BAKICI VE KREŞLE TERBİYE/EĞİTİM MÜMKÜN MÜ?
BAKICI VE KREŞLE TERBİYE/EĞİTİM MÜMKÜN MÜ?
Günümüz psikolojisinin kurucularından biri olan Alfred Adler, çocuğun sağlıklı gelişimi için hayatın ilk yıllarında annesiyle yakın ve sürekli bir ilişki içinde olması gerektiğini vurgular.
Çocuk büyüdükçe sosyal hayata hazırlanması adına annenin kendini aşamalı olarak geri çekmesi gerektiğini söyler.
Adler’den daha önce yaşamış tarihte büyük eğitimciler içinde okul kurup kendi yöntemini uygulayan ilk bilim adamı olan Johann Pastalozzi ise çocuğun iç birliğine giden yolu bulması ve dolayısıyla ilahi olana erişebilmesinin annenin gerçek sevgisi üzerinden gerçekleştiğini söyler.
İki bilim adamı da hayata atılan ilk adımlarda çocuğun sağlıklı gelişimi için anneyi babadan daha önde konumlandırmıştır.
Adler, belirli bir yaş vermez ancak eserlerinden çıkardığım sonuca göre çocuğun 4 yaşına kadar, anneyi babadan daha önemli görür. Aslında benzer düşünceleri dile getirenler isimlerini zikrettiklerimle sınırlı değil.
Gerek Batı dünyasından gerekse bizim dünyamızdan birçok bilim adamı, yazar, araştırmacı ve mütefekkir çocuğun hayatının ilk yıllarında annenin babadan daha önemli rol oynadığına dair fikirleri dile getirmişlerdir.
1960’lı yıllara kadar durum buyken birden annenin bu önemli rolü üzerinde durulmamaya ve bakıcıyla da sağlıklı gelişimin sağlanabileceği iddia edilmeye başlandı.
Annelik sadece alt temizleme, karın doyurma gibi basit ve herkesin yapabileceği bir role indirgenmeye başladı. “Bu yıllardan itibaren neler olmuş?” diye baktığımızda iki önemli hareketin ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan ilki feminist kadın hareketleridir.
Bu hareketler temelde anneliği, kadının mahpusluğu olarak görür.
Evinde çocukla ilgilenen kadın, hayatı yaşamayan; yaşamından lezzet almayan kadın demekti onlar için.
Hatta feminist hareketin içinden bir grup, rahimlerin laboratuvar ortamında yapay olarak üretilmesini ve bebeklerin annelerin rahminde değil bu yapay rahimlerde yetiştirilmesini savunuyor.
Yani tıpkı bitki hasadı gibi “insan hasadından” bahsediyorlar. Teknoloji şu an için insanlığa bunu sunmamış olsa da bilim kurgu filmlerinde çokça gördüğümüz yapay rahim ve “bebek yetiştirme tarlaları” aslında zihinlerin buna alıştırılması için ustaca kurgulanmış senaryolardır.
Bebek tarlaları projesi için teknoloji yeterli hale gelene kadar bu hareketin “geçici” olarak sunduğu çözüm ise taşıyıcı anneliğin desteklenmesi ve profesyonel bir meslek olarak devletlerce tanınmasıdır.
Feminizmin geçici çözümü şuan Batı’da ciddi bir şekilde kurumsallaşmış durumda.
Hamileliğin sıkıntılarını yaşamamak, fiziğini bozmamak ve kariyerinden geri kalmamak adına kendi yumurtasını ve çocuk sahibi olmak istediği erkeğin spermini laboratuvar ortamında birleştirip taşıyıcı annenin kiralık rahmine yerleştiren kadınlar artık çocuk da yapıyor kariyer de!
Çocuk doğduğu andan itibaren mama, bakıcı ve kreşle çocuk da büyütmüş oluyorlar!
Anne rolünün önemsizleştirilmesinde ikinci önemli faktör ise 1960’lı yıllardan itibaren kadını ekonomiye kazandırmaya çalışan devlet politikalarının artmasıdır.
Feminist hareketin devletler üzerindeki baskısının bu politikalarda temel belirleyici faktörlerden olduğunu da vurgulamakta fayda var.
Feminist hareket, aslında devletlerin arayıp da bulamadığı harika bir fırsatı altın tepside sunmuş oldu.
Maddeperest devletler, zaten çalışmayan kadının ekonomilerine yük olduğunu düşünüyordu. “Çalışan kadın özgür kadındır” sloganıyla özgürlüğü para kazanmaya bağlı kılan feminist hareket, devletlerin ekmeğine yağ sürdü ve “kadın hakları” adı altında masumane tavırla kadının evden çıkması ve para kazanmasını her türlü politikayla teşvik etti.
Pozitif ayrımcılık adı altında kadını açıkça kayıran politikalar vasıtasıyla kadının ekonomideki payını arttırmak için bu kavramı katalizör olarak kullandı.
Devlet açısından hesap basitti: kadın çalışacak, erkek çalışacak, doğan çocuğa bakmak için bakıcı tutulacak, ardından kreşe yollanacak ve devlet bunların hepsinden vergi alarak ekonomik olarak rahatlayacak ve işsiz sayısını azaltacak.
Burada kadınların çalışması ya da çalışmaması üzerinden bir değerlendirme yapmıyorum. Kadın ister çalışır ister çalışmaz bu tamamen kendisini bağlayan bir durumdur.
Şahsen, kadınların belirli istihdam sahalarında özellikle çalışmaya teşvik edilmesi taraftarıyım. Bunun için kadınlarımızın gerek maddi gerekse manevi olarak sorun yaşamayacakları ortamların yetkili mercilerce sağlanması gerektiğini düşünüyorum.
Benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta ise “çalışan kadın” kavramının karşısına “anne” kavramını çıkarıp anneliği bilimsel birçok gerçeğe rağmen değersizleştirme çabasıdır.
Nitekim anneliği sadece doğuştan gelen biyolojik bir rol olarak görüp başarıyı sadece para kazanmaya bağlayan kadınlarımızın olduğunu ve bu böyle düşünen kadınların hiç de az olmadığını biliyoruz.
Tabi böyle düşünen kadınlarımızı pohpohlayan erkeklerin ve devlet politikalarının varlığı bizi ciddi şekilde ürkütüyor ve üzüyor.
Günümüzde anneliğin çocuk gelişimindeki rolünü güçlü bir şekilde savunan ve açıklayan bilim adamlarının sesleri çok cılız çıkıyor.
Çünkü bunları savunmak konjonktüre ve statüye karşı gelmek demektir. Ancak özelde konuştuğum birçok uzman, annelik rolünün bakıcı ve kreşlere devredilmesinin çocukları kültürsüz, anne babayı tanımayan, maneviyattan yoksun hale getirdiğini itiraf ediyorlar.
Bu mekanlarda çocuklar belki fiziksel olarak iyi besleniyorlar ve sosyalleşebiliyorlar ama annesizlik, fıtri ihtiyaçlardan olan şefkat, sevgi ve güven gibi temel kavramları öğrenmelerine ve hissetmelerine engel oluyor.
Bunu söyleyebilmek, şu ortamda gerçekten cesaret gerektiriyor ama birilerinin artık söylemesi gerekli. Çünkü çocuklarımız gözümüzün önünde kayıp gidiyor. Kariyer hırsındaki anne, para hırsındaki baba, istihdam ve vergi gelirlerinin artmasından memnun bir devletler üstü bir sistem var.
Ancak gözümüzün önünde bataklığa doğru itilen nesillerimizin vebali uykularımızı kaçırmalı artık.
Devlet politikaları, çocuğun annesinden “sağlıklı” şekilde ayrılmasına odaklanacağına anne ve çocuğun -en azından- ilk dört yaşta daha fazla beraber zaman geçirmesine odaklanmalı.
Çalışan anneler için kreş parası verileceğine o kreş parasının anneye verilip çocuk, özerkliğini kazanana kadar ücretli izin kullanabileceği sistemler geliştirilmeli.
Çalışmayıp ev hanımı olarak evlat yetiştirmeye kendilerini adayan kadınlarımıza devletin çalışan anneler için verdiği maddi teşviklerin yarısı bile ciddi kazanımlar sağlayacaktır.
Görünürde devletin maddi yükünü arttırmak anlamına gelen bu çalışmalar, “dindar nesil yetiştirme” iddiasında olan herkesin üzerinde düşünmesi gerekli olan bir konudur. Çünkü dindar neslin yolu evden geçer kreşten değil.
Bakıcılık ve kreş kurumları profesyonel olduğu için içten sevgi ve ilgi verilmesi pek mümkün değildir. Çünkü sonuç itibariyle ticari bir faaliyet gerçekleştirmekteler.
Çocuk, bu kurumlarda terbiye(eğitim) edilememektedir. Zira terbiye, çocuğu bazen üzme pahasına da olsa kararlı olmayı gerektirir. Oysa hangi profesyonel kurum bu riski alır ki? Kaldı ki çocuğun manevi olarak beslenmesini sağlayacak bakıcı ve kreşler yok. Olsa bile en nihayetinde paralı olduklarından karşılıksız ilgi ve şefkat olmayacağı için manevi beslenme olanağı da olmayacaktır.
Büyüyen “Z Kuşağına” baktığımızda birçoğunun fiziksel olarak sağlıklı ancak manevi olarak ne kadar zayıf olduklarını maalesef müşahede ediyoruz. Tabi bunun tek sebebini “anneliğin değersizleştirilmesi” olarak göremeyiz. Ancak mevcut durumun önemli sebeplerinden biri de budur.
Bakıcı ve kreşle ile terbiye/eğitim mümkün mü? Sorusuna dönersek cevabımı ünlü davranış bilimci Konrad Lorenz’in “kaz yavrusu” deneyiyle vereyim.
Lorenz, yumurtadan çıkmak üzere olan kaz yavrularını anne kazdan ayırır. Yavrular yumurtadan çıktığında ilk olarak Lorenz’i görürler. Kaz yavruları, o andan itibaren Lorenz’i anneleri sanıp onun peşine takılmışlardır ve onu rehber bellemişlerdir.
Korunma içgüdüsüne bağlı bu davranış, büyüyen kazlarda yer etmiş, böylece kazlar bu nesneye bağlanmışlardır. Konrad Lorenz’in arkasında yürüyen kaz sürüsüyle görüntüsü de bu olgunun kanıtı olmuştur.
Bu hakikatten hareketle en azından 4 yaşına kadar çocukların annelerinden ayrılmaması gerektiğini savunuyoruz. Yavru ilk yıllarında yanında kimi görürse rehberi de terbiye edeni de o olur.
Feyzullah Akdağ
Ekleme
Tarihi: 07 Aralık 2021 - Salı
BAKICI VE KREŞLE TERBİYE/EĞİTİM MÜMKÜN MÜ?
BAKICI VE KREŞLE TERBİYE/EĞİTİM MÜMKÜN MÜ?
Günümüz psikolojisinin kurucularından biri olan Alfred Adler, çocuğun sağlıklı gelişimi için hayatın ilk yıllarında annesiyle yakın ve sürekli bir ilişki içinde olması gerektiğini vurgular.
Çocuk büyüdükçe sosyal hayata hazırlanması adına annenin kendini aşamalı olarak geri çekmesi gerektiğini söyler.
Adler’den daha önce yaşamış tarihte büyük eğitimciler içinde okul kurup kendi yöntemini uygulayan ilk bilim adamı olan Johann Pastalozzi ise çocuğun iç birliğine giden yolu bulması ve dolayısıyla ilahi olana erişebilmesinin annenin gerçek sevgisi üzerinden gerçekleştiğini söyler.
İki bilim adamı da hayata atılan ilk adımlarda çocuğun sağlıklı gelişimi için anneyi babadan daha önde konumlandırmıştır.
Adler, belirli bir yaş vermez ancak eserlerinden çıkardığım sonuca göre çocuğun 4 yaşına kadar, anneyi babadan daha önemli görür. Aslında benzer düşünceleri dile getirenler isimlerini zikrettiklerimle sınırlı değil.
Gerek Batı dünyasından gerekse bizim dünyamızdan birçok bilim adamı, yazar, araştırmacı ve mütefekkir çocuğun hayatının ilk yıllarında annenin babadan daha önemli rol oynadığına dair fikirleri dile getirmişlerdir.
1960’lı yıllara kadar durum buyken birden annenin bu önemli rolü üzerinde durulmamaya ve bakıcıyla da sağlıklı gelişimin sağlanabileceği iddia edilmeye başlandı.
Annelik sadece alt temizleme, karın doyurma gibi basit ve herkesin yapabileceği bir role indirgenmeye başladı. “Bu yıllardan itibaren neler olmuş?” diye baktığımızda iki önemli hareketin ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan ilki feminist kadın hareketleridir.
Bu hareketler temelde anneliği, kadının mahpusluğu olarak görür.
Evinde çocukla ilgilenen kadın, hayatı yaşamayan; yaşamından lezzet almayan kadın demekti onlar için.
Hatta feminist hareketin içinden bir grup, rahimlerin laboratuvar ortamında yapay olarak üretilmesini ve bebeklerin annelerin rahminde değil bu yapay rahimlerde yetiştirilmesini savunuyor.
Yani tıpkı bitki hasadı gibi “insan hasadından” bahsediyorlar. Teknoloji şu an için insanlığa bunu sunmamış olsa da bilim kurgu filmlerinde çokça gördüğümüz yapay rahim ve “bebek yetiştirme tarlaları” aslında zihinlerin buna alıştırılması için ustaca kurgulanmış senaryolardır.
Bebek tarlaları projesi için teknoloji yeterli hale gelene kadar bu hareketin “geçici” olarak sunduğu çözüm ise taşıyıcı anneliğin desteklenmesi ve profesyonel bir meslek olarak devletlerce tanınmasıdır.
Feminizmin geçici çözümü şuan Batı’da ciddi bir şekilde kurumsallaşmış durumda.
Hamileliğin sıkıntılarını yaşamamak, fiziğini bozmamak ve kariyerinden geri kalmamak adına kendi yumurtasını ve çocuk sahibi olmak istediği erkeğin spermini laboratuvar ortamında birleştirip taşıyıcı annenin kiralık rahmine yerleştiren kadınlar artık çocuk da yapıyor kariyer de!
Çocuk doğduğu andan itibaren mama, bakıcı ve kreşle çocuk da büyütmüş oluyorlar!
Anne rolünün önemsizleştirilmesinde ikinci önemli faktör ise 1960’lı yıllardan itibaren kadını ekonomiye kazandırmaya çalışan devlet politikalarının artmasıdır.
Feminist hareketin devletler üzerindeki baskısının bu politikalarda temel belirleyici faktörlerden olduğunu da vurgulamakta fayda var.
Feminist hareket, aslında devletlerin arayıp da bulamadığı harika bir fırsatı altın tepside sunmuş oldu.
Maddeperest devletler, zaten çalışmayan kadının ekonomilerine yük olduğunu düşünüyordu. “Çalışan kadın özgür kadındır” sloganıyla özgürlüğü para kazanmaya bağlı kılan feminist hareket, devletlerin ekmeğine yağ sürdü ve “kadın hakları” adı altında masumane tavırla kadının evden çıkması ve para kazanmasını her türlü politikayla teşvik etti.
Pozitif ayrımcılık adı altında kadını açıkça kayıran politikalar vasıtasıyla kadının ekonomideki payını arttırmak için bu kavramı katalizör olarak kullandı.
Devlet açısından hesap basitti: kadın çalışacak, erkek çalışacak, doğan çocuğa bakmak için bakıcı tutulacak, ardından kreşe yollanacak ve devlet bunların hepsinden vergi alarak ekonomik olarak rahatlayacak ve işsiz sayısını azaltacak.
Burada kadınların çalışması ya da çalışmaması üzerinden bir değerlendirme yapmıyorum. Kadın ister çalışır ister çalışmaz bu tamamen kendisini bağlayan bir durumdur.
Şahsen, kadınların belirli istihdam sahalarında özellikle çalışmaya teşvik edilmesi taraftarıyım. Bunun için kadınlarımızın gerek maddi gerekse manevi olarak sorun yaşamayacakları ortamların yetkili mercilerce sağlanması gerektiğini düşünüyorum.
Benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta ise “çalışan kadın” kavramının karşısına “anne” kavramını çıkarıp anneliği bilimsel birçok gerçeğe rağmen değersizleştirme çabasıdır.
Nitekim anneliği sadece doğuştan gelen biyolojik bir rol olarak görüp başarıyı sadece para kazanmaya bağlayan kadınlarımızın olduğunu ve bu böyle düşünen kadınların hiç de az olmadığını biliyoruz.
Tabi böyle düşünen kadınlarımızı pohpohlayan erkeklerin ve devlet politikalarının varlığı bizi ciddi şekilde ürkütüyor ve üzüyor.
Günümüzde anneliğin çocuk gelişimindeki rolünü güçlü bir şekilde savunan ve açıklayan bilim adamlarının sesleri çok cılız çıkıyor.
Çünkü bunları savunmak konjonktüre ve statüye karşı gelmek demektir. Ancak özelde konuştuğum birçok uzman, annelik rolünün bakıcı ve kreşlere devredilmesinin çocukları kültürsüz, anne babayı tanımayan, maneviyattan yoksun hale getirdiğini itiraf ediyorlar.
Bu mekanlarda çocuklar belki fiziksel olarak iyi besleniyorlar ve sosyalleşebiliyorlar ama annesizlik, fıtri ihtiyaçlardan olan şefkat, sevgi ve güven gibi temel kavramları öğrenmelerine ve hissetmelerine engel oluyor.
Bunu söyleyebilmek, şu ortamda gerçekten cesaret gerektiriyor ama birilerinin artık söylemesi gerekli. Çünkü çocuklarımız gözümüzün önünde kayıp gidiyor. Kariyer hırsındaki anne, para hırsındaki baba, istihdam ve vergi gelirlerinin artmasından memnun bir devletler üstü bir sistem var.
Ancak gözümüzün önünde bataklığa doğru itilen nesillerimizin vebali uykularımızı kaçırmalı artık.
Devlet politikaları, çocuğun annesinden “sağlıklı” şekilde ayrılmasına odaklanacağına anne ve çocuğun -en azından- ilk dört yaşta daha fazla beraber zaman geçirmesine odaklanmalı.
Çalışan anneler için kreş parası verileceğine o kreş parasının anneye verilip çocuk, özerkliğini kazanana kadar ücretli izin kullanabileceği sistemler geliştirilmeli.
Çalışmayıp ev hanımı olarak evlat yetiştirmeye kendilerini adayan kadınlarımıza devletin çalışan anneler için verdiği maddi teşviklerin yarısı bile ciddi kazanımlar sağlayacaktır.
Görünürde devletin maddi yükünü arttırmak anlamına gelen bu çalışmalar, “dindar nesil yetiştirme” iddiasında olan herkesin üzerinde düşünmesi gerekli olan bir konudur. Çünkü dindar neslin yolu evden geçer kreşten değil.
Bakıcılık ve kreş kurumları profesyonel olduğu için içten sevgi ve ilgi verilmesi pek mümkün değildir. Çünkü sonuç itibariyle ticari bir faaliyet gerçekleştirmekteler.
Çocuk, bu kurumlarda terbiye(eğitim) edilememektedir. Zira terbiye, çocuğu bazen üzme pahasına da olsa kararlı olmayı gerektirir. Oysa hangi profesyonel kurum bu riski alır ki? Kaldı ki çocuğun manevi olarak beslenmesini sağlayacak bakıcı ve kreşler yok. Olsa bile en nihayetinde paralı olduklarından karşılıksız ilgi ve şefkat olmayacağı için manevi beslenme olanağı da olmayacaktır.
Büyüyen “Z Kuşağına” baktığımızda birçoğunun fiziksel olarak sağlıklı ancak manevi olarak ne kadar zayıf olduklarını maalesef müşahede ediyoruz. Tabi bunun tek sebebini “anneliğin değersizleştirilmesi” olarak göremeyiz. Ancak mevcut durumun önemli sebeplerinden biri de budur.
Bakıcı ve kreşle ile terbiye/eğitim mümkün mü? Sorusuna dönersek cevabımı ünlü davranış bilimci Konrad Lorenz’in “kaz yavrusu” deneyiyle vereyim.
Lorenz, yumurtadan çıkmak üzere olan kaz yavrularını anne kazdan ayırır. Yavrular yumurtadan çıktığında ilk olarak Lorenz’i görürler. Kaz yavruları, o andan itibaren Lorenz’i anneleri sanıp onun peşine takılmışlardır ve onu rehber bellemişlerdir.
Korunma içgüdüsüne bağlı bu davranış, büyüyen kazlarda yer etmiş, böylece kazlar bu nesneye bağlanmışlardır. Konrad Lorenz’in arkasında yürüyen kaz sürüsüyle görüntüsü de bu olgunun kanıtı olmuştur.
Bu hakikatten hareketle en azından 4 yaşına kadar çocukların annelerinden ayrılmaması gerektiğini savunuyoruz. Yavru ilk yıllarında yanında kimi görürse rehberi de terbiye edeni de o olur.
Feyzullah Akdağ
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.