Kariyer planlaması…
<p>Cumhurbaşkanlığının tensipleriyle tüm üniversitelerimizin lisans ve ön lisan programlarına bir saatlik zorunlu “Kariyer Planlaması” dersi konuldu. Bu mahiyetteki bir dersin çocuklarımızın eğitim hayatında yer almasının elzem olduğunu düşünenlerdenim. Çocuklarımızın ilgilerine, becerilerine, fıtratlarına uygun olan mesleklere yönlendirilmesi, bunlara uygun eğitim alternatiflerinin ilkokuldan itibaren verilmesi kanaatindeyim. Bütün öğrencilerin aynı standarda bağlanması, aynı müfredata tabi tutulması pek çok dehanın arada kaybolup gitmesine sebep olduğunu düşünenlerdenim. Albert Einstein’in meşhur hikâyesi olan ilk mektepte geri zekâlı muamelesi görmesi bu konuyu anlatması bakımından çarpıcı bir örnektir. Lakin ta Einstein’e kadar gitmeye gerek yok geçen gün Doğuda bir ilimizde henüz ilkokul çağındaki bir çocuğumuzda müthiş bir müzik kulağı, bu minvalde bir yeteneği olduğu keşfedildiği haberi televizyonda dolaşıyordu. Ya keşfedilemeyenler… Kanaatimce meseleye “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz…” anlayışı içinde bakmak gerekiyor.</p>
<p>Bizde garip bir kariyer ve iş anlayışı var. Güdümlenmiş. Geçen gün üniversiteyi aynı dönem okuduğum bir arkadaşımla; üniversite yıllarından, sınıf arkadaşlarımızdan, ortak hatırlarımızdan konuşuyorduk mevzumuz “kim nerede ne iş yapıyor” şeklinde kariyer meselesine geldi. Arkadaşım pek keyifliydi, henüz 15 gün önce akademik doktor olmuştu, sözü kendine getirdi. Bu süreci geçmek onun için kolay olmamıştı. Doktora tezi yazarken ki sıkıntılarından bahsetti. Ne de olsa akademik kariyerin mihenk taşıdır doktora tezi. Adını bilim tarihine yazdırmış insanların kahir ekserinin bu şöhrete ulaşmasına temel olan çalışmaları doktora tezleri ve bu süreçte yaptıkları yayınlar olmuştur. Bu insanlar doktora sürecinde attıkları temele sürekli yeni inşalar yaparak bilimsel çalışmalarının doruk noktasına ulaşmışlardır. Lakin eskiden beri var olan kadim bir tartışma da bugünlerde yine ayyuka çıkmış durumda: “nicelik arttıkça nitelik kayboluyor” tezi akademinin küresel bir sorunu olarak yeniden gündemdeki yerini almış durumda. Bu durum ülkemiz için de malum bir gerçek olarak ortadadır. Her doktora çalışması tanımlandığı gibi idealist ve mühim bir kıymete haiz olsaydı bugün en azından ülkemiz için daha farklı şeyleri konuşur, tartışır olurduk neyse bu başka bir yazıda mevzu bahis edilecek bir konu…</p>
<p>Ben arkadaşımla aramızda geçen muhavereye tekrardan döneyim. Arkadaşım, ortak tanıdığımız bazı isimleri zikrederek şu nitelemelerde bulunuyordu: “filan kişi çok zekiydi şimdi bu halde, feşmekânın dersleri çok başarılıydı, aktif bir öğrenciydi bugün şu işi yapıyor” şeklinde onları küçümseyen ifadelerle konuyu şöyle bağladı; “bu arkadaşlar öğrenciyken başarılıydılar, aktiftiler fakat netice itibariyle kimi polis oldu, kimi pazarcı. Bir mevkie gelemediler ben ise akademik doktor oldum”. Biraz da bana nispet yaparak demek istiyordu ki: “ben kariyer planlamamı çok iyi yaptım ve şimdi buradayım. Zeki olmak ya da farklı yeteneklere sahip olmak önemli değil, önemli olan kendini bilip, geleceğini yönetebilmektir.” Arkadaşım aslında bir bakıma haklıydı, kariyer yönetmek bu olsa gerek. Ne yapamayacağını bilmek... Arkadaşımla birbirimizi 25 yıldır tanıyoruz, henüz yeni doktorasını almış dostumun mutluluğuna gölge düşürmemeye gayret ederek, rencide etmeden ona dedim ki: “Sevgili kardeşim o niteliklerini saydığın kişilerden biri de benim. Üniversite okurken bir yandan berber dükkânı işletiyordum, diğer yandan gazete çıkarıyordum, öbür taraftan piyasaya reklam hizmetleri yapıyordum, yurtta kaldığım boş saatlerde de kapalı çarşıdan aldığım incik boncuktan takı tasarımı yapıp bunları öğrencilere ve personele satıyordum ve hakeza. Ayrıca bu işleri yaparken de okulumu ve derslerimi ihmal etmiyordum. Üniversiteyi de bölüm birincisi, fakülte ikinci olarak bitirdim. Henüz üniversite bitmemişken o dönem için hayli yüksek bir maaşla da işe başlamıştım. Çünkü benim para kazanamayacağımdan yana bir korkum, piyasada iş yapamam diye de bir endişem yoktu. Sermayem olmasa da bilgim ve cesaretim vardı o sebepten de bilinçsizce de olsa yapmak istediğimi, olmak istediğimi yapmak benim için memur olmaktan evla bir işti. İyi bir gazeteci olmak benim için hoca olmaktan öncelikliydi. Dolayısıyla bu işe daha çok yönelmiştim. Lakin çevremde tanıdığım pek çok kişi okul bittiğinde sudan çıkmış bir balığın yaşadığı duyguları yaşayacak olmanın elim korkusu içinde daima kamu hizmetine güdümlenmişti. Kamuda (üniversitede) herhangi bir görevde çalışabilmek için bazıları şeref ve haysiyetinden pek çok şey feda etmişti. Lakin senin adını saydığın o aktif olan öğrenciler ‘nasıl olsa bir iş yaparım, tuttuğumu koparırım’ düşüncesi ile piyasaya atıldılar, belki umduklarını çoğu kez bulamadılar, hayal kırıkları yaşadılar, bazen umutları kayboldu bazen de paraları ama mücadeleyi olması gereken yerde, sahada yaptılar. Evet, pek çok kez kurumların içinde de mücadeleler oluyor hem de en haysiyetsizinden ama onlar bu kirli mücadele yerine er meydanını tercih ettiler. Gazetecilik okuyanlar pazarlamacı oldu, halkla ilikler okuyanlar kabzımal, mühendisler tacir ve sair… Tabii ki bu durumun bu şekilde gelişmesi bir ülkenin geleceği için, bireyleri için çok büyük bir enerji ve sermaye israfıdır. İnsan için en değerli şey nedir? Şüphesiz ki ömrünü üzerine inşa ettiği vakittir. Ömür sermayesini ve vaktini heba edenin vay haline... Maalesef ki eğitim anlayışımız hem kurumlarımızda hem öğrencilerimizde hem de velilerimizde en değerli sermayemizi; gençliğimizi ve zamanımızı heder eden bir anlayış üzerine inşa edilmiş vaziyette… Üniversiteye gelen ve beş yıl bir bölümde okuyan birisi mezun olunca neden okuduğu bölüm ile alakasız bir işte, bir meslekte çalışıyor ya da çalışma teşebbüsünde bulunuyor, ya da neden buna mecbur oluyor? Ve üniversite mezunlarının büyük bir kısmı neden ‘kendimi nasıl kamuya sokarım’ın derdi içinde ve ne iş olduğu önemli olmaksızın bir kamu çalışanı olmak için ne çok ve gereksiz sınavları vermek zorunda kalıyorlar? Elbette ki bu konu eğitim camiamızın, kamuoyumuzun yıllardır tartıştığı ve içinden çıkamadığı bir durumdur. Lakin ben bir kısmına cevap vereyim; başıboşluktan, bilinçsizlikten, yanlış yönlendirmeden ve sistemden ya da sistemsizlikten… Yeteri kadar tanıyamadan ya da tanımak istemeden ‘benim kızım doktor olacak, benim oğlum subay olacak’ dayatmasıyla büyüttüğümüz çocuklarımızı kendi arzularımıza bile isteye kurban ediyoruz. Onların fıtratlarını, duygularını, yetilerini keşfetmeye çalışmadan bir yandan en gözde (?) olan mesleklere zorluyor öbür yandan da nasıl daha rahat para kazanabileceklerini, kendilerini yormadan nasıl avantandan işler yapabileceklerini, bu işlerin uyanığı nasıl olacaklarını onlara salık veriyoruz.” </p>
<p>Bir hatıram aklıma geldi: üniversiteye yeni başlamışım hazırlık sınıfındayım bir gün yurt lojmanlarının önünde bir bankta otururken yanıma Muhittin hocam oturdu hangi bölümü okuduğumu vesaire sordu, tanıştık. Bana; okuduğum bölümü nasıl algıladığımı, o bölümden ne anladığımı, beklentilerimi ve halkla ilişkilerin ne anlama geldiğini sordu ben de kendimce bunları cevapladım. O, “Hayır dedi. Ben, bunları sormuyorum. Sokaktan geçen herhangi birini çevirsen ona da ‘halkla ilişkiler nedir?’ diye sorsan o da bir sürü şey söyler, söylediği şeyler de bir halkla ilişkiler tanımı olabilir. Ben ise senin gerçekten neyi istediğini, istediğin şeyin gerçekten bu bölüm mü olduğunu öğrenmek istiyorum” şeklinde bir açıklama yaptı. Ben ki üniversiteye yaşımın üstünde başlamanın avantajlısıydım. Hayat tecrübem, esnaflığım, gurbet görmüşlüğüm gibi diğer öğrencilerde olmayan avantajlarım vardı. Bunlara istinaden de kendimi güya çok bilinçli bir üniversite tercihi yapmış sayıyordum ta ki o sualle muhatap olana kadar. Nitekim bu sual bana o kadar da bilinçli olmadığımı göstermişti, kendimle yüzleşmemi sağlamıştı. O yaz Türkiye’ye dönünce epey bir kitap aldım bölümümle ilgili okuyup öğreneyim daha bilinçli olayım, kendimi geliştireyim diye çok çabaladım. Lakin tercih yaparken salt bir mesleğin popülaritesi, maddi getirisi size katacağı imajı önemli değilmiş, üniversiteyi bitirip sahaya çıkınca onu bi hakkalyakîn içinde yaşayarak gördüm. Bir mesleği icra ederken fıtratınız da çok önemliymiş, yani insanın tabiatı; yeteneklerini, duygularını yönetebilmeliymiş bunu öğrendim. Kemal Sunal gibi gerçek hayatta çok ciddi mizaçlı bir adamın kamera karşısında “İnek Şaban” olabilmesi ve bunu karşısındakine de aynen hissettirmesi, inandırabilmesi önemli bir maharetmiş onu idrak ettim. Evet, ben bunları deneyimleyerek öğrendim. Deneyimleyerek öğrenmek en kalıcı öğrenme biçimi olsa da “bir musibetin bin nasihatten daha iyi” olduğu anlayışı bazen çok ağır bedellere mal olabiliyormuş bunu kendimde ve çevremde yaşayarak gördüm. Bu bedeller; bazen psikolojik tedavi görmenizi gerektirebiliyor, belki eşinizden ya da ailenizden ayrılmak zorunda da kalabiliyorsunuz, sevdiklerinize gönül koyuyor hatta onları düşman bile belleyebiliyorsunuz daha ileri düzeyde ise cinnet geçirebiliyor, sevdiklerinize ya da kendinize kast bile edebiliyorsunuz. Böylesi bir musibete düştüğünüzde “hasbünallahü ve ni'melvekîl” diyebilecek itikattan da yoksunsanız artık tecrübenin de size katacağı fazla bir şey olmadığını anladığınızda iş işten artık geçmiş oluyor. Bazı şeyleri tecrübe edenler “okulunu okusaydım bu bilgiye ulaşamazdım, bu bana müthiş bir ders oldu” derler. Evet, tecrübenin bu denli etkili olduğu doğrudur. Lakin öğrenmek için illaki bu ağır bedelleri ödenmeli mi insan? Kendi kariyer planlamasını yaparken doğru kararları verebilmesi için insanın illaki bir kısım olumsuzlukları yaşaması mı gerekiyor? Çocukluğumda merhum Şule Yüksel Şenlerin Huzur Sokağı romanını okurken önemli gördüğüm bazı sözlerini bir deftere not ediyordum o sözlerden biri de şuydu; “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku.” bana çok tesir eden bu sözün yıllar sonra membaını bulmuştum. Çok şümullü bu söze benzer ya da aynı mahiyette sözlere edebiyatımızda, hatta popüler kültürümüzde de sıkça rastlanılmaktadır. Hacı Bayram Veli’nin “sen seni bil sen seni” sözü Sezen Aksu’dan Cem Karaca’ya çok kıymetli sanatçılarımıza ilham olmuş muhteşem bir öğretidir.</p>
<p>Son söz</p>
<p>İnsan önce kendini okumalı, kendini tefekkür edebilmeli, kendini tanımalı, sınırlarını bilmeli ki ne yapacağını, nerede duracağını, neyi başaracağını, nasıl başaracağını da planlayabilsin.</p>
<p>Lakin insan başkasını okuyabilirken çoğu kez kendini okuyamaz bu da başka bir hakikattir.</p>
<p>Bilal Dursun YILMAZ</p>
Ekleme
Tarihi: 03 Mart 2021 - Çarşamba
Kariyer planlaması…
<p>Cumhurbaşkanlığının tensipleriyle tüm üniversitelerimizin lisans ve ön lisan programlarına bir saatlik zorunlu “Kariyer Planlaması” dersi konuldu. Bu mahiyetteki bir dersin çocuklarımızın eğitim hayatında yer almasının elzem olduğunu düşünenlerdenim. Çocuklarımızın ilgilerine, becerilerine, fıtratlarına uygun olan mesleklere yönlendirilmesi, bunlara uygun eğitim alternatiflerinin ilkokuldan itibaren verilmesi kanaatindeyim. Bütün öğrencilerin aynı standarda bağlanması, aynı müfredata tabi tutulması pek çok dehanın arada kaybolup gitmesine sebep olduğunu düşünenlerdenim. Albert Einstein’in meşhur hikâyesi olan ilk mektepte geri zekâlı muamelesi görmesi bu konuyu anlatması bakımından çarpıcı bir örnektir. Lakin ta Einstein’e kadar gitmeye gerek yok geçen gün Doğuda bir ilimizde henüz ilkokul çağındaki bir çocuğumuzda müthiş bir müzik kulağı, bu minvalde bir yeteneği olduğu keşfedildiği haberi televizyonda dolaşıyordu. Ya keşfedilemeyenler… Kanaatimce meseleye “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz…” anlayışı içinde bakmak gerekiyor.</p>
<p>Bizde garip bir kariyer ve iş anlayışı var. Güdümlenmiş. Geçen gün üniversiteyi aynı dönem okuduğum bir arkadaşımla; üniversite yıllarından, sınıf arkadaşlarımızdan, ortak hatırlarımızdan konuşuyorduk mevzumuz “kim nerede ne iş yapıyor” şeklinde kariyer meselesine geldi. Arkadaşım pek keyifliydi, henüz 15 gün önce akademik doktor olmuştu, sözü kendine getirdi. Bu süreci geçmek onun için kolay olmamıştı. Doktora tezi yazarken ki sıkıntılarından bahsetti. Ne de olsa akademik kariyerin mihenk taşıdır doktora tezi. Adını bilim tarihine yazdırmış insanların kahir ekserinin bu şöhrete ulaşmasına temel olan çalışmaları doktora tezleri ve bu süreçte yaptıkları yayınlar olmuştur. Bu insanlar doktora sürecinde attıkları temele sürekli yeni inşalar yaparak bilimsel çalışmalarının doruk noktasına ulaşmışlardır. Lakin eskiden beri var olan kadim bir tartışma da bugünlerde yine ayyuka çıkmış durumda: “nicelik arttıkça nitelik kayboluyor” tezi akademinin küresel bir sorunu olarak yeniden gündemdeki yerini almış durumda. Bu durum ülkemiz için de malum bir gerçek olarak ortadadır. Her doktora çalışması tanımlandığı gibi idealist ve mühim bir kıymete haiz olsaydı bugün en azından ülkemiz için daha farklı şeyleri konuşur, tartışır olurduk neyse bu başka bir yazıda mevzu bahis edilecek bir konu…</p>
<p>Ben arkadaşımla aramızda geçen muhavereye tekrardan döneyim. Arkadaşım, ortak tanıdığımız bazı isimleri zikrederek şu nitelemelerde bulunuyordu: “filan kişi çok zekiydi şimdi bu halde, feşmekânın dersleri çok başarılıydı, aktif bir öğrenciydi bugün şu işi yapıyor” şeklinde onları küçümseyen ifadelerle konuyu şöyle bağladı; “bu arkadaşlar öğrenciyken başarılıydılar, aktiftiler fakat netice itibariyle kimi polis oldu, kimi pazarcı. Bir mevkie gelemediler ben ise akademik doktor oldum”. Biraz da bana nispet yaparak demek istiyordu ki: “ben kariyer planlamamı çok iyi yaptım ve şimdi buradayım. Zeki olmak ya da farklı yeteneklere sahip olmak önemli değil, önemli olan kendini bilip, geleceğini yönetebilmektir.” Arkadaşım aslında bir bakıma haklıydı, kariyer yönetmek bu olsa gerek. Ne yapamayacağını bilmek... Arkadaşımla birbirimizi 25 yıldır tanıyoruz, henüz yeni doktorasını almış dostumun mutluluğuna gölge düşürmemeye gayret ederek, rencide etmeden ona dedim ki: “Sevgili kardeşim o niteliklerini saydığın kişilerden biri de benim. Üniversite okurken bir yandan berber dükkânı işletiyordum, diğer yandan gazete çıkarıyordum, öbür taraftan piyasaya reklam hizmetleri yapıyordum, yurtta kaldığım boş saatlerde de kapalı çarşıdan aldığım incik boncuktan takı tasarımı yapıp bunları öğrencilere ve personele satıyordum ve hakeza. Ayrıca bu işleri yaparken de okulumu ve derslerimi ihmal etmiyordum. Üniversiteyi de bölüm birincisi, fakülte ikinci olarak bitirdim. Henüz üniversite bitmemişken o dönem için hayli yüksek bir maaşla da işe başlamıştım. Çünkü benim para kazanamayacağımdan yana bir korkum, piyasada iş yapamam diye de bir endişem yoktu. Sermayem olmasa da bilgim ve cesaretim vardı o sebepten de bilinçsizce de olsa yapmak istediğimi, olmak istediğimi yapmak benim için memur olmaktan evla bir işti. İyi bir gazeteci olmak benim için hoca olmaktan öncelikliydi. Dolayısıyla bu işe daha çok yönelmiştim. Lakin çevremde tanıdığım pek çok kişi okul bittiğinde sudan çıkmış bir balığın yaşadığı duyguları yaşayacak olmanın elim korkusu içinde daima kamu hizmetine güdümlenmişti. Kamuda (üniversitede) herhangi bir görevde çalışabilmek için bazıları şeref ve haysiyetinden pek çok şey feda etmişti. Lakin senin adını saydığın o aktif olan öğrenciler ‘nasıl olsa bir iş yaparım, tuttuğumu koparırım’ düşüncesi ile piyasaya atıldılar, belki umduklarını çoğu kez bulamadılar, hayal kırıkları yaşadılar, bazen umutları kayboldu bazen de paraları ama mücadeleyi olması gereken yerde, sahada yaptılar. Evet, pek çok kez kurumların içinde de mücadeleler oluyor hem de en haysiyetsizinden ama onlar bu kirli mücadele yerine er meydanını tercih ettiler. Gazetecilik okuyanlar pazarlamacı oldu, halkla ilikler okuyanlar kabzımal, mühendisler tacir ve sair… Tabii ki bu durumun bu şekilde gelişmesi bir ülkenin geleceği için, bireyleri için çok büyük bir enerji ve sermaye israfıdır. İnsan için en değerli şey nedir? Şüphesiz ki ömrünü üzerine inşa ettiği vakittir. Ömür sermayesini ve vaktini heba edenin vay haline... Maalesef ki eğitim anlayışımız hem kurumlarımızda hem öğrencilerimizde hem de velilerimizde en değerli sermayemizi; gençliğimizi ve zamanımızı heder eden bir anlayış üzerine inşa edilmiş vaziyette… Üniversiteye gelen ve beş yıl bir bölümde okuyan birisi mezun olunca neden okuduğu bölüm ile alakasız bir işte, bir meslekte çalışıyor ya da çalışma teşebbüsünde bulunuyor, ya da neden buna mecbur oluyor? Ve üniversite mezunlarının büyük bir kısmı neden ‘kendimi nasıl kamuya sokarım’ın derdi içinde ve ne iş olduğu önemli olmaksızın bir kamu çalışanı olmak için ne çok ve gereksiz sınavları vermek zorunda kalıyorlar? Elbette ki bu konu eğitim camiamızın, kamuoyumuzun yıllardır tartıştığı ve içinden çıkamadığı bir durumdur. Lakin ben bir kısmına cevap vereyim; başıboşluktan, bilinçsizlikten, yanlış yönlendirmeden ve sistemden ya da sistemsizlikten… Yeteri kadar tanıyamadan ya da tanımak istemeden ‘benim kızım doktor olacak, benim oğlum subay olacak’ dayatmasıyla büyüttüğümüz çocuklarımızı kendi arzularımıza bile isteye kurban ediyoruz. Onların fıtratlarını, duygularını, yetilerini keşfetmeye çalışmadan bir yandan en gözde (?) olan mesleklere zorluyor öbür yandan da nasıl daha rahat para kazanabileceklerini, kendilerini yormadan nasıl avantandan işler yapabileceklerini, bu işlerin uyanığı nasıl olacaklarını onlara salık veriyoruz.” </p>
<p>Bir hatıram aklıma geldi: üniversiteye yeni başlamışım hazırlık sınıfındayım bir gün yurt lojmanlarının önünde bir bankta otururken yanıma Muhittin hocam oturdu hangi bölümü okuduğumu vesaire sordu, tanıştık. Bana; okuduğum bölümü nasıl algıladığımı, o bölümden ne anladığımı, beklentilerimi ve halkla ilişkilerin ne anlama geldiğini sordu ben de kendimce bunları cevapladım. O, “Hayır dedi. Ben, bunları sormuyorum. Sokaktan geçen herhangi birini çevirsen ona da ‘halkla ilişkiler nedir?’ diye sorsan o da bir sürü şey söyler, söylediği şeyler de bir halkla ilişkiler tanımı olabilir. Ben ise senin gerçekten neyi istediğini, istediğin şeyin gerçekten bu bölüm mü olduğunu öğrenmek istiyorum” şeklinde bir açıklama yaptı. Ben ki üniversiteye yaşımın üstünde başlamanın avantajlısıydım. Hayat tecrübem, esnaflığım, gurbet görmüşlüğüm gibi diğer öğrencilerde olmayan avantajlarım vardı. Bunlara istinaden de kendimi güya çok bilinçli bir üniversite tercihi yapmış sayıyordum ta ki o sualle muhatap olana kadar. Nitekim bu sual bana o kadar da bilinçli olmadığımı göstermişti, kendimle yüzleşmemi sağlamıştı. O yaz Türkiye’ye dönünce epey bir kitap aldım bölümümle ilgili okuyup öğreneyim daha bilinçli olayım, kendimi geliştireyim diye çok çabaladım. Lakin tercih yaparken salt bir mesleğin popülaritesi, maddi getirisi size katacağı imajı önemli değilmiş, üniversiteyi bitirip sahaya çıkınca onu bi hakkalyakîn içinde yaşayarak gördüm. Bir mesleği icra ederken fıtratınız da çok önemliymiş, yani insanın tabiatı; yeteneklerini, duygularını yönetebilmeliymiş bunu öğrendim. Kemal Sunal gibi gerçek hayatta çok ciddi mizaçlı bir adamın kamera karşısında “İnek Şaban” olabilmesi ve bunu karşısındakine de aynen hissettirmesi, inandırabilmesi önemli bir maharetmiş onu idrak ettim. Evet, ben bunları deneyimleyerek öğrendim. Deneyimleyerek öğrenmek en kalıcı öğrenme biçimi olsa da “bir musibetin bin nasihatten daha iyi” olduğu anlayışı bazen çok ağır bedellere mal olabiliyormuş bunu kendimde ve çevremde yaşayarak gördüm. Bu bedeller; bazen psikolojik tedavi görmenizi gerektirebiliyor, belki eşinizden ya da ailenizden ayrılmak zorunda da kalabiliyorsunuz, sevdiklerinize gönül koyuyor hatta onları düşman bile belleyebiliyorsunuz daha ileri düzeyde ise cinnet geçirebiliyor, sevdiklerinize ya da kendinize kast bile edebiliyorsunuz. Böylesi bir musibete düştüğünüzde “hasbünallahü ve ni'melvekîl” diyebilecek itikattan da yoksunsanız artık tecrübenin de size katacağı fazla bir şey olmadığını anladığınızda iş işten artık geçmiş oluyor. Bazı şeyleri tecrübe edenler “okulunu okusaydım bu bilgiye ulaşamazdım, bu bana müthiş bir ders oldu” derler. Evet, tecrübenin bu denli etkili olduğu doğrudur. Lakin öğrenmek için illaki bu ağır bedelleri ödenmeli mi insan? Kendi kariyer planlamasını yaparken doğru kararları verebilmesi için insanın illaki bir kısım olumsuzlukları yaşaması mı gerekiyor? Çocukluğumda merhum Şule Yüksel Şenlerin Huzur Sokağı romanını okurken önemli gördüğüm bazı sözlerini bir deftere not ediyordum o sözlerden biri de şuydu; “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku.” bana çok tesir eden bu sözün yıllar sonra membaını bulmuştum. Çok şümullü bu söze benzer ya da aynı mahiyette sözlere edebiyatımızda, hatta popüler kültürümüzde de sıkça rastlanılmaktadır. Hacı Bayram Veli’nin “sen seni bil sen seni” sözü Sezen Aksu’dan Cem Karaca’ya çok kıymetli sanatçılarımıza ilham olmuş muhteşem bir öğretidir.</p>
<p>Son söz</p>
<p>İnsan önce kendini okumalı, kendini tefekkür edebilmeli, kendini tanımalı, sınırlarını bilmeli ki ne yapacağını, nerede duracağını, neyi başaracağını, nasıl başaracağını da planlayabilsin.</p>
<p>Lakin insan başkasını okuyabilirken çoğu kez kendini okuyamaz bu da başka bir hakikattir.</p>
<p>Bilal Dursun YILMAZ</p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.