. Bilmek gerekir ki, bazı dinsel süreçlerin zaman içinde bozulmaları hala devam eden kutsallıklar olarak görmesinin ardından, ürettikleri bu gibi olguları elçilerin hayatında devam eden tercihler olarak sunması doğru bir yaklaşım değildir. Oysaki hata denilen olguların işlenmesi, insan denilen her kesimin bazı zamanlarda bunları yapması olarak kabul edilebilir. Bütün bu süreçlerde asıl olan olgunun elçilerin pratiklerini de dikkate alan Kur’an’a göre bireysel tövbe ve sakınma olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Bilmek durumundayız ki, Müslüman ve mü’minlerin din denilen kabullerinin aslının vahiy süreci olduğu şüphesizdir. Yine bilindiğine göre, ilk olarak seçilmiş olan elçilerin bunları öğrenmek ve öğretmek yükümlülüğü bulunmaktadır. Onların kendilerine aktarılan şeyleri değiştirme imkânlarının olmaması bu sürecin nasıl hayat bulduğunu defaatle göstermektedir. Bunun yanında, seçilmiş olan ilk örneklik bazında pratiklere hayat veren bu kişiler, asla ve kat’a muhatap olduklarının çevresinden çıkamazlar. Buna uygun olarak, onların bazı pratiklere hayat vermesi ise, daha başında seçilen örneklerin yaşamsal katkılarının olduğunu haber vermektedir. Yine unutmamak lazımdır ki, vahyin muhatabı olan kişiler başta elçiler olmak üzere insanlığın bütünüdür. Ölüler diyarını gündeme alan Kutsal Kitapların bu süreçte hayat verdiği durumun hesabın daha hayat bulmadığı zamanlarda gerçekleşen Kabir Azabı olduğu şüphesizdir. Oysaki diğer algıların yanında Kur’an’ın kullanımlarında (Mü’min/Ğâfir, 40/46) kabir ve azap kelimelerinin asla yan yana kullanmadığı apaçıktır. Yine bilmek gerekir ki, 17 yerde geçen kabir kelimesinde 7’si ölülerin gömüldüğü kabir, diğerleri ise dünya, rahim ve bel olarak kullanılmıştır. Yine Kur’an’a göre sorgu ve hesabın yapılacağı yer olan Kıyamet hayatının diğer kültürlerde ifadesini bulan Sırat Köprüsü ve Ahura Mazda’da ifade edilen Çinvat Köprüsü olduğu unutulmamalıdır.
Yine Kur’an’ın açık ve kesin olan ifadesine göre insanlarla ilgili olan “şefaat” kuramı, affedilmeyi torpile bağlayan bir katkı değil, yaşamsal süreçlerdeki birlikteliği öne alan “tanıklık” demektir. Bunun Âhiret denilen ikinci dirilişin merkezi olan hesaba çekilinecek mahkemede olması ise, yine onun açıkça bildirdiği bir husustur. Zaman içinde Allah için “bağışlama” ve insan için “tanıklık” olan şefaatin torpile dönüştüğü kabullerin olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Tıpkı dinin asıl emri olan namazın bütün şeriatlarda da var olduğu gibi, bu tür kavramların Kur’an ifadelerinden daha yakın öğrenilmesi gereklidir. Hatta vahiy sürecinde aktarılan bilgilere göre Hz. Şuayb, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Lût, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Harun, Hz. Mûsa, Hz. İsa ve Hz. Zekeriyya’nın namaz kıldığı apaçıktır. Buna ek olarak, Hz. Lokman’ın dahi bu ibadetten uzak durmadığı bildirilmektedir. Dememiz odur ki, din denilen olgunun asılları ile asıl değişkenlerinin merkezi vahyin kendisi, yaşamsal pratiklerinin yeri de elçilerin bazı tercihleri olduğundan ötürü, bunların bilinmesi, sorumlu kılınan insanın temel mükellefiyetleri ile asıl haklarından birisidir.
Yaşanan kültürün bazı durumlarda gerçek dinin veyahutta İslâm’ın yerini alması, beşer hayatında mutlak surette tanık olunan dindarlık ölçülerinde sıklıkla görülen bir aşamadır. Buna göre Kur’an ölçeğinde özür, hastalık ve üremenin özü olan adet durumu, bu yaklaşıma göre murdarlık/pislik/kirlilik ve eksiklik olarak sunulduğu görülmektedir. Onların yaklaşımına göre insanlığın çoğalmasının asıl unsurlarında bir olan âdet görmenin kirlilik, murdarlık ve doğumla gelen bedensel duruma ad verilen lohusalığın da murdarlık olarak kabulü öne alınmıştır. Hatta bu yaklaşımın hem dindarlık ve hem de temizlikteki ezelîlikle açıklanmış olması, asıl unsur olan erkeğin öne alınmasını da gerekli kılmıştır. Ve dahi kadınların doğurduğu erkek ise 1 hafta/7 gün, kız ise 2 hafta/14 gün hastalık hâlinin değil kirlilik ve murdarlığın oluşması demektir. Buna uygun olarak bu tür kadınların sağlığı için önerilen cinsel yasakların erkek için kirlilik hâlinden kurtuluş olarak sunulması, erkeklerin çok eşliliğinin de önünü açan bir gerekçe olmuştur. Mamafih yaşamın merkezinde duran hemen her ailenin sağlık hâlinin kazanılması olan bu sürecin kadın için kirlilik ve günahkârlığa dönüşmesi, Afganistan’da Kalaşlar ve Tanrı algısı ile Hinduş Dağları’ndaki kabile algısında “pis/pislik/pislik” olarak kabul edilmesi de bu yaklaşımın zamanla ortaklaşa kabulüne işaret etmektedir.
Yahudiliğin temel kabullerinden birisi olan recm/recm etme yani taşlayarak öldürme seçeneği, hemen her daim toplumun fakir ve zayıfları için kullanılan bir cezalandırma yöntemi olmuştur. Bilindiği kadarıyla bu cezalandırma işleminin Kur’anî bir seçim değil (Bkz. Nûr, 24/2-4), kültürel bir tercih olduğu ortadadır. Zira bu ceza, Yahudilikte dinsel anlamda hayat bulan genel bir cezalandırma şeklidir. Onlara göre bu suçu işleyenler, babasının kapısında taşlanarak öldürülür. İnsanlık için oldukça sorunlu olan bu tercihlerin zaman içinde tövbe ve değişimle değil öldürme ve yok etmeyle ilgili olması, terbiye edilecek bir inan ve ortadan kaldırılacak olan bir davranış modeline son derece aykırı durmaktadır. Benzer şekilde, Yüce Allah’a inanmayan hakkında bu dünyada öldürme hukukunu devreye sokarsanız, insanlığın süreç içinde değişimini ortadan kaldırırsınız. Haddizatında elçilerin ve yanında olan kişilerin değişimden önceki hayatlarını bilirseniz, bu yaklaşımın ne denli eksik ve de yanlış bir uygulama olduğunu daha yakından anlayabilirsiniz. O kadar ki, kâmil insanın başta elçiler olmak üzere Hz. İsa’ya hatta Hz. Mesih’e benzemeyle başlayan günâhsız insan değil, tövbeyi merkeze alan insan olduğunu bilmek lazımdır. Binaenaleyh Kur’an’a göre ilk insan ve daha sonra ilk elçi olan Hz. Âdem’in yaratılışında ifade edilen işlenmiş günâh olgusu, günâh ve tövbe olgusunu insan hayatının merkezinde dile getirmektedir.
Yahudi ve Hıristiyan algısına göre Tanrı sevgidir. Vahyin anlatımını devre dışı bırakan bu yaklaşımın dinsel sunumlarda hâkim durumda olan ve “ötekini görmeyen” bir eğilim olduğu muhakkaktır. Oysaki daha çok bireysel tercih olan sevgi, öfke, af, kızgınlık ve diğer duygularla iç içedir. Bu şekliyle özellikle kadınların itaat sınırlarının Allah’tan kocaya/eşe kaydırılması, Yahudi geleneği ve insan algısının zaman içinde dinleştirildiğini göstermektedir. Bu dinsellikte meşru ve haklı olma değil, her durumda eşe itaatin öne alınan dindarlığa dönüştürülmesi, olan ile olması gerekenin nasıl bir dönüşüme katkı sunduğunu öne almaktadır. Hatta bu yaklaşımın insan ve devlet algılarının zaman içinde değiştiğini de göstermektedir. Bilindiği kadarıyla insan hakkı ile devlet hakkı arasında bazen yakınlaşan hakkaniyet olgularının olduğu unutulmamalıdır. Gelir ve giderin paylaşılması, zaman içinde devlete ödenen vergi konusunda Hz. İsa’nın Roma İmparatoru Sezer üzerinden farklılaştırıldığı öne alınmaktadır. İtaat olgusunun hem eşler bazında ve hem de otorite bazında hayata anlam katan bir unsur olması, kişisel durumların kadın-erkek ayrımına tabi olmadığını da göstermektedir. Tıpkı bunun gibi kamu malına ve otoriteye ortak olan bireylerin de bu alandaki borçlanmalarını bilmesi de muhakkak ki elzem bir husustur.
Erkeklerin egemen olduğu dünya algısında boşanma kadına verilen bir hak değildir. Bu sosyal durumu din olarak sunan kesimler ise, dünün yaşanan olgusunu ebediyete taşımaktadır. Oysaki kadın ve erkek için evlenme olayı nasıl ki iki tarafın katılımını sağlayan bir pratiktir, tıpkı boşanma da bunun gibi iki tarafın bir tercihidir demek lazımdır. Dindarlık adına yaşanan gelenekteki gibi bunun erkek üzerinden olması da ne ahlâkî ve ne de İslâmî’dir. İmdi, kadın ve erkeğin evlenmesi ortaklık ve seviyeyi merkeze alan bir yaşama tercihi olması gerekirken, kadın ve erkek tarafından adanmayı merkeze alan bir yaklaşım olmamalıdır. Haddizatında her iki taraftan birinin ya da her ikisinin tercihiyle hayat bulan boşanma, her daim hukukî bir süreç olduğundan ötürü, her iki taraf içinde boş kâğıdının kaydı gereklidir. Üstelik bazı dinselliklere göre kayıtsız birlikteliğin diğer adı olan zina hariç boşanmanın olmadığı da erkek egemen bir dindarlık demektir. Bu yaklaşıma göre ise boşanmış kadınlarla evliliğin de murdarlık olması, tıpkı kadınlarda âdet hâlinin devamını gösteren bir kabul gibidir. Neticede erkeklerin kadın haklarını devre dışı bıraktığı bu türden dinselliklerin, insan haklarını merkeze alan vahyin önerdiği dindarlık biçimi olmadığı, zaman içinde erkeği merkeze alan sosyolojinin din diye sunulduğuna açık bir işarettir.
Bazı dindarlıkların yanlış ve haksızlıkla mücadeleyi merkeze alan cihadı değil de her daim geçerli olan pasifizmi hayatın merkezine alması, din ve siyasetin içselleştiği dönemlerde hâkim durumda olan ve çoğu zaman otoritel hatta otoriteryel dindarlığın seçimini gösteren bir durumdur. Yine bahsedilen eğilimler üzerinden hayat bulan bu seçimlerin adalet üzere değil her daim meşru ve geçerli güce mâtuf olduğunu haber vermektedir. Bilindiği kadarıyla bunların otoriteyle adalet ve hak tartışmasını yapanlar değil, kendilerini merkeze alan ve kontrolsüz güçlerle yakın ilişki kuran dindarlıkların kaçamağıdır diyebiliriz. Zira “göz göze, diş dişe!” önerisini veren Tevrat’ın yanında, “bir yanağına vurulursa ötekini çevir” diyen İncil’in de benzer yaklaşımı benimsediği görülmektedir. Bilmek durumundayız ki, onlar için bireysel birliktelikte önemli olan selamlaşma her daim geçerli olsa da, bu yaklaşımın siyasal otoriteyle farklı bir süreci öne aldığı reddedilmemelidir. Buna göre, eve girerken selamını veren kişiler (Matta, 10/12-14), devlet otoritesi konusunda saygı ve uyumu esas almalıdır. Ana babaya iyilik ve kötülük yapanların, yaptıkları yüzünden hesaba çekilecekleri, sadece onları dövenlerin ise öldürülebilecekleri bir şeriatla geçerli kılınması, Hz. Mûsa üzerinden bunu hayata taşıyan bir dinsel yaklaşımı merkeze aldığı hususlardır diyebiliriz.
Dünün dindarlıklarından birisi olan Yahudi ve Hıristiyan algısına göre hayat veren tuz üzerinden insanların olması gereken bir olguya evrildiği görülmektedir. Yaşadığı hayatta “tuz kokma” ve “tuz olma” bu yaklaşıma göre bir dindarlık hâlidir. Tıpkı bunun gibi Hz. İsa’nın da bazı hastaları iyileştirmesi ve bazı ölüleri dirilttiği öne alınmaktadır. Cüzzamlı ve felçlilerin hareketsiz ölü gibi durmasını farklı yorumlayan bu zihniyetin cinlenmiş delileri, kabirlerde yaşayan rahatsızları iyileştirip sıtmalıları da mutlak manada iyileştirmesini tıbbî dokunuş değil, tanrısal mucize olarak sunduğu bir durum vardır. Bunun yanında, onun körleri ve akıntısı olanları iyileştirdiği de ifade edilmektedir. Galiba ölüleri diriltmenin sadece Yüce Allah’ın hakkı olduğunu bilen bu kişiler, çarmıhta öldürülmekten son anda Yüce Allah’ın bildirmesiyle kurtulan Hz. İsa’nın tanrısallığı üzerinden ölü genci de iyileştirdiği ve ona hayat verdiğini ifade etmektedirler. Oysaki Kutsal Kitap merkezli olarak burada ifade edilen durum, o kişinin canlı olup ölü değil, ölü gibi olduğunun ifadesinin de bilinmesi gereklidir. Galiba Hz. İsa özelinde hayata tutturulan bazı öykülerin insanı tanrılaştıran bir yaklaşım olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Zaman içinde farklı dindarlıkların beslenme kaynağı durumunda olan kader algısının ezelî yazgı modunda önceden belirlenen bir süreç olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Kur’an’ın verdiği bilgiye göre insanın hesabına konu olan her durum ve eylemler/fiiller, her durumda anlık yazılan ve kayıt altına alınan bir husustur. Yüce Allah’ın ifade etmiş olduğu “Kiramen Kâtibin” olgusunun izahı bu hakikate kapı aralamaktadır. Yahudilikte kesin yazgı olan bu inanç konusu, Hıristiyanlıkta yumuşamış olsa da Müslümanlıkta olmasa da Müslüman kültürde de eski hâline döndürülmüştür. Mamafih ensest ilişki, homoseksüellik, lezbiyenlik vb. eğilim sahiplerinin tercih kusurlarının yanında tedavisi devam eden tıbbî eksiklikler olması gerekirken, öldürülme ve taşlanmaya, yüksek yerden atılarak öldürülme hatta yakılmaya kapı aralayan bir dindarlığı sonuçta bilgisizlik ve dahi hastalık hâlinde olanların tedavi ve hatta eğitilmeyi değil, aynı anda cezalandırmayı merkeze almıştır. Onların bildirdiğine göre, benzer varlıklar arasında gerçekleşen eşcinsellik, kadın ve erkek arasında hayat bulan zinadan daha büyük bir suçtur. Onlara göre, bu işin failleri uyarı mekanizması ile hastalıktan kurtarılan hâllerini değil doğrudan öldürülmeyi hak etmektedirler. İnsan ve insanlık halinde yapılan yanlışların çözümüne kaynaklık eden dinin dikkate alınan bir uyarı mekanizması olduğu bilinmelidir. Hâsılı, zaman içinde kendisine muhatap bulan bu hataların gerek vahiy ve gerekse de tıbbî dokunuşla düzeltildiği ve hemen ardından Kur’an ölçeğine dönmenin “geçerli dindarlık” olduğunu unutmamak lazımdır.
Beşerî dindarlığın en temel yaklaşımlarından birisi olan temizlik, abdest ve boy abdesti uygulamaları hem ibadet sürecinde ve hem de yaşam sürecinde insanlığa yol göstermektedir. Ancak bu olguları kadın ve erkek sürecinde ayıran bazı dindarlıkların olduğunun bilinmesi gereklidir. Onlara göre kadınların mabetlerde ibadet ve dua etmesinin doğru olmadığı bilinen bir dindarlık çeşididir. Yine bunlara göre erkeğin ibadet sürecinde başı açık olmalıdır. Kadının ise örtük olmalıdır. Yine bu anlayışa göre örtü hâkimiyet alametidir. Örtünmenin olmadığı erkeklerde saçın tıraş edilmesi de makbul olan dindarlık alametidir. Yine bu yaklaşıma göre erkek çocukların sünnet olması Yahudi-İbranî geleneğidir. Onlara göre, sünnetli olmak iman alameti, sünnetsiz olmak ise imansızlık alametidir. Kadın ve erkek için örtünme geleneğinin de amelle değil imanla ilgisi bulunmaktadır. Öteki ile olan ilişkilerin merkezinde seçilmişlerin üstünlüğü yatmaktadır. Yine bunlara göre Tanrı tarafından seçilmiş olanlar yani İsrailliler diğerlerine kötülük yapabilir, onları yani Mısırlıları soyabilirler. Her daim haklı oldukları için insanlığı daru’l-harb fıkhı ile yönetmek lazımdır. Bu manada Yahudi olmayanların Allah’a kul olma konusunda ismi dahi anılamaz. Yaşanan hayatı dindarlık adı altında kendi merkezlerinde kabul eden bu tür yaklaşımların sadece Yahudi ve Hıristiyanlarda değil Müslüman toplulukların cemaat algısında da kendisini gösterdiği unutulmamalıdır. Bu yaklaşıma göre öte dünyada kurtulacak olan kişi ve grupların belli bir şeyh/şeyh efendi ile veli/evliya vb. kabulünden geçtiği gözden ırak tutulmamalıdır.
Tarihsel sorunların hem akleden dindarlıkları merkezden uzaklaştırdığı ve hem de özgürleşen bireyleri dışladığı bilinmektedir. Bu yaklaşımın testi gibi çözüm sadedinde ifade edilecek bazı hususların olduğu unutulmamalıdır. Sosyolojinin bazı tanıklığına göre bireysel ve toplumsal dindarlığın ilkesel dindarlığa kapı aralamadığı görülmektedir. Buna örnek olabilecek bir hususa göre, Abdullah b. Ömer der ki: “Resûlullah hayatta iken vahiy gelir de bizi azarlar diye kadınlara söz söylemekten ve haksızlık yapmaktan korkuyorduk. Resûlullah vefat edince yine konuşmaya ve haksızlık yapmaya başladık.” (Buharî, Nikâh, 81; Hadislerle İslâm, DİB Yayınları, IV, Kadın, s. 221; Faruk Beşer, “Pozitif Ayrımcılık Eşitlik Yok Demektir.” Yeni Şafak, 12. 11. 2017).
Gelinen bu aşamada konunun daha iyi anlaşılmasına aracılık edecek bir durumu daha aktarmak gereklidir. Buna göre İkinci Abbasî Halifesi olan Mansûr (714-775) ile Ebû Hanife diyaloğu şöyle yaşanmıştır. Abbasiler döneminde seçilip halifelik yaptığı dönemlerin 754-775 arasında olan Halife Mansûr, görev teklif edip kabul edilmediğini gördüğü Ebû Hanife’ye der ki: “Yoksa bizim gidişatımızı mı beğenmiyorsun?” Ebû Hanife der ki: “Ben bu iş için uygun kişi değilim.” Buna karşılık Mansûr der ki: “Yalan söylüyorsun!”. Son olarak Ebû Hanife şöyle der: “Mü’minlerin Emiri, bu sözüyle benim bu iş için uygun olmadığıma hükmetmiş oldu. Zira eğer ben yalan söyleyen birisi isem, kadılık görevine uygun birisi değilim demektir. Yok, eğer doğru sözlü biri isem/söylüyorsam, size bu iş için uygun bir kişi olmadığımı söylemiştim.” Tabiidir ki bu diyaloğun sonunda hayatının büyük kısmını zindanda geçiren bir İslâm âlimiyle karşılaştık.
Kanaatimize göre gelinen bu aşamada çoğunluğun hakikat dilini değil, güç ve menfaat dilini kullandığını öne alan Stefan Zweig’a de kulak verme zamanıdır: “Karakter sahibi insanların kaderinde vardır, daima itilir, dışlanır ve yalnızlığa mahkûm edilir…” Yaşanan bireysel ve toplumsal zorunluluk hallerini ifade eden kaderi sosyoloji üzerinden anlatan bu sözü daha anlamlı bir durumda dile getiren yaklaşımların olduğu da bilinmektedir. Öyle ki, bunun devamında âdil olmayı iyilik olgusuyla yan yana değerlendiren Victor Hugo’yu dinlemek lazımdır: “İyi olmak kolaydır, zor olan “âdil” olmaktır. En mükemmel adalet ise vicdandır.” Gelinen bu noktada bireysel ve toplumsal ifadelerin yaşanan hakikatleri de gündemine aldığını bilirsek, olan ile olması gerekeni daha yakından algılamamız mümkün görünmektedir. Mamafih sonuçta Müslümanlığın hem zulme ve hem de iradî kötülüklere nasıl karşı durabildiğini yaşayan örneklikler üzerinden tanımlayan Aliya İzzetbegoviç’in dediklerini gündem dışı tutmamak lazımdır: “Ben olsam Müslüman doğudaki tüm mekteplere “eleştirel düşünce” dersleri koyardım.”
Müslümanın dili konusunda bazı uyarıları yapan kişilerin dediğine göre, hemen her şeyi bilen ve kontrol eden Yüce Allah’ın bilincinde olmak şartıyla şu sloganların dilimizde sıklıkla kullanılması gereklidir: “Başlamadan önce: İnşallah; başlarken: Bismillah; şaşırırsak: Allah Allah!; güvenirsek: Eyvallah; azmedersek: Alimallah!; aynı fikirdeysek: Eyvallah; karar verirsek: Ya Allah!; yemin edersek: Vallah Billah; sıkılırsak: Fesubhanallah; aşırı kızarsak: Hasbunallah; pes edersek: İllallah; unutursak: Hay Allah!; sakınırsak: Mazallah!; takdir edersek: Maşallah!”. Görüldüğü kadarıyla, işlenen fiillerin insan tarafından yapıldığı ve dahi anında kontrol ve süregelen kaydın Yüce Allah tarafından sürdürüldüğü bu sürecin insanı akleden bir varlık konumunda tutarak Yüce Allah bilinciyle yaşamasını salık vermektedir. Bu öneri ve tavsiyelerin hem insanı ve hem de onun medeniyetini vahyin önerileri doğrultusunda âdil bir şekilde geliştireceğinden kuşku olmamalıdır.
Akıl, zekâ ve irade sahipliği üzerinden yol alıp gelinen son aşamada rahatlıkla ifade edilmelidir ki, hemen her insanı merkeze alan bir yaklaşım olan ilkesel tutarlılık ve kültürel kimliğin beslendiği esas şeyleri öne alan bireysel ve toplumsal kabullerin değişmez öneriler üzerinden hayata tutunması gereklidir. Bu tutunmanın akleden insan için son derece kazanımlı ve dahi katkılı bir tercih olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Haddizatında dinin hemen her kazanım ve beslenme süreçlerinde “geniş kapı” olduğunu bazılarının onu “dar kapı” yapmak istediği bilinmektedir. Yine din “rahmet dini”dir. Bazıları ise onu “zahmet dini” hâline getirmek istemektedir. Hemen her muhatabı varlık olgusu üzerinden kontrol edemeyen bir süreçte çocuklar ile gençlerin “din yorgunu” hâline getirildiği açıkça görülmektedir. Ağır bir günâh işleyen birisini dinleyip ona: “Kendini afişe etme, bunları her yerde anlatma, evine git, tövbe et!” diyen bir elçinin seçim ve uyarılarının gözden kaybolduğu bir süreçte yaşamaktayız. Din ve dindarlık adına ana parolanın “Lailâhe illallah” olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. İmdi, gelinen son noktanın akleden insanı esasa döndürecek kabuller olduğu ve dahi onun hayatında merkezde olup takva sürecine yaklaştıran her kazanım ile edinimi beslediği her daim bilinmelidir.