DESTANLAR, YARATILIŞ, İLİMLER ve KUR’AN…
DESTANLAR, YARATILIŞ, İLİMLER ve KUR’AN…
Destanlar, bütün milletlerin Edebiyat Tarihinde çok önemli yer tutar. Çünkü herkes kendi milletinin geçmişindeki önemli yer tutan hikâyesini bilmek, geçmişini anlamak ister. Fakat her konuda da destan meydana gelmez, gelemez. O milletin yıllarca, belki de asırlarca dünyasından silinmeyen önemli meselelerde destan oluşabilir! Mesela 17 Ağustos 1999 debreminde resmi olmayan rakamlara göre 50 bin civarında vefat; 100 bin civarında yaralı vardı. Hatta şehir içinde hala kaldırılmamış apartman enkazlarına rağmen unutuldu. Bu dehşetli görünen hadise maalesef destan oluşturmadı, oluşturamadı.
Ancak YARATILIŞ düşüncesi bütün insanları o kadar ilgilendirmiştir, o kadar uzun yıllar ruhlarının, kalplerinin ve dahi akıllarının ciddi ciddi alakası söz konusu olmuştur ki hemen her milletin Yaratılış Destanı vardır, oluşmuştur. Bu yaratılış efkârı maalesef akıl ve ilmin dışında hayallerle dolu ve hakikatsizdir. Bizim Yaratılış Destanımız da İslam öncesi teşekkül ettiğinden maalesef hakikatsizdir. Tabi ki asırlardır İslam Bayraktarı olarak yaşayan ve hükmettiği yerlerde adaletle yaşatan milletimizin bu düşüncesi İslamiyet ile tamamen değişmiş, akla, ilme daha uygun uygun hale gelmiştir.Felsefe hâlâ “Nereden geliyoruz, Nereye gidiyoruz, Bu dünyada işimiz nedir” de denebilecek insanlığın en temel problemine cevap bulamamıştır.
Bu konu, Kuran’ı sathî okuyanların da hikmetsiz sorularına muhatap olmuştur. “…Bir adam “Göklerde ve Yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.”(Hadid Suresi, 57:1) âyetini okuyunca, "Bu âyette hârika telakki edilen belâgatını, söylendiği zaman ve zemine uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatli söz söylendiğini göremiyorum..." demiş! Ona, İslam Âlimleri: "Sen o zamana git, Kur’an’ı orada dinle." demişler. O da kendini Kur'an’dan evvel ilmen orada hayal etmiş. Görmüş ki: Bütün KÂİNAT karanlık, manasız, perişan, cansız, şuursuz, vazifesiz olarak bomboş, sınırsız, bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyor. Her şey muamma!“Nereden geliyoruz, Nereye gidiyoruz, Bu dünyada işimiz nedir” diyen bütün insanlık bu en önemli sorularına cevap bulamamış. Bu sorular onları öyle meşgul etmiş ki bütün milletlerde “Yaratılış Destanları” meydana gelmiş. Ama Yaratılış ile ilgili cevaplar ise hala bulunamamış!
Risale-i Nur Tefsirinden, bu Kur'an Ayetinin tefsirini dinlerken birden hakikati görmüş. Bu Âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde Sebepler Perdesini açmış, ışıklandırmış. Bu EZELÎ nutuk ve bu EBEDİ ferman, meğer asırlardır şuurlu varlıklara, Yaratılış dersini veriyormuş! KÂİNAT’IN, Kelam sıfatından gelen Sure ve Ayetlerin bulunduğu yazılı Kur’an ile tam örtüşen; Kudret sıfatından gelen ve atomlarla yazılmış, farklı ve mucizelerle dolu başka bir Kur’an gibi olduğunu ondan öğrenmiş!. Yaratılan her şey, zahiren sebebi gibi görünen şeylerle, akılsız toprakla, odun gibi dallarla bu harika ölçülü, güzel, nakışlı, lezzetli, meyve ve sebzeleri yapamaz. Vitamin ve mineraller ile dolu olamaz. Her şey insana göre tanzim edilemez. Bitki gibi aciz varlıklar akıllı insanoğlunun beceremediği fotosentezi yapamaz. Bitki ve Hayvanlar birbirine ve bilhassa insana tam hizmetkâr olamaz. Arzımız Semâvatı ile beraber hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında büyük bir keyif ve nizamla sapan taşları gibi ama başka gök cisimlerine çarpmadan, şoförsüz, direksiyonsuz, firensiz ve yakıtsız dönemez. Dünya diğer gezegenlerden çok farklı tarzda çok hikmetlerle, maslahatlarla, faydalılıklar ile yaratılamaz. Üzerindeki bütün canlılar mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulundurulamaz.. diye ilmen, bizzat gözleriyle gördü.… Arzın yarısını ve insanların beşte birini ikna ederek, İlahi Saltanatın, Rabbimizin saygınlığının bütün haşmetiyle on dört asır, hiç ara vermeden Kur’an’ ile devam ettirişini tam anladı. O, her şeyin aciz sebepler dışında yaratılışını ve hayatlarını devam ettirişlerini, onların TESBİHİ, ZİKRİ bu olduğunu kavradı. Böyle bir mantıkla bakınca “Göklerde ve Yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.”(Hadid Suresi, 57:1) âyetini mucizane manasıyla tam anladı, idrak etti. (Bkz: Şualar, 184’den Mealen)
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” manasını tam 14 asırdır kâinat kitabında haykırılışını idrak etti. İmtihan sırrı olarak yaratılan sebeplerin, çok zayıf özellikleriyle bu varlıkları yaratmayacağını anladı. Atomların bile çok az maddeden meydana geldiğine, elektron ve çekirdeği arasındaki boşluk kaldırılabilse dünyanın bile madde olarak bir kaşık içine sığabileceğini anlatan ilimle barıştı. Terliksi Hayvan veya Amip’in yaşayışının; Köpeklerin ağzında kemik kırabilen kemikler oluşunu, su kaplumbağalarının vücutlarındaki hikmetli değişiklikleri birer harika mucizeler gibi idrak etti; Ay’ın Peygamberimiz Muhammed ASM’ın Allah’ın izniyle mucize olarak ikiye bölünmesi kadar MUCİZE oluşunu anladı.
Asırlardır insanlar çocuklarına “nasıl dünyaya geldik” sorusu için bazen leylekler getirdi, bazen lahana yaprağı arasından çıktın gibi garip mantıksız şeylerle savuşturdu. 16. YY’ da ilk basit mikroskoplar bulununca bile ilim adamları leylek, lahana hikâyesi kadar gülünç şeyler söylemiş maalesef. Spermi anlayıncaya kadar, kıldı, tüydü, sinek kanadıydı gibi şeylerle erkek üreme hücresini zor anladılar. Son 50-100 yıl içinde dev bir sırlar okyanusunun kıyılarında olduklarını zor idrak ettiler. Buna rağmen ilk zamanlar bu sperm içinde tam bir insanın çok küçük olarak bulunduğunu iddia ettiler. O küçük insanı erkek ise onun da içinde küçük bir insan bulunması, onun da içinde başka ve çok daha küçük bir insanın bulunması tahminlerinden ilim adamları kurtulamadılar. Hanımlardaki yumurta hücresi bile çok sonraları bulundu. Zigot ve sonrası 100 trilyon hücrenin insanı meydana getirişini çok yakın yıllarda öğrenebildik.
Fakat KUR’AN yine 1.400 sene öncesinden asırlar sonra ancak anlaşılabilecek bu insan yaratılışını Hac Suresinin 5., Mü’minun Suresinin 12-14., Mümin Suresinin 67. ayetlerinde çok açıkça: “Biz sizi önce topraktan, sonra bir NUTFE’den (bir damla sudan), sonra bir ALEKA’dan (bir damla kandan), sonra kısmen şekillenmiş, kısmen şekillenmemiş bir çiğnem etten (MUTGA’dan) yarattık. Mudga’yı da kemik halinde yarattık, kemiklere et giydirdik.” dediğine baktığımızda Yaratılışı ve işte bu KUR’AN’IN da “Allah’ın Kitabı” oluşunu çok kesin olarak anladık inşallah!
Ekleme
Tarihi: 18 Haziran 2021 - Cuma
DESTANLAR, YARATILIŞ, İLİMLER ve KUR’AN…
DESTANLAR, YARATILIŞ, İLİMLER ve KUR’AN…
Destanlar, bütün milletlerin Edebiyat Tarihinde çok önemli yer tutar. Çünkü herkes kendi milletinin geçmişindeki önemli yer tutan hikâyesini bilmek, geçmişini anlamak ister. Fakat her konuda da destan meydana gelmez, gelemez. O milletin yıllarca, belki de asırlarca dünyasından silinmeyen önemli meselelerde destan oluşabilir! Mesela 17 Ağustos 1999 debreminde resmi olmayan rakamlara göre 50 bin civarında vefat; 100 bin civarında yaralı vardı. Hatta şehir içinde hala kaldırılmamış apartman enkazlarına rağmen unutuldu. Bu dehşetli görünen hadise maalesef destan oluşturmadı, oluşturamadı.
Ancak YARATILIŞ düşüncesi bütün insanları o kadar ilgilendirmiştir, o kadar uzun yıllar ruhlarının, kalplerinin ve dahi akıllarının ciddi ciddi alakası söz konusu olmuştur ki hemen her milletin Yaratılış Destanı vardır, oluşmuştur. Bu yaratılış efkârı maalesef akıl ve ilmin dışında hayallerle dolu ve hakikatsizdir. Bizim Yaratılış Destanımız da İslam öncesi teşekkül ettiğinden maalesef hakikatsizdir. Tabi ki asırlardır İslam Bayraktarı olarak yaşayan ve hükmettiği yerlerde adaletle yaşatan milletimizin bu düşüncesi İslamiyet ile tamamen değişmiş, akla, ilme daha uygun uygun hale gelmiştir.Felsefe hâlâ “Nereden geliyoruz, Nereye gidiyoruz, Bu dünyada işimiz nedir” de denebilecek insanlığın en temel problemine cevap bulamamıştır.
Bu konu, Kuran’ı sathî okuyanların da hikmetsiz sorularına muhatap olmuştur. “…Bir adam “Göklerde ve Yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.”(Hadid Suresi, 57:1) âyetini okuyunca, "Bu âyette hârika telakki edilen belâgatını, söylendiği zaman ve zemine uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatli söz söylendiğini göremiyorum..." demiş! Ona, İslam Âlimleri: "Sen o zamana git, Kur’an’ı orada dinle." demişler. O da kendini Kur'an’dan evvel ilmen orada hayal etmiş. Görmüş ki: Bütün KÂİNAT karanlık, manasız, perişan, cansız, şuursuz, vazifesiz olarak bomboş, sınırsız, bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyor. Her şey muamma!“Nereden geliyoruz, Nereye gidiyoruz, Bu dünyada işimiz nedir” diyen bütün insanlık bu en önemli sorularına cevap bulamamış. Bu sorular onları öyle meşgul etmiş ki bütün milletlerde “Yaratılış Destanları” meydana gelmiş. Ama Yaratılış ile ilgili cevaplar ise hala bulunamamış!
Risale-i Nur Tefsirinden, bu Kur'an Ayetinin tefsirini dinlerken birden hakikati görmüş. Bu Âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde Sebepler Perdesini açmış, ışıklandırmış. Bu EZELÎ nutuk ve bu EBEDİ ferman, meğer asırlardır şuurlu varlıklara, Yaratılış dersini veriyormuş! KÂİNAT’IN, Kelam sıfatından gelen Sure ve Ayetlerin bulunduğu yazılı Kur’an ile tam örtüşen; Kudret sıfatından gelen ve atomlarla yazılmış, farklı ve mucizelerle dolu başka bir Kur’an gibi olduğunu ondan öğrenmiş!. Yaratılan her şey, zahiren sebebi gibi görünen şeylerle, akılsız toprakla, odun gibi dallarla bu harika ölçülü, güzel, nakışlı, lezzetli, meyve ve sebzeleri yapamaz. Vitamin ve mineraller ile dolu olamaz. Her şey insana göre tanzim edilemez. Bitki gibi aciz varlıklar akıllı insanoğlunun beceremediği fotosentezi yapamaz. Bitki ve Hayvanlar birbirine ve bilhassa insana tam hizmetkâr olamaz. Arzımız Semâvatı ile beraber hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazife başında büyük bir keyif ve nizamla sapan taşları gibi ama başka gök cisimlerine çarpmadan, şoförsüz, direksiyonsuz, firensiz ve yakıtsız dönemez. Dünya diğer gezegenlerden çok farklı tarzda çok hikmetlerle, maslahatlarla, faydalılıklar ile yaratılamaz. Üzerindeki bütün canlılar mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulundurulamaz.. diye ilmen, bizzat gözleriyle gördü.… Arzın yarısını ve insanların beşte birini ikna ederek, İlahi Saltanatın, Rabbimizin saygınlığının bütün haşmetiyle on dört asır, hiç ara vermeden Kur’an’ ile devam ettirişini tam anladı. O, her şeyin aciz sebepler dışında yaratılışını ve hayatlarını devam ettirişlerini, onların TESBİHİ, ZİKRİ bu olduğunu kavradı. Böyle bir mantıkla bakınca “Göklerde ve Yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.”(Hadid Suresi, 57:1) âyetini mucizane manasıyla tam anladı, idrak etti. (Bkz: Şualar, 184’den Mealen)
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” manasını tam 14 asırdır kâinat kitabında haykırılışını idrak etti. İmtihan sırrı olarak yaratılan sebeplerin, çok zayıf özellikleriyle bu varlıkları yaratmayacağını anladı. Atomların bile çok az maddeden meydana geldiğine, elektron ve çekirdeği arasındaki boşluk kaldırılabilse dünyanın bile madde olarak bir kaşık içine sığabileceğini anlatan ilimle barıştı. Terliksi Hayvan veya Amip’in yaşayışının; Köpeklerin ağzında kemik kırabilen kemikler oluşunu, su kaplumbağalarının vücutlarındaki hikmetli değişiklikleri birer harika mucizeler gibi idrak etti; Ay’ın Peygamberimiz Muhammed ASM’ın Allah’ın izniyle mucize olarak ikiye bölünmesi kadar MUCİZE oluşunu anladı.
Asırlardır insanlar çocuklarına “nasıl dünyaya geldik” sorusu için bazen leylekler getirdi, bazen lahana yaprağı arasından çıktın gibi garip mantıksız şeylerle savuşturdu. 16. YY’ da ilk basit mikroskoplar bulununca bile ilim adamları leylek, lahana hikâyesi kadar gülünç şeyler söylemiş maalesef. Spermi anlayıncaya kadar, kıldı, tüydü, sinek kanadıydı gibi şeylerle erkek üreme hücresini zor anladılar. Son 50-100 yıl içinde dev bir sırlar okyanusunun kıyılarında olduklarını zor idrak ettiler. Buna rağmen ilk zamanlar bu sperm içinde tam bir insanın çok küçük olarak bulunduğunu iddia ettiler. O küçük insanı erkek ise onun da içinde küçük bir insan bulunması, onun da içinde başka ve çok daha küçük bir insanın bulunması tahminlerinden ilim adamları kurtulamadılar. Hanımlardaki yumurta hücresi bile çok sonraları bulundu. Zigot ve sonrası 100 trilyon hücrenin insanı meydana getirişini çok yakın yıllarda öğrenebildik.
Fakat KUR’AN yine 1.400 sene öncesinden asırlar sonra ancak anlaşılabilecek bu insan yaratılışını Hac Suresinin 5., Mü’minun Suresinin 12-14., Mümin Suresinin 67. ayetlerinde çok açıkça: “Biz sizi önce topraktan, sonra bir NUTFE’den (bir damla sudan), sonra bir ALEKA’dan (bir damla kandan), sonra kısmen şekillenmiş, kısmen şekillenmemiş bir çiğnem etten (MUTGA’dan) yarattık. Mudga’yı da kemik halinde yarattık, kemiklere et giydirdik.” dediğine baktığımızda Yaratılışı ve işte bu KUR’AN’IN da “Allah’ın Kitabı” oluşunu çok kesin olarak anladık inşallah!
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.