Mehmet Nuri BİNGÖL
Köşe Yazarı
Mehmet Nuri BİNGÖL
 

İKİYÜZLÜLÜĞÜN ALFABESİ

İKİYÜZLÜLÜĞÜN ALFABESİ Devekuşuna: “Gel, yük taşı…” demişler, bizim meşhur kuşumuz kasıla kasıla ve büyük bir kibirle kanatlarını olabildiğince uzun göstermeye çalışarak; “Ben yük taşıyacak kadar alçalmadım daha, hem de taşıyamam, çünkü bir kuşum” der. Bu sefer üstelemişler açıkgöz hayvana; “hırsızı inine kadar kovalamak” deyimini yaşamak istercesine… “Eğer kuş olduğunu söylüyorsan, o zaman bu uzun kanatlarla uç da görelim.” Bizim bedbaht, kendini akıllı sanan ve kibrinden, tefahurundan, “ene”sinden dolayı tuzağı göremeyen zavallı hayvan, bu sefer de başka türlü konuşmuş: “Yok öyle yağma, ben aynı zamanda bir deveyim, şeklimi görmüyor musunuz?” diye kargaları bile güldürecek cevap vermiş. Cemiyet hayatımızda bu tip insanların gittikçe çoğaldığını fark etmek, -çoklarını bilemem ama- beni oldukça düşündürüyor. ***** Sayfalarına müracatla şereflendiğim Münazarat isimli eserin bir sayfasında Bediüzzaman Hazretleri, şöyle bir soruyla karşılaştığını beyan ediyor. “Sabi-yi müteşeyyih ile hakiki ehl-i kalbi nasıl fark edeceğiz?” Yani “çocuklaşmış şeyh” ile hakiki bir kalp ehlinin arasındaki fark soruluyor Üstad’a. Verdiği cevap ve yaptığı açıklama pek mânidar, İslam Âlemi’nin hâla kanayan yarasına neşter atma mânasındadır: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevâzu’ ve mahviyettir. (alçakgönüllülüktür) Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. (Demek insanlara kibirlenen ve onları aslında olmayan faziletinin esiri gören kişi ya da grup -camia-, gerçek şeyh değil, ancak çocuklaşmış bir zihniyettir. Siz de büyük tanımayınız.” (Nursi Said, Münazarat, 24) Yine aynı sayfanın devamında, açıklanan bu durumun sebebini soruyor o muhitin reisleri: “Neden tekebbür küçüklük alâmetidir? (Gurur ve başkasına tafra atma neden küçüklüğün göstergesidir?) “Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temâşâ edecek (insanları seyredecek) bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. (bir haysiyet ve şöhret derecesi vardır) İşte o mertebe eğer kamet-i istîdadından daha yüksek ise (kabiliyet ve feyzinin boyundan daha yüksekteyse); o, o seviyede görünmek için (yani “olmadığı mânanın sahibi”ymiş gibi görünmek için) tekebbür ile (ona buna tafra atarak) ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. (uzanmaya çalışıp, gurur içine girecektir.) Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise (kendisinin feyiz ve iman boyu o pencereden daha yüksekse), tevâzu ile tekavvüs edip (eğilerek alçakgönüllülük gösterip) ona eğilecektir. (Nursi Said, Münazarat. S.24) Üstad’ın izah buyurduğu kimselerin cemiyete en büyük zararı ise, bu tavrı din adına – veya bir hizmet gruba adına- yapıyormuş gibi göstermesi, terim mânasıyla (ıstılahî tabiriyle) bir nevi “bid’a” içine girmesidir. Bahsettiğim sayfanın bir ilerisinin şöyle devam ettiğini çok dostum bilir: “Sual: Şimdiki şeyhlerden ne istersin? (Dikkat buyurun, günümüzden bahsediyor.) Şeyh’in lügavî mânası aşikar; efendi, seyyid. Kendini “efendi” yerine koyan ya da bir grup marifetiyle koyduran kişi de, demek ki bir tarikat şeyhi, mesabesindedir. İlave eder Üstad: “Cevap: Dâima onların demdemelerinin mevzuu (gevezeliklerinin konusu) olan ihlâsı (Allah rızasına uygun ameli); hem de tekke denilen mânevileşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları (onu yapmaya mecbur oldukları) cihad-ı ekberi (Hadis’in hükmünce, nefisle mücadeleyi) ve terk-i iltizam-ı nefsi (nefsinin kötü isteklerini bırakmayı); hem de onların şiârı olan, zühdün mânası olan terk-i menâfi-i şahsiyeyi (şahsi çıkarını terk etmeyi); hem de dâima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mâyesi (dinimizin temeli) olan muhabbeti (sevgiyi) isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek (kullanarak) ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.” [Çok zaman Bediüzzaman hazretlerinin, böylesi çocuklaşmış bid’a taraftarlarına karşı kullandığı “Beni tehdit ile vazgeçiremezler. Hem dünya, hem âhiret hayatımı, her ikisini de elime almışım, tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın!” (Şahiner Necmettin, B.T. Bediüzzaman Said Nursi, 31) ifadesinin sebebini anlayamıyordum. Ne zaman ki Hazret’in Münazarat’taki “bid’a taraftarı müteşeyyihler” için kullandığı beyanları okuyunca, bu hücumunun sebebini de kavradım.] Peygamberimiz Efendimiz’in ( A.S.M) buyurduğu gibi “ateşe götürücü dalaletin ta kendisi olan bid’a” bu sapkınlık, biraz da yazının başında verdiğim misale benziyor. Mehmet Nuri Bingöl
Ekleme Tarihi: 31 Temmuz 2021 - Cumartesi

İKİYÜZLÜLÜĞÜN ALFABESİ

İKİYÜZLÜLÜĞÜN ALFABESİ Devekuşuna: “Gel, yük taşı…” demişler, bizim meşhur kuşumuz kasıla kasıla ve büyük bir kibirle kanatlarını olabildiğince uzun göstermeye çalışarak; “Ben yük taşıyacak kadar alçalmadım daha, hem de taşıyamam, çünkü bir kuşum” der. Bu sefer üstelemişler açıkgöz hayvana; “hırsızı inine kadar kovalamak” deyimini yaşamak istercesine… “Eğer kuş olduğunu söylüyorsan, o zaman bu uzun kanatlarla uç da görelim.” Bizim bedbaht, kendini akıllı sanan ve kibrinden, tefahurundan, “ene”sinden dolayı tuzağı göremeyen zavallı hayvan, bu sefer de başka türlü konuşmuş: “Yok öyle yağma, ben aynı zamanda bir deveyim, şeklimi görmüyor musunuz?” diye kargaları bile güldürecek cevap vermiş. Cemiyet hayatımızda bu tip insanların gittikçe çoğaldığını fark etmek, -çoklarını bilemem ama- beni oldukça düşündürüyor. ***** Sayfalarına müracatla şereflendiğim Münazarat isimli eserin bir sayfasında Bediüzzaman Hazretleri, şöyle bir soruyla karşılaştığını beyan ediyor. “Sabi-yi müteşeyyih ile hakiki ehl-i kalbi nasıl fark edeceğiz?” Yani “çocuklaşmış şeyh” ile hakiki bir kalp ehlinin arasındaki fark soruluyor Üstad’a. Verdiği cevap ve yaptığı açıklama pek mânidar, İslam Âlemi’nin hâla kanayan yarasına neşter atma mânasındadır: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevâzu’ ve mahviyettir. (alçakgönüllülüktür) Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. (Demek insanlara kibirlenen ve onları aslında olmayan faziletinin esiri gören kişi ya da grup -camia-, gerçek şeyh değil, ancak çocuklaşmış bir zihniyettir. Siz de büyük tanımayınız.” (Nursi Said, Münazarat, 24) Yine aynı sayfanın devamında, açıklanan bu durumun sebebini soruyor o muhitin reisleri: “Neden tekebbür küçüklük alâmetidir? (Gurur ve başkasına tafra atma neden küçüklüğün göstergesidir?) “Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temâşâ edecek (insanları seyredecek) bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. (bir haysiyet ve şöhret derecesi vardır) İşte o mertebe eğer kamet-i istîdadından daha yüksek ise (kabiliyet ve feyzinin boyundan daha yüksekteyse); o, o seviyede görünmek için (yani “olmadığı mânanın sahibi”ymiş gibi görünmek için) tekebbür ile (ona buna tafra atarak) ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. (uzanmaya çalışıp, gurur içine girecektir.) Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise (kendisinin feyiz ve iman boyu o pencereden daha yüksekse), tevâzu ile tekavvüs edip (eğilerek alçakgönüllülük gösterip) ona eğilecektir. (Nursi Said, Münazarat. S.24) Üstad’ın izah buyurduğu kimselerin cemiyete en büyük zararı ise, bu tavrı din adına – veya bir hizmet gruba adına- yapıyormuş gibi göstermesi, terim mânasıyla (ıstılahî tabiriyle) bir nevi “bid’a” içine girmesidir. Bahsettiğim sayfanın bir ilerisinin şöyle devam ettiğini çok dostum bilir: “Sual: Şimdiki şeyhlerden ne istersin? (Dikkat buyurun, günümüzden bahsediyor.) Şeyh’in lügavî mânası aşikar; efendi, seyyid. Kendini “efendi” yerine koyan ya da bir grup marifetiyle koyduran kişi de, demek ki bir tarikat şeyhi, mesabesindedir. İlave eder Üstad: “Cevap: Dâima onların demdemelerinin mevzuu (gevezeliklerinin konusu) olan ihlâsı (Allah rızasına uygun ameli); hem de tekke denilen mânevileşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları (onu yapmaya mecbur oldukları) cihad-ı ekberi (Hadis’in hükmünce, nefisle mücadeleyi) ve terk-i iltizam-ı nefsi (nefsinin kötü isteklerini bırakmayı); hem de onların şiârı olan, zühdün mânası olan terk-i menâfi-i şahsiyeyi (şahsi çıkarını terk etmeyi); hem de dâima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mâyesi (dinimizin temeli) olan muhabbeti (sevgiyi) isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek (kullanarak) ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.” [Çok zaman Bediüzzaman hazretlerinin, böylesi çocuklaşmış bid’a taraftarlarına karşı kullandığı “Beni tehdit ile vazgeçiremezler. Hem dünya, hem âhiret hayatımı, her ikisini de elime almışım, tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın!” (Şahiner Necmettin, B.T. Bediüzzaman Said Nursi, 31) ifadesinin sebebini anlayamıyordum. Ne zaman ki Hazret’in Münazarat’taki “bid’a taraftarı müteşeyyihler” için kullandığı beyanları okuyunca, bu hücumunun sebebini de kavradım.] Peygamberimiz Efendimiz’in ( A.S.M) buyurduğu gibi “ateşe götürücü dalaletin ta kendisi olan bid’a” bu sapkınlık, biraz da yazının başında verdiğim misale benziyor. Mehmet Nuri Bingöl
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haber111.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.