SANATIN KADRİNİ SANATÇI BİLİR: BİR “VAV” ÇEKMEK
<p><em>Bazen bir insan tanırsınız onunla birlikte hayatınıza, düşüncelerinize ve fiillerinize dair çok şeyler değişiverir. Bazı insanlar öyle samimidir ki ne konuşursa konuşsun bu sizde hep müspet bir etki bırakır. Onların ihlasla söyledikleri velev tenkit bile olsa aksülamel (ters tepki) yapmaz. Elbette bahsini ettiğim insanların tam aksi olanlar da vardır. Bunlar çok güzel konuşurlar, çok kibardırlar. Nezaketten kırılır gibidirler lakin samimi olmadıklarından karşılarındakinde müspet tesir bırakmadıkları gibi çoğu kez de itici geldiği, menfi tesirler uyandırdığı da bir vakıadır. </em></p>
<p> </p>
<p><em>Bu söyleşi birinci kısımda bahsi geçen insanlara örnek teşkil eden ismi ile müsemma olmuş bir güzel insanla yapıldı lakin hiç yayımlanmadı. Keşke hocamızla sair vakitlerde yaptığımız sohbetlerin tamamını kayda geçirebilseydim, keşke böylesi bir ileri görüşlülüğüm olabilseydi lakin insan elinde olan değerin çoğu zaman farkına varamıyor, farkına varanlar elbette vardır ama maalesef ben o farkı fark edenlerden olamadım. Kendisi artık emekli hoca diyeceğim ama bu emekli tabiri bana çok itici geliyor. Bir insan üretebildiği sürece emekli olamaz, hele bu bir ilim insanıysa akli melekeleri devam ettiği müddetçe sadece fiziki güç gerektiren aktif işlerden uzaklaşabilir ama emekli olamaz. <strong>Kâmil Akarsu</strong> hocamız da Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı bölümündeki aktif hocalığından ayrılmış fakat ilmi çalışmalarına devam etmektedir. Hocamızla vakti zamanında yaptığımız bu söyleşinin keyifle okunacağını düşünerek siz değerli okurlarımızla paylaşmak istedik.</em></p>
<p> </p>
<p><em>Konu güzel sanatlar. Evet, yaşadığımız dönemde hususi ilgileri olanlar müstesna pek çok kişi hatt, hattat, hüsnühat gibi tabirleri bilmemek hatta duymamakla birlikte güzel sanatlar kavramını da ders verircesine kullanmakta beis görmezler, bu konuda bir yığın da laf ederler. Güzel sanatların da güzeli olan hatt sanatı üzerine yapılan bu söyleşiyi güzel bir günde (Cuma) takdirlerinize sunuyoruz.</em></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><strong>Bilal Dursun Yılmaz: Hatt nedir, hattatlık nedir bu sanat hakkında neler söylemek istersiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p><strong>Kâmil Akarsu:</strong> Hatt kelimesinin, Arapça lûgat anlamı “çizgi”, “yazı” ve “genç kız ve yeni yetme delikanlıların yanaklarında beliren tüy” (bu tüyler, “ayva tüyü” diye de adlandırılır) dür. İslâm san’atları terminolojisinde bu kelime ve “güzellik” anlamına gelen “hüsn” kelimesinin oluşturduğu “hüsnühat” ise, çok ince, çok müşkülâtlı ve belki dünyânın en hassas san’atının adıdır. Denilebilir ki bu san’at “son derece zevkli bir çile –çille-dir.” Uygun kâğıt veya levha, kamış kalem, mürekkep… Malzemesi bunlardan ibârettir. Bu malzeme tecrübe, sabır ve göz nûruyla “eser”e dönüşür<strong>. Pablo Picasso’ya <em>“Benim resimde varmak istediğim sembolik zirveyi, Müslüman hattatlar asırlar önce yakalamışlar.”</em></strong> dedirten eserlerdir bunlar.</p>
<p> </p>
<p>Kalem ve kâğıt, İslâm kültüründe mübârektir; oturulan yere, ayakaltına bırakılmaz. Âdetâ ekmek ve Kur’ân hürmeti görür. Hz. Ali’nin şöyle bir sözü rivâyet edilir: <strong><em>“Bugün üzerimde bir ağırlık var. Hayret, kalem yongası üzerine de oturmadım ki?!”.</em></strong> Demek sadece kalem ve kâğıdı değil, yontularak kaleme dönüştürülen kamışın çer-çöpünü bile süpürüp ayak altından kaldırmak gerekirmiş eskiden.</p>
<p> </p>
<p>Hüsnühatta gönül veren kişi, öncelikle gönlü gözü nûrlu; dünyâlık telâşını aşmış; sabırlı, “şekli ve maddeyi ma’nâya dönüştürebilecek hassâsiyet ve samîmiyette”; üstelik “eli uz” bir insan olmak zorundadır. Meşk ettiği yazı stilinin ilk harfi olan bir “elif”i yazmayı bihakkın öğrenmek için, ömrünün aylarını harcayabilmelidir. Birkaç el hamlesiyle çektiği “elif”ler, binleri bulmadan elif ustası olunmaz. Ne zaman ki çekilen birçok elif, her noktasından yapılan ölçümlerde kusursuz ve eşit olur; o zaman “be”ye geçilebilir. Çökülür sol diz üstüne, sağ diz dikilir; sol eldeki kâğıt, sağ dize konur; derin bir nefes alınır, verilir ve o esnâda hokkaya batırılıp çıkarılan kalem, soluk verilmişken kâğıt üzerinde işlemeye başlar. Kamıştaki mürekkep tükenip kâğıtla kalemin vuslatı son bulmadan tekrar nefes alınmaz. Hattâtların, Müslüman îmânına göre “ezel”de sayılarak verilmiş olan “soluk” hisselerini, böyle iktisadlı kullandıkları için çok uzun yaşadıkları söylenir. <strong>Velhâsıl, hüsnühat, pek söze gelir iş değildir, bir “hâl”dir tasavvuf gibi, zekât gibi, namaz gibi. Yaşayan bilir.</strong></p>
<p> </p>
<p><strong>Bu san’atın varlığının Arap harfleriyle ortaya çıktığı düşünülürse Türklerde hüsnühattın gelişmesine geçmeden önce bu san’atın Arap ve Acem(İranlılarda)lerdeki gelişmesinden söz eder misiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p>Hz. Osman’ın okurken şehîd edildiği Kur’ân, Topkapı Sarayı’nda görülebilir. Bu Kur’ân’ın yazı stili, geometrik olup adı “kûfî”dir. Kûfî tarzda yazılan harfler keskin köşeli ve uzun endâmlıdır. Klâsik mûsıkîmizin çoğu unutulmuş 498 (?) makâmının temeli nasıl “rast makâmı” ise, sayısı 33’e ulaşan Arap harfli yazı stillerinin temeli de bu kûfî yazıdır. Bu yazı Arap hattatlarca geliştirilmiş ve onlar “nesîh” yazıya ulaşmışlardır. Nesih yazı, evlerimizde muhakkak bulunan Kur’ân’lardaki yazı stilidir ve Türk gözü, ömrünü Kur’ân yazmaya vakfeden Hâfız Osman’dan beri nesih’e âşinâdır.</p>
<p> </p>
<p>Acemler de Arap harflerini geliştirmişler, kendi estetik zevklerine göre işlemişler; millî yazı stilleri olan “ta’lîk” ve “nesta’lîk” yazıyı geliştirmişlerdir. Acem hattı, yılankavî çizgilerle oluşan, çok zarîf ve âdetâ esnek bir yazıdır.</p>
<p> </p>
<p><strong>Türklerde hüsnühattın gelişmesi nasıl olmuştur?</strong></p>
<p> </p>
<p>“Hatt” deyince “Türk” deyince, bir Türkün, cidden heyecanlanması gerekir. Yukarıda, Arap ve Acem hatlarının özelliklerine, kabaca temâs ettim. Ama “Türk hüsnühattı”na gelince, konuyu kabaca geçiştirmek imkânsızlaşır. Gâlibâ son söylenecek sözü, başta söylemek uygun olacak. İslâm âleminde şöhretli ve ister istemez doğruluğu tartışılamayan bir söz vardır: “<strong>Kur’ân Arabistan’a indi; Mısır’da okundu; İstanbul’da yazıldı.”</strong></p>
<p> </p>
<p>Türkler, Araplarla Acemlerden sonra Müslüman oldular (Kırgızların ataları olan ve Balasagun(Murana)’da 400.000 “boz üy” sâkini olarak İslamiyet’le şereflenen Karahanlıların, ilk Müslüman-Türk topluluğu olduğunu hatırlamak gerekir). İslâm estetiği, Türkleri de elbette kuvvetle etkiledi. İslâm san’atına Türklerin en önemli katkıları, bilhassa hüsnühat ve sonra mûsıkî ve mi’mârîde oldu. Konumuz hüsnühatt olduğundan, diğerlerine temâs etmeyeceğim.</p>
<p> </p>
<p>Yukarıdaki sözden, Türk hattatların Kur’ân metnini ve İslâm kaynaklı metinleri yazmaya ne kadar önem verdikleri ve ne kadar başarılı oldukları anlaşılıyor. Bunun en büyük delîli, târih boyunca “Şeyhü’l-hattâtîn”lerin, dâimâ Türk oluşudur. Bu durum, günümüz için de söz konusudur. Anlaşılsın diye tavzîh ediyorum: Yazı Arap harfli, ama o yazıyı dünyâda en güzel, en başarılı yazan kişi, hattatların başı, en büyük ve üstâd hattat, dünyâ hattatlarının şeyhi, muhakkak bir Türk olmuş. Şu anda da değişen bir şey yok. Gene en büyük hattatlar Türk.</p>
<p> </p>
<p>Türk hattatlar, el yazısında “rik’a” yı, “siyâkat”i,” siyâkat kırması”nı ve pâdişâh dîvânlarının yazısı olarak da “dîvânî” yazı stilini âdetâ îcâd etmişlerdir. Özellikle siyâkat ve dîvânî yazılar, ancak Türklerin okuyabileceği, dolayısıyla yazabileceği, sırlı denilebilecek yazılardır. Siyâkat yazıda nokta yok. Vakfiyeler bu yazıyla yazılmış. Eğer nokta koyarak yazıya müdâhale edilebilse, “vâkıf” (vakıf kurucusu)ın koyduğu hükümler, nokta ilâveleriyle “tağyîr” (başkalaştırma) ve “tebdîl” (değiştirme) edilebilirdi. Siyâkat yazı, bu müdâhale ihtimâlini, vakfın battal veya berbâd edilme tehlikesini sıfırlamaktadır. Bu yazı stilini okuyabilecek uzman, çok azdır ve neredeyse tamamı Türktür.</p>
<p> </p>
<p>Dîvânî yazı satırı ise, gövdesi kalın ve uca doğru gittikçe incelen, son kısmı yukarı kalkıp sivrileşen; uçuşan sembolik “kelebekçik”lerle, çizgilerle bütün harf araları doldurulmuş; bakanın beynine inmeye hazır murassa (üzeri işlenmiş) bir “Türk yatağanı” görünümündedir. Bu heybetteki satırların alt alta yazılmasıyla oluşan bir pâdişâh fermânı, “reddedilemezlik”, “i’tirâz edilemezlik” mevsûfiyetindedir. O fermân, “Hayır” demeyi düşünen bir ser-gerdeyi, sembolik ihtârıyla “iki büklüm” olmaya zorlar; muhâtabına, “Sakın edep sınırını aşma!..” der. </p>
<p> </p>
<p>Dîvânî yazıyı da ancak dîvân kâtipleri yazabilir ve okuyabilir. Bir fermân ulağı, yolculuk esnâsında yakalansa, şehîd edilse de ele geçen fermânda ne yazılı olduğunu kimse okuyamaz, anlayamaz. Ancak bir başka dîvânî yazı uzmanı Türk bulmak gerekir onu okutmak için. Sadece siyâkat ve dîvânî yazılarla ilgili olarak kaydettiğim şu hususlar, çok yüksek bir zekâ, estetik, zarâfet, nezâhat, tedbîr ve gayret ürünü olma özellikleriyle, bu millî hatlara, saygı duymamız gerektiğini göstermez mi?</p>
<p> </p>
<p><strong>Günümüzde bu hüsnüsan’ata nasıl yaklaşılmakta, gereken değer verilmekte midir, yukarıda sözünü ettiğiniz bu kıymetteki eserlerin kıymetleri bilinebiliyor mu? </strong></p>
<p> </p>
<p>Size vâkıa (gerçek) bir hikâye: Şöhretli bir XIX. Asır hattatı, Üsküdar tarafına geçmek için Sirkeci (İstanbul yakası) iskelesine gelir. İşi aceledir; fakat para kesesini unutmuştur. Sırası gelen hamlacı (kürekçi) ya.. pehlivan kayıkçıya “Yavrum, kesemi unutmuşum evden çıkarken; beni ya borçlandırarak veya sana çekeceğim bir ‘vav’ harfini ücret kabûl ederek Üsküdar’a geçirir misin? Çekeceğim vav, sahhâflarda üç beş kuruş eder.” der. Yiğit kayıkçı elbette “Buyur amca, ayıp ettin!” demiş olmalı.</p>
<p> </p>
<p>Kesesini unutsa da bir hattat, “devât” (sâbit mürekkep hokkası, kamış kalemler ve birkaç parça kâğıdı taşımakta olan genellikle metalden yapılma kapaklı, uzun kutu; yazı takımı) ını aslâ unutmazmış. İhtiyâr hattat, küçük bir kâğıda muhteşem bir vav çeker ve hamlacıya uzatır yolda. Bu küçük kâğıdın beş para etmeyeceğinden emîn olan hamlacı, nezâketen “yarı bunak” olduğuna hükmettiği ihtiyârın uzattığı kâğıdı alır; kuşağının içine yerleştirerek asılır küreklere.</p>
<p> </p>
<p>Hamlacı, aynı günün ikindi vaktinden sonra paydos eder ve yaya olarak Bâyezid Meydanına doğru yürürken kendisini “Sahhâflar Çarşısı”nın önünde bulur. Aklına, kuşağındaki “vav” gelir. Utana sıkıla ihtiyâr bir “sahhâf”a sokulup “Amca, şu kâğıt para eder mi?” diye sorar. İhtiyâr sahâf, “Amaaaan.. bu falanca üstâdın vav’ı !” deyip kayıkçıya bir günlük yevmiyesinden fazla bir para öder “vav’lı kâğıt” için.</p>
<p> </p>
<p>Bir müddet sonra aynı hattât ve aynı kayıkçı gene aynı kayıkta buluşurlar. Hattât, kesesine davranır 5 kuruş çıkarmak için; fakat kayıkçı hattâtın bileğine yapışır; “Parayı boş ver amca, sen bana bir vav daha çekiver.” der. Hattâtların parayla pulla alâkaları, ancak rızık çerçevesiyle sınırlı olmak durumundadır. Bu yüzden hattât tebessümle şu cevâbı verir kayıkçıya: “O vav her zaman çekilmez evlât!”</p>
<p> </p>
<p>Hikâyenin en ibretli yönü, aynı harfin, aynı stil yazıyla da olsa ayrı eller tarafından çekilmesi (yazılması) durumunda, uzman bir kişinin, o harflerin hangi hattâtlara âit olduğunu ayırt edebilmesidir.</p>
<p> </p>
<p><strong>Harfleri “çekmek”ten söz ediyoruz harf çekmek ne demek bundan söz edebilir misiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p>Lâtin veya Kıril harflerinin yazılmasında metot, kalemi soldan sağa “itmek”tir. Arap harfli yazımızda ise metot, sağdan sola “çekmek”tir. Mantıklı düşünülürse, gücü tasarruflu veya istenilen istikâmete yönelterek kullanma söz konusuysa, çekmek, itmeye göre daha kontrollü ve avantajlıdır. Muhtemelen Arap harfli yazı yazmayı bir san’at hâline getiren özellik, bu yazının çekilerek yazılma özelliği olsa gerektir.</p>
<p> </p>
<p>Sağlığında dünyânın en büyük hattâtı yani “şeyhülhattâtîn” olan Hâmid Aytaç Beyden işitmiştim. Bir câmi için dik elips biçiminde bir âyete’l-kürsî levhası sipariş etmişler kendisine. Masa çalışmalarında yazıyı tamamlamış, pilân ve harf kompozisyonunu tamamlamış. Fakat bir “lâm-elif” problem çıkarıyormuş. Üstad, “Nereye koysam güzel durmuyordu. Gece gündüz kafam o lâmelif’teydi. Bir gece rüyâmda, uğraştığım levhayı gördüm. Üstelik lâmelif, o kadar güzel bir yerdeydi ki uyandım ve hemen beni uğraştıran lâmelifi yerine oturttum. Filân câmideki levhadır bu.”</p>
<p> </p>
<p>Anlaşılıyor ki hüsnühat, sadece güzel yazı yazmaktan ibaret değil. Harflerin istif ve kompozisyonu, güzel yazıdan da önemli olup yazılan yazıyı “eser” kılan husûsiyettir.</p>
<p> </p>
<p><em>Aşağıda bazı örnekleri görsellik için koydum. Sanatçılarının bazıları bilemediğim için isim yazmadım. Aslında örnekleri Kâmil Akarsu hocamdan istirham edecektim lakin kendisine ulaşamadım.</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image002.gif" style="height:204px; width:399px" /><br />
<em> <strong><u>Kûfî</u></strong> "Besmele" (Arapların geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image004.jpg" style="float:left; height:144px; width:403px" /></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><em>Celî <strong><u>Ta’lîk</u></strong> "Besmele" (Acemlerin geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image006.jpg" style="float:left; height:162px; width:407px" /></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><em>Celî <strong><u>Divanî</u></strong> levha (Türklerin geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img alt="İlgili resim" src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image008.jpg" style="float:left; height:572px; width:409px" /></p>
Ekleme
Tarihi: 12 Ekim 2019 - Cumartesi
SANATIN KADRİNİ SANATÇI BİLİR: BİR “VAV” ÇEKMEK
<p><em>Bazen bir insan tanırsınız onunla birlikte hayatınıza, düşüncelerinize ve fiillerinize dair çok şeyler değişiverir. Bazı insanlar öyle samimidir ki ne konuşursa konuşsun bu sizde hep müspet bir etki bırakır. Onların ihlasla söyledikleri velev tenkit bile olsa aksülamel (ters tepki) yapmaz. Elbette bahsini ettiğim insanların tam aksi olanlar da vardır. Bunlar çok güzel konuşurlar, çok kibardırlar. Nezaketten kırılır gibidirler lakin samimi olmadıklarından karşılarındakinde müspet tesir bırakmadıkları gibi çoğu kez de itici geldiği, menfi tesirler uyandırdığı da bir vakıadır. </em></p>
<p> </p>
<p><em>Bu söyleşi birinci kısımda bahsi geçen insanlara örnek teşkil eden ismi ile müsemma olmuş bir güzel insanla yapıldı lakin hiç yayımlanmadı. Keşke hocamızla sair vakitlerde yaptığımız sohbetlerin tamamını kayda geçirebilseydim, keşke böylesi bir ileri görüşlülüğüm olabilseydi lakin insan elinde olan değerin çoğu zaman farkına varamıyor, farkına varanlar elbette vardır ama maalesef ben o farkı fark edenlerden olamadım. Kendisi artık emekli hoca diyeceğim ama bu emekli tabiri bana çok itici geliyor. Bir insan üretebildiği sürece emekli olamaz, hele bu bir ilim insanıysa akli melekeleri devam ettiği müddetçe sadece fiziki güç gerektiren aktif işlerden uzaklaşabilir ama emekli olamaz. <strong>Kâmil Akarsu</strong> hocamız da Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı bölümündeki aktif hocalığından ayrılmış fakat ilmi çalışmalarına devam etmektedir. Hocamızla vakti zamanında yaptığımız bu söyleşinin keyifle okunacağını düşünerek siz değerli okurlarımızla paylaşmak istedik.</em></p>
<p> </p>
<p><em>Konu güzel sanatlar. Evet, yaşadığımız dönemde hususi ilgileri olanlar müstesna pek çok kişi hatt, hattat, hüsnühat gibi tabirleri bilmemek hatta duymamakla birlikte güzel sanatlar kavramını da ders verircesine kullanmakta beis görmezler, bu konuda bir yığın da laf ederler. Güzel sanatların da güzeli olan hatt sanatı üzerine yapılan bu söyleşiyi güzel bir günde (Cuma) takdirlerinize sunuyoruz.</em></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><strong>Bilal Dursun Yılmaz: Hatt nedir, hattatlık nedir bu sanat hakkında neler söylemek istersiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p><strong>Kâmil Akarsu:</strong> Hatt kelimesinin, Arapça lûgat anlamı “çizgi”, “yazı” ve “genç kız ve yeni yetme delikanlıların yanaklarında beliren tüy” (bu tüyler, “ayva tüyü” diye de adlandırılır) dür. İslâm san’atları terminolojisinde bu kelime ve “güzellik” anlamına gelen “hüsn” kelimesinin oluşturduğu “hüsnühat” ise, çok ince, çok müşkülâtlı ve belki dünyânın en hassas san’atının adıdır. Denilebilir ki bu san’at “son derece zevkli bir çile –çille-dir.” Uygun kâğıt veya levha, kamış kalem, mürekkep… Malzemesi bunlardan ibârettir. Bu malzeme tecrübe, sabır ve göz nûruyla “eser”e dönüşür<strong>. Pablo Picasso’ya <em>“Benim resimde varmak istediğim sembolik zirveyi, Müslüman hattatlar asırlar önce yakalamışlar.”</em></strong> dedirten eserlerdir bunlar.</p>
<p> </p>
<p>Kalem ve kâğıt, İslâm kültüründe mübârektir; oturulan yere, ayakaltına bırakılmaz. Âdetâ ekmek ve Kur’ân hürmeti görür. Hz. Ali’nin şöyle bir sözü rivâyet edilir: <strong><em>“Bugün üzerimde bir ağırlık var. Hayret, kalem yongası üzerine de oturmadım ki?!”.</em></strong> Demek sadece kalem ve kâğıdı değil, yontularak kaleme dönüştürülen kamışın çer-çöpünü bile süpürüp ayak altından kaldırmak gerekirmiş eskiden.</p>
<p> </p>
<p>Hüsnühatta gönül veren kişi, öncelikle gönlü gözü nûrlu; dünyâlık telâşını aşmış; sabırlı, “şekli ve maddeyi ma’nâya dönüştürebilecek hassâsiyet ve samîmiyette”; üstelik “eli uz” bir insan olmak zorundadır. Meşk ettiği yazı stilinin ilk harfi olan bir “elif”i yazmayı bihakkın öğrenmek için, ömrünün aylarını harcayabilmelidir. Birkaç el hamlesiyle çektiği “elif”ler, binleri bulmadan elif ustası olunmaz. Ne zaman ki çekilen birçok elif, her noktasından yapılan ölçümlerde kusursuz ve eşit olur; o zaman “be”ye geçilebilir. Çökülür sol diz üstüne, sağ diz dikilir; sol eldeki kâğıt, sağ dize konur; derin bir nefes alınır, verilir ve o esnâda hokkaya batırılıp çıkarılan kalem, soluk verilmişken kâğıt üzerinde işlemeye başlar. Kamıştaki mürekkep tükenip kâğıtla kalemin vuslatı son bulmadan tekrar nefes alınmaz. Hattâtların, Müslüman îmânına göre “ezel”de sayılarak verilmiş olan “soluk” hisselerini, böyle iktisadlı kullandıkları için çok uzun yaşadıkları söylenir. <strong>Velhâsıl, hüsnühat, pek söze gelir iş değildir, bir “hâl”dir tasavvuf gibi, zekât gibi, namaz gibi. Yaşayan bilir.</strong></p>
<p> </p>
<p><strong>Bu san’atın varlığının Arap harfleriyle ortaya çıktığı düşünülürse Türklerde hüsnühattın gelişmesine geçmeden önce bu san’atın Arap ve Acem(İranlılarda)lerdeki gelişmesinden söz eder misiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p>Hz. Osman’ın okurken şehîd edildiği Kur’ân, Topkapı Sarayı’nda görülebilir. Bu Kur’ân’ın yazı stili, geometrik olup adı “kûfî”dir. Kûfî tarzda yazılan harfler keskin köşeli ve uzun endâmlıdır. Klâsik mûsıkîmizin çoğu unutulmuş 498 (?) makâmının temeli nasıl “rast makâmı” ise, sayısı 33’e ulaşan Arap harfli yazı stillerinin temeli de bu kûfî yazıdır. Bu yazı Arap hattatlarca geliştirilmiş ve onlar “nesîh” yazıya ulaşmışlardır. Nesih yazı, evlerimizde muhakkak bulunan Kur’ân’lardaki yazı stilidir ve Türk gözü, ömrünü Kur’ân yazmaya vakfeden Hâfız Osman’dan beri nesih’e âşinâdır.</p>
<p> </p>
<p>Acemler de Arap harflerini geliştirmişler, kendi estetik zevklerine göre işlemişler; millî yazı stilleri olan “ta’lîk” ve “nesta’lîk” yazıyı geliştirmişlerdir. Acem hattı, yılankavî çizgilerle oluşan, çok zarîf ve âdetâ esnek bir yazıdır.</p>
<p> </p>
<p><strong>Türklerde hüsnühattın gelişmesi nasıl olmuştur?</strong></p>
<p> </p>
<p>“Hatt” deyince “Türk” deyince, bir Türkün, cidden heyecanlanması gerekir. Yukarıda, Arap ve Acem hatlarının özelliklerine, kabaca temâs ettim. Ama “Türk hüsnühattı”na gelince, konuyu kabaca geçiştirmek imkânsızlaşır. Gâlibâ son söylenecek sözü, başta söylemek uygun olacak. İslâm âleminde şöhretli ve ister istemez doğruluğu tartışılamayan bir söz vardır: “<strong>Kur’ân Arabistan’a indi; Mısır’da okundu; İstanbul’da yazıldı.”</strong></p>
<p> </p>
<p>Türkler, Araplarla Acemlerden sonra Müslüman oldular (Kırgızların ataları olan ve Balasagun(Murana)’da 400.000 “boz üy” sâkini olarak İslamiyet’le şereflenen Karahanlıların, ilk Müslüman-Türk topluluğu olduğunu hatırlamak gerekir). İslâm estetiği, Türkleri de elbette kuvvetle etkiledi. İslâm san’atına Türklerin en önemli katkıları, bilhassa hüsnühat ve sonra mûsıkî ve mi’mârîde oldu. Konumuz hüsnühatt olduğundan, diğerlerine temâs etmeyeceğim.</p>
<p> </p>
<p>Yukarıdaki sözden, Türk hattatların Kur’ân metnini ve İslâm kaynaklı metinleri yazmaya ne kadar önem verdikleri ve ne kadar başarılı oldukları anlaşılıyor. Bunun en büyük delîli, târih boyunca “Şeyhü’l-hattâtîn”lerin, dâimâ Türk oluşudur. Bu durum, günümüz için de söz konusudur. Anlaşılsın diye tavzîh ediyorum: Yazı Arap harfli, ama o yazıyı dünyâda en güzel, en başarılı yazan kişi, hattatların başı, en büyük ve üstâd hattat, dünyâ hattatlarının şeyhi, muhakkak bir Türk olmuş. Şu anda da değişen bir şey yok. Gene en büyük hattatlar Türk.</p>
<p> </p>
<p>Türk hattatlar, el yazısında “rik’a” yı, “siyâkat”i,” siyâkat kırması”nı ve pâdişâh dîvânlarının yazısı olarak da “dîvânî” yazı stilini âdetâ îcâd etmişlerdir. Özellikle siyâkat ve dîvânî yazılar, ancak Türklerin okuyabileceği, dolayısıyla yazabileceği, sırlı denilebilecek yazılardır. Siyâkat yazıda nokta yok. Vakfiyeler bu yazıyla yazılmış. Eğer nokta koyarak yazıya müdâhale edilebilse, “vâkıf” (vakıf kurucusu)ın koyduğu hükümler, nokta ilâveleriyle “tağyîr” (başkalaştırma) ve “tebdîl” (değiştirme) edilebilirdi. Siyâkat yazı, bu müdâhale ihtimâlini, vakfın battal veya berbâd edilme tehlikesini sıfırlamaktadır. Bu yazı stilini okuyabilecek uzman, çok azdır ve neredeyse tamamı Türktür.</p>
<p> </p>
<p>Dîvânî yazı satırı ise, gövdesi kalın ve uca doğru gittikçe incelen, son kısmı yukarı kalkıp sivrileşen; uçuşan sembolik “kelebekçik”lerle, çizgilerle bütün harf araları doldurulmuş; bakanın beynine inmeye hazır murassa (üzeri işlenmiş) bir “Türk yatağanı” görünümündedir. Bu heybetteki satırların alt alta yazılmasıyla oluşan bir pâdişâh fermânı, “reddedilemezlik”, “i’tirâz edilemezlik” mevsûfiyetindedir. O fermân, “Hayır” demeyi düşünen bir ser-gerdeyi, sembolik ihtârıyla “iki büklüm” olmaya zorlar; muhâtabına, “Sakın edep sınırını aşma!..” der. </p>
<p> </p>
<p>Dîvânî yazıyı da ancak dîvân kâtipleri yazabilir ve okuyabilir. Bir fermân ulağı, yolculuk esnâsında yakalansa, şehîd edilse de ele geçen fermânda ne yazılı olduğunu kimse okuyamaz, anlayamaz. Ancak bir başka dîvânî yazı uzmanı Türk bulmak gerekir onu okutmak için. Sadece siyâkat ve dîvânî yazılarla ilgili olarak kaydettiğim şu hususlar, çok yüksek bir zekâ, estetik, zarâfet, nezâhat, tedbîr ve gayret ürünü olma özellikleriyle, bu millî hatlara, saygı duymamız gerektiğini göstermez mi?</p>
<p> </p>
<p><strong>Günümüzde bu hüsnüsan’ata nasıl yaklaşılmakta, gereken değer verilmekte midir, yukarıda sözünü ettiğiniz bu kıymetteki eserlerin kıymetleri bilinebiliyor mu? </strong></p>
<p> </p>
<p>Size vâkıa (gerçek) bir hikâye: Şöhretli bir XIX. Asır hattatı, Üsküdar tarafına geçmek için Sirkeci (İstanbul yakası) iskelesine gelir. İşi aceledir; fakat para kesesini unutmuştur. Sırası gelen hamlacı (kürekçi) ya.. pehlivan kayıkçıya “Yavrum, kesemi unutmuşum evden çıkarken; beni ya borçlandırarak veya sana çekeceğim bir ‘vav’ harfini ücret kabûl ederek Üsküdar’a geçirir misin? Çekeceğim vav, sahhâflarda üç beş kuruş eder.” der. Yiğit kayıkçı elbette “Buyur amca, ayıp ettin!” demiş olmalı.</p>
<p> </p>
<p>Kesesini unutsa da bir hattat, “devât” (sâbit mürekkep hokkası, kamış kalemler ve birkaç parça kâğıdı taşımakta olan genellikle metalden yapılma kapaklı, uzun kutu; yazı takımı) ını aslâ unutmazmış. İhtiyâr hattat, küçük bir kâğıda muhteşem bir vav çeker ve hamlacıya uzatır yolda. Bu küçük kâğıdın beş para etmeyeceğinden emîn olan hamlacı, nezâketen “yarı bunak” olduğuna hükmettiği ihtiyârın uzattığı kâğıdı alır; kuşağının içine yerleştirerek asılır küreklere.</p>
<p> </p>
<p>Hamlacı, aynı günün ikindi vaktinden sonra paydos eder ve yaya olarak Bâyezid Meydanına doğru yürürken kendisini “Sahhâflar Çarşısı”nın önünde bulur. Aklına, kuşağındaki “vav” gelir. Utana sıkıla ihtiyâr bir “sahhâf”a sokulup “Amca, şu kâğıt para eder mi?” diye sorar. İhtiyâr sahâf, “Amaaaan.. bu falanca üstâdın vav’ı !” deyip kayıkçıya bir günlük yevmiyesinden fazla bir para öder “vav’lı kâğıt” için.</p>
<p> </p>
<p>Bir müddet sonra aynı hattât ve aynı kayıkçı gene aynı kayıkta buluşurlar. Hattât, kesesine davranır 5 kuruş çıkarmak için; fakat kayıkçı hattâtın bileğine yapışır; “Parayı boş ver amca, sen bana bir vav daha çekiver.” der. Hattâtların parayla pulla alâkaları, ancak rızık çerçevesiyle sınırlı olmak durumundadır. Bu yüzden hattât tebessümle şu cevâbı verir kayıkçıya: “O vav her zaman çekilmez evlât!”</p>
<p> </p>
<p>Hikâyenin en ibretli yönü, aynı harfin, aynı stil yazıyla da olsa ayrı eller tarafından çekilmesi (yazılması) durumunda, uzman bir kişinin, o harflerin hangi hattâtlara âit olduğunu ayırt edebilmesidir.</p>
<p> </p>
<p><strong>Harfleri “çekmek”ten söz ediyoruz harf çekmek ne demek bundan söz edebilir misiniz?</strong></p>
<p> </p>
<p>Lâtin veya Kıril harflerinin yazılmasında metot, kalemi soldan sağa “itmek”tir. Arap harfli yazımızda ise metot, sağdan sola “çekmek”tir. Mantıklı düşünülürse, gücü tasarruflu veya istenilen istikâmete yönelterek kullanma söz konusuysa, çekmek, itmeye göre daha kontrollü ve avantajlıdır. Muhtemelen Arap harfli yazı yazmayı bir san’at hâline getiren özellik, bu yazının çekilerek yazılma özelliği olsa gerektir.</p>
<p> </p>
<p>Sağlığında dünyânın en büyük hattâtı yani “şeyhülhattâtîn” olan Hâmid Aytaç Beyden işitmiştim. Bir câmi için dik elips biçiminde bir âyete’l-kürsî levhası sipariş etmişler kendisine. Masa çalışmalarında yazıyı tamamlamış, pilân ve harf kompozisyonunu tamamlamış. Fakat bir “lâm-elif” problem çıkarıyormuş. Üstad, “Nereye koysam güzel durmuyordu. Gece gündüz kafam o lâmelif’teydi. Bir gece rüyâmda, uğraştığım levhayı gördüm. Üstelik lâmelif, o kadar güzel bir yerdeydi ki uyandım ve hemen beni uğraştıran lâmelifi yerine oturttum. Filân câmideki levhadır bu.”</p>
<p> </p>
<p>Anlaşılıyor ki hüsnühat, sadece güzel yazı yazmaktan ibaret değil. Harflerin istif ve kompozisyonu, güzel yazıdan da önemli olup yazılan yazıyı “eser” kılan husûsiyettir.</p>
<p> </p>
<p><em>Aşağıda bazı örnekleri görsellik için koydum. Sanatçılarının bazıları bilemediğim için isim yazmadım. Aslında örnekleri Kâmil Akarsu hocamdan istirham edecektim lakin kendisine ulaşamadım.</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image002.gif" style="height:204px; width:399px" /><br />
<em> <strong><u>Kûfî</u></strong> "Besmele" (Arapların geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image004.jpg" style="float:left; height:144px; width:403px" /></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><em>Celî <strong><u>Ta’lîk</u></strong> "Besmele" (Acemlerin geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image006.jpg" style="float:left; height:162px; width:407px" /></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><em>Celî <strong><u>Divanî</u></strong> levha (Türklerin geliştirdiği bir yazı türüdür)</em></p>
<p><img alt="İlgili resim" src="file:///C:/Users/MER~1/AppData/Local/Temp/OICE_13BF99D4-0B25-4E27-8C8B-22DE3FA75FE5.0/msohtmlclip1/01/clip_image008.jpg" style="float:left; height:572px; width:409px" /></p>
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.